Cumartesi, Temmuz 30, 2022

Red Dawn (1984) - John Milius


Özellikle son birkaç ayda tekrar kendini gündeme getiren filmlerden biri oldu "Red Dawn", Rusların işgalci genleri sağolsun. Ukrayna askerlerinin sağa sola "wolverine" yazmalarıyla filme gönderme yapmaları dünyanın gözünden kaçmazken beni de daha önceden görmemiş olduğum bu yapımı izlemeye teşvik etti. Bugüne kadar Hollywood tarihindeki en şovenist yapımlardan biri olarak bilinmesi sebebiyle yüz vermediğim bir filmdi, izledikten sonra teyit ettim ki son derece haklıymışım yüz vermemekle.


Küçük bir Amerikan kasabasında bir avuç liseli gencin, ülkelerini işgal eden Rus ve Kübalılardan müteşekkil istilacı güçlere karşı yürüttükleri gerilla savaşının öyküsü "Red Dawn". Wolverine adı da lise futbol takımının maskotundan geliyor, gençler kendilerini böyle adlandırıp dağa taşa bunu yazıyorlar mücadeleleri süresince. Bu da filmin girişinde edindiğim birkaç bilgi kırıntısından biri zaten, zira paldır küldür işgalle açılıyor film, öyle de devam ediyor. Görünüşe göre Sovyetlerin başını çektiği Komünist milletlerin startını verdiği bir üçüncü dünya savaşı hali söz konusu ama bu arka plan üzerine çok da eğilmemeyi tercih etmiş filmi yapanlar. 


Esasında "Waterworld"ün yönetmeni Kevin Reynolds'ın yazdığı özgün bir senaryodan yola çıkan film, o haliyle savaş karşıtı bir savaş filmi yola çıkmış. Gel gör ki John Milius'un projeye dahli ve şahinliğiyle bilinen ünlü bir asker eskisinin filme danışman olarak seçilmesiyle birlikte bambaşka bir şeye dönüşmüş "Red Dawn". Hakikaten böyle bir işgal olsaydı nasıl başlar devam ederdi üzerine yapılan bir beyin fırtınasından yola çıkıp ölçeğini ergen gerillalara indirgeyerek rafine bir yaklaşımı benimseyen filmdeki ergenler de lafta ergen tabi, başroldeki Patrick Swayze evlenip çoluk çocuğa karışacak yaşta bir görüntüye sahip burada. İlk kez bu kadar körpe bir performansını izlediğim Charlie Sheen, Lea Thompson, Thomas Howell gibi oyuncular çok genç durmuyorlar ama filmin akışı içinde bu ayrıntı zamanla önemini kaybediyor elbet. Normalde kendini çok da ciddiye almasa bir noktaya kadar keyif alması mümkün olacak bir konsepten yola çıksa da son tahlilde insanı bayan bir film "Red Dawn", istediği kadar kült statüye erişmiş olsun. Çatışma sahneleri son derece demode, diyaloglar hantal ve ağdalı, filmin temposu da bir hayli sorunlu. Milius'un bir diğer ünlü filmi "Conan"ı izledikten sonra da benzeri bir hayal kırıklığıyla ayrılmıştım, bundan sonra kendisinin yönettiği işlere belli bir mesafeyle yaklaşacağım kesinkeşti gibi.

Cuma, Temmuz 15, 2022

Hududların Kanunu (1966) - Ömer Lütfi Akad


Criterion'un el attığı nadir Türk filmlerinden biri olma özelliğine sahip olan "Hududların Kanunu" başlamadan evvel ekranda bir yazıyla karşılaşıyoruz, filmin kopyalarının ne kadar zor ulaşıldığı ve ulaşıldıklarında ne kadar kötü durumda olduklarından dem vuran. Filmi izlerken sergilenen mücadeleyi de görebiliyorsunuz zaten, sahneler kopuk, zaman atlamaları vesaire... Uluslararası camiada ses getirmeyi başarabilmiş film sayısının iki elin parmağını geçmediği ülkede o filmlerden birinin yegane kopyasını da anasını ...kmeden teslim etmek mümkün olmamış ejnebi sinemaseverlere. Memleketteki sinema sanatına saygıyı daha iyi özetleyen bir durum olamaz herhalde.


