Pazar, Nisan 29, 2018

Hateship, Loveship (2013) - Liza Johnson


Hayatı bakıcılık yapmakla geçmiş Joanna (Kristen Wiig), torunu Sabitha'ya (Hailee Steinfeld) bakacak birine ihtiyacı olan Bill'in (Nick Nolte) evine taşınır. Sabitha'nın annesi bir tekne kazasında yaşamını yitirmiştir, alkollü kullandığı için kazaya sebebiyet veren de babası Ken'dir (Guy Pearce). Bill'i kızından Sabitha'yı da annesinden ettiği için ikisi de Ken'e karşı pek sıcak duygular beslemezler, Ken'in de bunu hak eder bir hali yoktur. Zamanını uyuşturucu ve fahişelerle geçiren ipsiz sapsız bir tiptir. Buna rağmen Joanna'ya ilk gördüğü andan itibaren kibar davranması feci şekilde bu tarz bir ilgiye ihtiyaç duyan Joanna'nın Ken'e farklı bir gözle bakmasına sebep olur. Bunu fark eden Sabitha ile arkadaşı, Joanna'ya babasının ağzından ilgi dolu mailler yazarak onu makaraya almak isterler. Öngöremedikleri şeyse hayatının aşkını bulduğuna kanaat getiren Joanna'nın sadece kendi pılını pırtını değil Bill'in garajında kullanmadığı mobilyaları da yanına alarak Ken'in dairesine taşınmasıdır.


Kısa hikayaleri ile bilinen Alice Munro isimli Kanadalı yazarın "Hateship, Friendship, Courtship, Loveship, Marriage" isimli antolojisindeki kitaba adını veren hikayeden uyarlama bir filmmiş bu. Sarah Polley'nin "Away From Her"ü de bu kitaptaki başka bir hikayeden esinlenmiş. Hiç okumamış olsam da birilerine esin kaynağı olacak derinliğe sahip belli ki. Öte yandan "Hateship, Loveship"i izleyip de yazara bir önyargı beslemek de olası zira niye var olduğu anlaşılmayan garip bir yapım. Karakterler tasarımları itibariyle çok sıkıcı addedilemeyeck olsalar da yaptıkları tercihler ve sonuçları itibariyle "niye böyle yaptı ki şimdi bu?" tepkisi uyandırıyorlar insanda genel olarak.


Joanna son derece saf ve sosyal zekası düşük bir tip mesela. Buna rağmen Ken gibi loser, Joanna hayatına girer girmez kendini düzeltme yolunda çaba göstermeye çabalıyor ve başarıyor da. Böyle adamları ancak bu kadar saf kadınlar mı adam edebilir, yoksa birbirlerine müstehaklar mı demeye getiriliyor, anlaşılmıyor hiç. Finalde Joanna'nın aradığımı buldum demesine bakılırsa ikisinden de biraz biraz var ama film bittikten sonra acaba bu ikisi en fazla kaç yıl beraber kalabilirler diye düşünürken buluyorsunuz kendinizi,o derece inandırıcılıktan uzak geliyor anlatılan. Wiig komedi performanslarıyla bile çok hayranı olduğum bir isim değilken, yer aldığı ilk dramada rol için çok da uygun olmadığını belli ediyor. Elinden geleni yapsa da çok da parlak bir iş çıkardığı söylenemeyecek Pearce'la da uyumsuzlar. Dede kız ikilisinde Nolte ve Steinfeld tatlı bir ekip oluşturmuşlar aslında, filmin çoğunu bunlarla geçirse daha parlak bir yapım olabilirmiş. Neticede izlenmese hiçbir şey kaybettirmeyecek, izlendiğinde de hiçbirşey kazandırmayacak bir film.

Cumartesi, Nisan 28, 2018

Kodachrome


Netflix'in televizyonculuğun çehresini değiştirdiği inkar edilemez bir gerçek. Hayatımıza binge kavramını sokup dizi izleme alışkanlıklarını kökünden değiştiren servis, aynı devrim ruhunu film alanında da göstermek istiyor ama şu ana kadar hep hüsranla karşılaştı. Hem teatral gösteriminin verdiği etkinlik duygusundan uzak oluşu hem de arka çıktığı filmlerin kalitesine bakmayıp niceliği öne geçirmeleri bu durumun temel müsebbipleri gibi, öyle ki eskinin televizyon filmi gibi ifadesinin karşılığını "netflix filmi gibi" ifadesi almak üzere. 
 