Bayadır izlemek istediğim halde yeni imkan bulduğum "Hududların Kanunu" ahalisi kaçakçılıkla hemhal olan bir sınır köyünde geçiyor çoğunluklu olarak. Atilla Ergün'ün canlandırdığı bölgeye yeni atanan komutan bunun önüne geçmeye kararlı ama hem kaçakçılar hem de malını kaçıranlar için karlı bir iş alanı bu kaçakçılık, bu yüzden tehlikelerine rağmen göze alıyor herkes. Bir tek Hıdır (Yılmaz Güney) çocuğuna iyi bir gelecek sağlayabilecek daha iyi bir imkanı olsa bu işi yapmaya yeltenmeyecek bir karakter ki komutanın üzerine oynadığı ilk adam da o oluyor zaten. Köylülerin öğretmen askere ihbar eder diye yapımına karşı çıktıkları okulun açılması Hıdır'ın sayesinde oluyor. Kaçakçılık yerine tarım yapın diyor komutan, toprak değil kum burası diyor Hıdır, yegane ekilebilir yerler ağanın. Hıdır'ın kaçakçı arkadaşları tarlanın yorucu işleriyle uğraşmaktansa sınırı geçmeyi tercih ediyor olsalar da Hıdır kelle koltukta yaşamaktan bıkmış, Komutan ağayı ikna edince canla başla sarılıyor ekinine. Ağanın başka planları var tabi, ne kaçakçılık işini boşlamak ne de toprağını bu çulsuzlara yedirmek niyetinde. Neticede Hıdır'ın çiftçilik hayalleri suya düşmekle kalmadığı gibi yakın arkadaşı da kollarında can veriyor, bundan sorumlu olanların kanlarını eline bulamasıyla sonuçlanacak olaylar sinsilesi de böylece başlamış oluyor.


Merkezinde insanlardan çok toprağın olduğu bir hikaye bu; toprak kendilerini beslemeyince, besleyecek topraklar da güç sahibinin tekelinde olunca, hayatlarını kazanmak için kaçakçılık gibi iş kollarına başvuruyor, alenen belirtilmese de alenen Kürt olan bu insanlar. Toprağa gömülü mayınlar üzerinde canlarını tehlikeye atıp gene o topraklar üzerinde son nefeslerini veriyorlar Olaya at gözlüğüyle bakan devlet, usülsüz addeddiği bu eylemin başını ezmekle ilgilenirken altta yatan nedenleri sorgulamamış bile. Bunu yapar gibi görünen Komutan bile ağanın bahşettiği bu topraklara tekrar hallenmesinin önüne geçecek adımlar atmaktan aciz, hal böyle olunca çok geçmeden eski tas eski hamama dönüyor işler, üstelik birçok insan da canından oluyor. Devletin buna verdiği cevap da gene aynı dar bakıştan muzdarip, kan dökenleri ya yakala ya telef et, köyden yaşayanları yerlerinden yurtlarından edip batıya sür. Ondan sonra da kontrolsüz göçten yakın.


Aslında kaçakçılık işleriyle bilfiil hemhal olan devlet görevlilerinin de yer alması gereken bir hikaye bu ama muhtemelen hem dönemin sansür kurulu, hem de filmcilerin belki de kendi eğilimleri bir araya gelince devletin yüzünün iyi niyetli askerler ve öğretmenle temsil edildiği bir hikaye oluyor izlediğimiz. Lütfi Akad'ın "Işıkla Karanlık Arasında" isimli kitabından öğrendiğimize göre Yılmaz Güney'in Akad'a getirdiği senaryo bir yandan kaçakçılık yapıp bir yandan da yörenin kadınlarının gönlünü çalan bir karakterin merkezinde olduğu bir çeşit avantür film senaryosuymuş. Yönetmen kendi gözlemleri, yöre insanıyla etkileşimleri ve entellektüel birikimiyle senaryoyu son haline getirmiş. O zamanlar henüz sonraki yıllarda edineceği "sosyal içerikli filmci" titrinden uzak, sadece serüven filmlerin aranan jönü olmasıyla bilinen Güney'in "Umut"la başlayan sürecine giden yolun açılmasına vesile olan filmlerden birisi bu belki de. Döneminin sineması düşünülünce - Güney'in yanı sıra Erol Taş, Tuncel Kurtiz, Tuncer Necmioğlu, Muharrem Gürses, Aydemir Akbaş, Danyal Topatan, Pervin Par ve Sırrı Elitaş'ın başını çektiği iyi kadrosunun da katkısıyla- hakikaten ilgiye mazhar bir çalışma, en azından içerik itibariyle. Öte yandan iyi bakılmamış olmasının da etkisiyle görsel açıdan eskimiş bir yapım karşımızdaki. Senaryonun üçüncü perde itibariyle biraz olayları geçiştirir bir hale bürünmesi de olmamış pek, yani ağayı ve sağ kolunu halletmek bu kadar kolaydı, niye bu vakte kadar beklendi diye düşünüyor insan izlerken, ağa karakterinin önü arkası pek doldurulamamış. Final boss olarak karşımıza çıkan Erol Taş'ın karakterinin de filmin ilk 20 ve son 20 dakikasında belirip orta bölümde hiç görünmüyor oluşu da eğreti duruyor. Gene de izleyip izlettirmeli ki memleket sinema tarihi hakkında bilgi edinilsin.

Perşembe, Temmuz 14, 2022

The Man from Toronto


Patrick Hughes, "Hitman's Bodyguard" filmleri sağolsun son yılların aksiyon komedi denince akla gelebilecek ilk isimlerden biri haline gelmeyi başardı. Hal böyle olunca kadrosunda hem Kevin Hart hem de Woody Harrelson'ın yer aldığı yeni bir film yapmaya başladığı haberi bünyede bir heyecan yaratmıştı ister istemez ama nihai sonuç bu beklentileri karşılamaktan uzakta ne yazık ki. Esasında üst düzey başarısız bir fitness hocası olmasına rağmen talihsiz rastlantılar sonucunda kendini yasadışı dünyada bilumum işkence yöntemiyle bilgi edinebilmesi sebebiyle namı almış yürümüş Toronto'lu adamın (Woody Harrelson) yerine geçmiş olarak bulan Teddy'nin (Kevin Hart) hikayesi girişi itibariyle beklentileri bir nebze yükseltiyor olsa da ilerleyen bölümlerde bunun devamı getirilememiş maalesef. Gerek Hart gerekse de Harrelson komedi anlamında kendilerini kanıtlamış isimler aslında ama ne aralarında çok uyumlu bir kimya oluşturabilmişler ne de senaryo bu aktörlere komedik yeteneklerini göstermeleri noktasında yeterli imkan sağlayabilmiş. Ne derece doğaçlama olduğunu kestirmenin mümkün olmadığı diyaloglar yoluyla aktarılan şakalar da çoğunlukla güldürmekten aciz. Bu tarz filmlerde son derece gereksiz bulduğum "ufak dozda da olsa bir duygusal ton katalım kaygısı" da filmi ciddi şekilde örseliyor. Kaley Cuoco'nun sürpriz varlığı ile senaryoyu bir nebze canlandırma çabalarına karşın üçüncü perdesi itibariyle bocalamaya başlayan "The Man from Toronto" finalde yer alan spor salonundaki dövüş sahnesi sayesinde yönetmen Hughes'in güçlü olduğu noktaların bir demosunu sunmuş olsa da bunu tüm filme yaymayı becerememişler maalesef. Çok boş vaktiniz varsa göz atmalık bir yapım, tıpkı bir çok Netflix filmi gibi.


Salı, Temmuz 12, 2022

Hello, Goodbye, and Everything in Between


Jennifer Elizabeth Smith adında ismini hiç duymadığım ve Goodreads'e bakılırsa yazdıkları o kadar da beğenilmeyen ama ne hikmetse bir şekilde çok satmayı başaran bir yazarın aynı isimli romanından uyarlamaymış bu film. Film ekibi çoğunlukla kısa filmler ve tv dizilerinde tecrübe edinmiş, pek bilindik işleri olmayan insanlardan müteşekkil. Netflix'in bir kaç yıl önceki haliyle düşünüldüğünde "Netflix filmi" tabirine uygun bir yapım.