Bu durumun son örneklerinden biri "Kodachrome". İyi kötü belli sayıda indie film izlemiş birçok insana aşina gelecek bir yol hikayesi. Sanatını ailesinin önüne almış bir fotoğrafçı, kanserle boğuşarak geçirdiği hayatının son demlerinde son bir yolculuğa çıkmak istiyor, son kodak filmlerinin basıldığı yere,ki uzun zamandır sakladığı birkaç fotoğrafı baskılayıp sergi yapsın. Bu yolculukta yanında olmasını istediği kişi de oğlu. Oğlunun yapmak istediği son şey ise babasıyla vakit geçirmek,ama gene de evet demekten kendini alamıyor. 
 

Artık arthouse sinemalarda bile kendine yer bulamayan bu tarz sade filmlere Netflix'in kucak açması hem bu filmleri seyirci için erişilebilir kılıyor hem de Netflix'in içerik ihtiyacını gideriyor, dolayısıyla bir kazan-kazan durumu söz konusu. Ama "Kodahcrome"un ilgi çekici oyuncu kadrosu dışında lehine çalışan pek bir özelliği yok ne yazık ki. Kötü bir film demek mümkün değil, izlerken sıkmıyor seyircisini ama başından sonuna o kadar alışıldık yollardan yürüyor ki sırf cepheden bakarak bile hikayenin nereye gidip nasıl sonlanacağını sezebiliyorsunuz. Artık tedavülden kalkan film basımı üzerinden yakında ölecek olan babanın faniliğiyle yüzleşmesi vs. konularda edecek bir iki kelamı vardır belki dedim ama çok yüzeysel geçerek klişe bir "seni seviyorum oğlum" filmine dönüştü. Son zamanlarda komedi janrının dışına taşmaya başlayan Jason Sudeikis, yer yer yadırgatsa da idare eder bir performans sergilerken Ed Harris tıpkı Ed Harris gibi oynamış, pek bir nüans göremedim  ben. Filmin en parlak yanı Elizabeth Olsen ise iki karakter arasında tutkal vazifesi görmek dışında herhangi bir kayda değer özellik atfedilmemiş bir kadını canlandırması itibariyle kastın en haşin harcananı olmuş. Velhasıl olmamış, bu kadroya daha iyisi layıkmış, değerlendirilememiş.
 

Perşembe, Nisan 26, 2018

Please Stand By


 
Otizmden muzdarip genç bir kızın hayatındaki en önemli şey Star Trek evreni.  O yüzden günün birinde bir film stüdyosunun Star Trek evreninde geçen bir senaryo yarışması açtığını duyduğunda gecesini gündüzüne katıp yüzlerce sayfa senaryo yazarak yarışmaya yetiştirmeye çalışıyor ama işler her daim umduğu gibi gitmiyor tabii. Film Michael Golamco isimli bir yazarın oyunundan uyarlama, uyarlayan da kendisi. Yönetmenlik koltuğunda oturan Ben Lewin 80'lerden bu yana televizyon ve sinema filmlerine imza atmış olsa da 2012 yapımı "The Sessions"a kadar pek ses getiren bir işi olmamış.
 
 
Dakota Fanning'in canlandırdığı baş karakter filmin kalbi, onla yatıp onunla kalkıyoruz, bu sebepten filmin sürükleyici gücü de Fanning'in performansı oluyor. Yetişkinliğe geçiş evresinde seçtiği projeler itibariyle çok da akılda kalıcı bir kariyere imza attığını söylemek zor Fanning için, ama yavaş yavaş kendini toparlıyor gibi. "The Alienist" onu tekrar spot ışıklarına çekmeyi başarırken bu film de oyunculuğu için bir nevi vitrin vazifesi görsün diye tasarlanmış bir proje gibi duruyor. Neyse ki rolün altında ezilmeyip filmi taşımayı başarmış, karşısında her zaman izlemesi keyif veren Toni Colette'in oluşu da Fanning için bir avantaj haliyle, ufak ama sevimli bir rolle filme renk katan Patton Oswalt'ın varlığı da hakeza. Yönetmenlik de oyuncularına alan açıp ötesine karışmayan cinsten. Ortaya çıkan yapıt ise izlerken keyif veren ama bittikten sonra çok da akılda kalmayan filmlerden biri olmuş. Gene de keyifli vakit öldürmek isteyen biri için kötü bir tercih olmaz heralde.