Lise son sınıfta tanışıp çıkmaya başlayan Clare (Talia Ryder) ve Aiden'ın (Jordan Fisher) hikayesini anlatan filmin dramatik çıpası ikilinin daha ilişkilerinin başında son kullanma tarihine karar vermiş olmaları. Clare iyi bir üniversite hayatı geçirip sağlam bir kariyere sahip olmanın derdinde, dolayısıyla aklı lisedeki erkek arkadaşında kalmış olarak üniversiteye gitmek istemiyor ve liseyle birlikte bu ilişkinin de nihayete ermesi gerektiğine emin. Aiden'ı da buna ikna etmeyi başarıyor, ikisi de beraber geçirecekleri son güne net bir şekilde giriyorlar, son günümüz en güzel günümüz olsun deyip dolu dolu bir plan yapıyorlar. Başta her şey tıkırında gibi ilerlese de Aiden'ın aralarındaki bu anlaşmadan o kadar da emin olmadığını görmeye başlıyoruz, Clare'i kaybetmek istemiyor, acaba aklını çelebilir miyim düşüncesinde. Clare de fikre boş değil ama bir yandan geleceğini de önemsiyor ve Aiden'ın akıl oyunlarına daha dirençli. Neticede umduğunu bulamama, hayal kırıklıkları ve tartışmayla ilerleyen bir son güne evriliyor bunlarınki.


Açıkçası tüm izlenilebilirliğini Talia Ryder'a borçlu bir film "Hello, Goodbye, and Everything in Between", ya da kısaca "HGAEIB". Jordan Fisher isimli arkadaşın Ryder'la kimyası fena olmasa da çoğunlukla daha kasıntılı bir oyunculuğu var kendisinin. Dolayısıyla filmin neredeyse tamamı bu ikisinin üzerine kurulu olunca işin yükü Ryder'ın üstüne düşüyor, o da altından hakkıyla kalkmayı başarmış. Hem içten, hem de relaks bir oyunculuğu var aktrisin, rahatlıkla filmi sürükleyici kılmayı başarıyor. Zaten ikili arasında ne düşünüp neye kara vereceğine önem verdiğiniz isim de Clare zaten. İyi kötü hepimiz bu yollardan geçtiğimiz için aslında özdeşleşmesi zor olmayan karakterler ve ikilemler bunlar, dolayısıyla çiğ bir ergen filmi olmanın eşiğinde gezinmiyor çok fazla film. Öte yandan bu çatışma çerçevesinde hikayeyi belli bir noktaya kadar sündürmek mümkün olduğu için iyi kötü nereye gideceğini tahmin edebiliyosunuz. Bu noktada filmin finalini takdir ettim, tatlı olmuş. Bu arada, Clare'in yakın arkadaşı rolünde Ayo Edebiri sempatikliği ve komedi zamanlaması ile göze batan bir isim, keşke hikaye de ona daha fazla yer açılabilseymiş. Jordan annesi rolünde Julie Benson da hala güzelliği ile göz dolduruyor. Son kertede kendini izleten, kolay unutturan, Talia Ryder'ın hatrına izlenebilirliği artan bir yapım.
 

Pazartesi, Temmuz 11, 2022

De Palma (2015) - Noah Baumbach & Jake Paltrow


Cepheden bakınca tarz itibariyle insan Noah Baumbach ile Brian De Palma'yı yanyana koymakta biraz zorlanıyor ama görünüşe bakılırsa üstadın en büyük hayranlarından birisiymiş kendisi.  İdolüyle tanışma fırsatı bulduktan sonra yanına Jake Paltrow'u da alıp yaptıkları sohbetleri kameraya çekerek belgesel haline sokmayı akıl etmiş kendisi ve ortaya bu film çıkmış. Normalde bu tarz belgesellerde söz konusu kişinin kariyeri ve hayatı yakınları ve beraber çalıştığı kişilerin beyanatları üzerinden ilerler. "De Palma"da böyle bir durum söz konusu değil, kendisinden başka kimsenin sesini duymuyoruz filmde, hatta filmlerinden gösterilen sahnelerde bile ses yok. Çocukluğundan başlayarak kariyerinin önemli noktalarını hatırladığı kadarıyla anlatıyor yönetmen. Kendisinin zirve kabul edilen filmlerinin yanı sıra başarısız olarak addedilmiş yapımlarına da değinmekten imtina etmiyor kendisi. 70'lerin sakallı dehalarından (Spielberg, Lucas, Coppola, Scorsese) biri kabul edilse de nedense onların ulaştığı saygınlığa erişememiş bir isim Brian De Palma ve kendisinin kariyerine yönelik müstehzi tonundan bunun ayırdında olduğu kanaatine varmak mümkün. Garip bir durum aslında zira 70'ler deyince akla gelen birçok isim akabindeki dönemlerde kayda değer çok da birşey yapamamış isimler ki bu yargıya Lucas ve Coppola'yı da rahatlıkla ekleyebilirsiniz. Öte yandan De Palma neredeyse 40 sene boyunca inişli çıkışlı bir kariyere rağmen bu piyasada kendini var etmeyi başarmış, bunu da ıskasından çok hiti olmasına borçlu bir isim esasında. Bunun yaparken kendine özgü bir tarz yaratmayı başarmış, Baumbach gibi nice hayran edinmiş, bir nevi kült bir sinemacı haline gelmiş olmayı becermiş olması da cabası. O yüzden böyle bir adamın kariyerine dair düşüncelerini dinlemek her daim keyifli. Gerçi Hollywood'da iz bırakmış böyle bir adamın meslektaşlarının da iştirak ettiği bir belgeselini izlemeyi tercih ederdim şahsen ama Baumbach ve Paltrow'un üstatla olan sohbetlerinden samimi havayı taşıyan bir işe imza atmaya çalışmalarını da takdirle karşılıyorum. İzlenmeli.

Pazar, Temmuz 10, 2022

King of the Underdogs (2017) - Derek Wayne Johnson


John G.Avildsen sinema tarihine "Rocky" ve "Karate Kid" gibi  iki tane klasik kazandırmış olmasına rağmen sıkı sinefiller dışında adı pek duyulmuş bir isim değil maalesef. Yazı konusu "King of The Underdogs"un yönetmeni Derek Wayne Johnson da mevzuya tam olarak buradan giriş yapıyor zaten; mikrofonu uzattığı bir çok isim "Rocky"nin yönetmenini ya bilmiyor ya da Stallone zannediyor ki benzeri beyanlara internetteki ortamlarda rastlamak da mümkün. Haliyle belgeselin varlık amacı ve çıkış noktası da böylesine sevilen filmlere imza atmış bir adamın nasıl olup da çoğu sinemaseverin radarına kariyeri boyunca giremediğinin izahının yanı sıra bir şekilde ihmal edilmiş bu sinemacıyı tekrar spot ışıklarının altına sürüklemek.


Filmin ilk bölümünde kendi ağzından dinlediğimiz üzere kariyerinin başında bir Martin Scorsese'nin asistan olarak filmlerinde yer aldığı bir isim olan John Avildsen ilk kez 1970 tarihli "Joe" ile adını duyurmuş zamanında. Birçok amerikan sinemacısının altın dönem yadettiği 70'ler Hollywood'unun girizgahını yapan filmlerden birisi kabul edilen "Joe"nun akabinde çektiği ve başrol oyuncusu Jack Lemmon'a oscar kazandırması sayesinde yönetmenine klasman atlattıran "Save The Tiger" ile kariyerine hızlı bir giriş yapmış olan yönetmen aynı zamanda filmogrofisinin bütününe musallat olan istikrarsızlık özelliğini de daha bu dönemlerden göstermeye başlamış zira her bir "Rocky" ve "Karate Kid" arasına bir dolu vasat film sokmayı başarmış maalesef kendisi. Bu duruma çok yakınlaştığı halde şu ya da bu nedenle yönetmenliğini yapamadığı ve sonrasında çok beğenilmiş "Serpico" ve "Saturday Night Fever" gibi kaçan fırsatlar da eklenince tutarsız olduğu kadar talihsiz bir sanatçı olduğu da söylenebilir kendisi için. Çoğu yönetmenin bir reklamcı tutarak kendilerine proje ayarlattıkları bir sektörde ortaya koyduğu işlerin ve edindiği bağlantıların kendisine sağlıklı bir kariyer sağlama noktasında yeterli olacağını düşünmüş olması da kendisi adına öngörülü ve mantıklı bir karar olmamış maalesef.