Salı, Nisan 24, 2018

I Love You, Daddy


Televizyon dünyasında isim yapmış bir yazar, Glen (Louis C.K.). Onun dünyadan bir haber ergen kızı China (Chloe Moretz). Glen'in hayranı olduğu olduğu, ergen kızlara ilgisiyle bilinen ünlü bir yönetmen, Leslie (John Malkovich). Leslie'nin ilgisi Glen'in biricik kızı China'ya yönelince ortada hayranlık falan kalmıyor tabii ki ama dünyanın en saçma karakterlerinden biri olduğu için herşeyi eline yüzüne bulaştırmayı da başarıyor.
 

Louis C.K.'nın kaleminden çıkma herhangi bir şeyi izlememiştim bugüne kadar, bu filmi izledikten sonra da ister istemez bir "iyi ki vaktimi harcamamışım" hissi de hasıl olmadı değil. Bu kadar itici ve herhangi bir özdeşleşme hissinden uzak karakteri bir araya toplayabilmek de başarı sayılabilir gerçi. Filmdeki erkek karakterler azılı bir feministin "wet dream"i gibi; ya sapıklar (John Malkovich), ya kifayetsiz denyolar (Louis C.K.), ya da hem kifayetsiz hem sapıklar (Charlie Day). Kadın karakterler de onlardan aşağı kalır değil: yeni projesinde rol alabilmek için yazara kur yapıp onla yatan aktris (Rose Byrne) mi ararsın yoksa yazarın düşüncesiz hareketlerine histerik tepkiler verip gene kendini duruma uyduran ezik yapımcı (Edie Falco) mı. Özellikle Moretz'in karakteri China, artık yönetmenlik zaafiyeti midir yoksa kızın oyunculuğuyla alakalı bir sıkıntıdan mıdır bilinmez, elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen, sahnede resmen eğreti duran oyunculuğuyla muhtemelen sinema tarihindeki kafası karışık ergen karakterler arasında en itici yazılmışlarından birine dönüşmüş. Hayır, bir ara yapımcı tayfası Moretz'in burdaki performansı için oscar kampanyası falan başlatmayı planlıyorlarmış, ne gördüler de böyle bir fikre kapıldılar anlamak insan hayret ediyor.


Ne yapmaya ya da ne olmaya çalıştığı belli değil filmin. Komedi desen, komik değil; dram desen, bir drama yok. Woody Allen'ın özel hayatından esinlenerek Woody Allenvari bir film yapmayı denemiş gibi duruyor yönetmen ama ben Allen'ın yerinde olsam bu filmdeki yönetmen için esin kaynağı olarak anılmak üzerdi beni. Hollywood'daki ahlaki yozlaşmışlık hakkında kırıp dökmeden bir şey söylemeye çalışıyor gibi yapıp sonra da o taraklarda hiç bezi yokmuş gibi davranmakla ne amaçlanmış anlamak mümkün değil. 
 
 
 
Filmin artık talihsizliği mi denir yoksa layığı mı buydu bilemiyorum ama hem uçkurlarının sınırı olmayan erkek karakterleriyle hem de bu durumu görmezden gelmekle kalmayıp gayet içselleştirmiş kadın karakterleriyle görücüye çıkabileceği en kötü zamanda, "metoo" yaygarasının ortasında belirdi. Üstüne üstlük yönetmenin kendisinin de saçma sapan hareketlerinin bir süre sonra açığa çıkmış olması filmin samimi olarak bir derdinin olmasından ziyade yönetmenin kendi kafa karışıklıklarını peliküle dökme denemesinden öte bir şey olmadığı hissiyatını da daha bir hakim kıldı. Neticede tüm skandalların akabinde Louis C.K. filmini kimselere gösterme imkanı bulamadı ve bu durumdan zarar gören tek kişi de kendisi oldu, ne sinema dünyası ne de biz sinemaseverlerin hiç bir kaybı yok.
 