Madalyonun diğer tarafında ise sadece sinemaseverler nezdinde iz bırakmakla kalmayıp popüler kültüre harman olmayı başarmış işlere imza atmış bir yönetmen var karşımızda ve çoğu sinemacının hayatları boyunca uğraşıp da beceremedikleri bir şey bu. Filme adını veren underdog, yani kendisinden herhangi bir şey beklenilmeyen, hakir görülen karakterlerin finalde muzaffer olduğu filmlerin en güzel örneklerine imza atmış olması çoğunluğu günlük meşgalelerle silik bir ömür tüketen insanlardan müteşekkil sinema seyircisi nezdinde kendisine ayrı bir yer açılmasına vesile olmuş zira bu filmler bir şekilde karakterleriyle özdeşleşip acıları ve zaferlerini paylaştığımız, son tahlilde bu yaman yaşam mücadelesinde umut aşılamayı başaran yapımlar ve bu filmlerin özenle kurulmuş görsel dünyaları Avildsen'in yönetmenlik becerisinin en önemli göstergeleri. Çoğu kişi makul sebeplerle "Rocky" filmlerini Stallone ile özdeşleştirmiştir ama  -Conti'nin müzikleri eşliğinde büyük harflerle yapılan jenerikten tutun da idman montajları ve müze merdivenlerine tırmanış gibi "Rocky"yi "Rocky" yapan bir çok görsel kodun mucidi Avildsen'dir. Daniel LaRusso ve Johnny Lawrence arasındaki final maçının da hala sinema tarihinin en gaz müsabalarından biri olması da Avildsen şahen yönetimi sayesindedir ki bunlar ilk elde aklımıza gelen örnekler.


Beraber çalışmış oldukları filmin kalitesi ve filme dair anıları ne denli pozitif olursa olsun birçok ünlü isim belirmeyi kabul etmişler filmde. Listenin başını elbette ki "Rocky" ve "Karate Kid" ailesi çekiyor. Stallone başta gelmek üzere Talia Shire, Burt Young, Carl Weathers, Ralph Macchio, -her ne kadar olması gerekenden çok çok çok az görünüyor olsa da- William Zabka, Martin Kove, Bill Conti ve senarist Robert Mark Kamen övgülerini birbiri ardına diziyorlar yönetmen için. Bunların yanı sıra Avildsen'le çalışmış Burt Reynolds, Stephen Dorff, Stephen Baldwin, Luke Perry ve Kevin Connolly gibi aktörler, Lloyd Kaufman, Jerry Weintraub ve Mike Medavoy gibi yapımcılar, Avildsen'e ilişkin panelin moderatörlüğünü yapan senarist Larry Karaszewski ve eleştirmen Leonard Maltin de belgeselde yönetmene dair fikir hissiyatlarını dinleme şansına sahip olduğumuz isimler. Dört dörtlük bir belgesel olduğu söylenemese de niş bir yönetmene ve filmogrofisine dair etraflı bir bakış atmaya çalışan, ilgiye mazhar bir yapım "King of The Underdogs"