Pazar, Nisan 22, 2018

Pacific Rim: Uprising Soundtrack - Lorne Balfe


İlk "Pacific Rim" hiç hazzetmediğim bir film olmuştu. Bu sebeple "Spartacus" ve "Daredevil"la birlikte hürmetimi kazanmış Steven DeKnight'ın yönetmenlik koltuğunu devralması bile bana devam filmini izlettirmeye yetmeyecekti. Ama bu soundtrack albümüne bir şans vermeye engel değildi tabii. Ha verdik de noldu o ayrı konu.

Filmin müzikleri İskoç besteci Lorne Balfe'den. Kendisi Hans Zimmer'in çıraklarından, kariyerine onun imzası olan birçok filme ek müzik yaparak başlayıp 2010'daki "Megamind" ile birlikte solo takılmaya başladı. Bugüne kadar kendisinden çıkma birçok albümü dinlemiş olsam da "13 Soldiers of Benghazi"deki "Forgotten" isimli şahane bestesi dışında akılda kalıcı bir işe imza attığına da şahit olmadım. Kendisinin yeteneksiz birisi olduğunu düşünmüyorum ama Zimmer'in firması Remote Control'a yöneltilen en yoğun eleştiri olan birbirinin aynısı, kişiliksiz müziklere imza atılması durumu tam olarak Balfe'yi ifade ediyor denebilir. Hazretin 2018'te çıkan "12 Strong", "Marcella" ve "Hurricane Heist"tan sonra 4.albümü bu. Sadece buradan hareketle bile hem Remote Control'ün hem de Balfe'nin bu işi artistik bir eylemden ziyade bir iş olarak gördüklerini söylemek mümkün. Bu da ortaya çıkan işlerin niteliğinden anlaşılıyor zaten.
İlk "Pacific Rim"in müziklerini Balfe'nin mesai arkadaşlarından Ramin Djawadi yapmıştı. Tüm albümü dinlememiş olsam da Tom Morello'nun gitarıyla omuz verdiği akılcı bir tema müziğine imza attığını hatırlıyorum. Maalesef "Uprising"in soundtrack albümünün nadir başarılı parçalarından biri de bu temanın remix versiyonu olmuş. Balfe'nin albümünde Balfe'den çıkma yegane iyi müzik ise Daft Punk'ın Tron müziklerinden çakma gibi duran "Shao Industries". Aşırma sounduna rağmen bu beste albümün geri kalanına nispetle inci tanesi gibi; drone sesleriyle başlayıp elektronik perküsyonla yükseliyor, sonra da Daft Punk'ın yaylıları ve elektro gitar eşliğinde keyifle nihayete eriyor. Bu iki parça dışında albümün geri kalanı fıs. Şöyle akılda kalıcı bir tema olmasından geçtik zaten, alien ossuruğu gibi bir sesle açılan albüm, geri kalanında bu girizgaha atıf yapıyor maalesef, yapıp bıraksa yeğmiş. Bari bu tarafı koyverdin en azından aksiyon müziklerinde bir yaratıcılık emaresi göster, kapsamlı orkestra var altında, coşturma yönünde bir gayretin olsun hiç olmadı. Yok. Full teknoya abansa hiç yoktan iyi olurmuş, dinleme zevki şöyle dursun, resmen kulağı iğfal eden bir kifayetsizliği var aksiyon müziklerinin. Filmi izlemedim ama tahminim ekranda yakıp yıkılan her objeye bir yaylı gömmüş geçmiş, bunlar arasında bir bağ kurayım derdine hiç kasmadan. Dünyanın parasının gömüldüğü filmler bunlar, müzik için ayrılan bütçe çöpe gitmiş resmen. Burada DeKnight'a giydirmeden de geçmemek lazım, filmine bu müziği layık gördüğüne göre film müziği nedir ne işe yarar pek anlamadığı aşikar.