Cumartesi, Temmuz 09, 2022

Milius (2013) - Joey Figueroa & Zak Knutson


John Milius bugünün Hollywood'unu şekillendirdiği söylenebilecek 70'ler Amerikan sinemasının önemli aktörlerinden biri esasında. Üniversite yıllarından başlamak üzere dönemin sakallı dahileri Spielberg, Scorsese, Coppola ve Lucas'ın oluşturduğu has dairenin önemli figürlerinden biri haline gelen Milius senaryosunu yazdığı "Jeremiah Johnson", "Apocalypse Now" gibi filmlerin yanı sıra hikayesine bir noktada katkıda bulunduğu "Dirty Harry", devam filmi "Magnum Force" ve "Jaws" gibi yapımların edindiği muazzam başarı sayesinde dönemin en gözde yazarlarından biri haline gelmeyi başarmış, bu pozisyonunu da yazdıklarını yönetmek için kullanarak "Dilinger", "The Wind and The Lion" ve Big Wednesday" gibi sevenleri olsa da bugün pek hatırlanmayan filmlere imza atarak noktalamış 70'leri. Yönetmenlik alanında istediği başarıyı 80'lerin ilk yarısında "Conan the Barbarian" ve "Red Dawn" gibi bugün kült haline gelmiş iki filmle yakalamış olsa da sektörde yaşanan değişimlere ayak uyduramaması, liberalliğiyle bilinen Hollywood'da açıkça sağcı olduğunu ifade eden birinin ayakta durabilmesinin yegane yolu olan gişe başarısı yüksek işlerle bilinmiyor oluşu ile birleşince yavaş yavaş piyasadan yavaş ismi cismi kaybolmuş Milius'un.


Milius belgeselinin yönetmenleri Joey Figueroa ve Zak Knutson'u bu filmi yapmaya iten en önemli hususlardan biri de bu olmuş esasında. 70'ler gibi formatif bir dönemin önemli aktörleri olmakla kalmayıp son 50 yıllık Hollywood sinemasını şekillendirmeyi de başarmış Spielberg, George Lucas, Francis Ford Coppola ve daha niceleri John Milius'u tandıkları en iyi hikayecilerden biri olarak kabul ettiklerini açık seçik beyan ediyor olsalar da kariyeri boyunca bu isimlerin hiçbirinin kalibresine ulaşabilmiş bir isim değil John Milius. Yapım ekibinin bunun sebeplerini genel olarak ilk paragrafta da belirttiğimiz hususlara dayandırdıklarını söylenebilir. John Milius senaryo yazarlığının yanı sıra yarattığı silah meraklısı, faşizanlığa öykünür derecede sağa meyilli bir persona ile de tanınmış egzantrik birisi. 70'lerin "laissez faire laissez passe" ortamında bunlar tahammül edilebilir olsa da 80'lerle birlikte daha attığı adımın hesabını bilir bir hale gelmiş stüdyo sisteminde kendine yer bulmakta zorlanmış kendisi. Bunun "Conan" ve "Red Dawn" gibi belli ölçüde ilgi toplamış filmlerin akabinde gerçekleşmiş olması çok ilginç geldi bana gerçi. Belgesel bunun sebebinin "Red Dawn"ın arsız bir şekilde sağcı bir yapım olmasına  bağlıyor gibi ama neticede Amerikan tarihinin en şahin başkanlarından olan Reagan'ın hüküm sürdüğü, "Rocky 4"lerin, "First Blood"ların, Chuck Norris'lerin cirit attığı bir dönemden bahsediyoruz. Mantıken Milius'un bu ortamda kabak çiçeği gibi açılması lazımdı ama bir şekilde gerçekleşmemiş. Öte yandan sektörüm birçok duayeninin gözünde konumunu hala hiç bir şekilde kaybetmediğini de görüyorsunun belgeseli izlerken. Milius 2011'de inme yaşadıktan sonra konuşma ve yazma yetisinin ciddi şekilde yara almasının Spielberg'de yarattığı hüznü konuşurken gözlerinde görebiliyor, üniversite yıllarından beri yakın arkadaş olan George Lucas'ın kendisinden bahsederkenki hürmetini hissedebiliyorsunuz. Zaten bir nevi yıldızlar geçidi gibi belgesel; Scorsese, Coppola, Paul Schraeder, Sydney Pollack, Eastwood, Oliver Stone, Robert Zemeckis, Michael Mann, Randal Kleiser, Bryan Singer, Kurt Sutter, Harrison Ford, Arnold Schwarzenegger, Charlie Sheen, James Earl Jones, Powers Boothe, Sam Elliott, Richard Dreyfuss, Walter Murch, Lorenzo Di Bonaventura, Mike Medavoy, Kathleen Kennedy ve bu isimlerin arasında varlığı biraz eğreti dursa da Stallone ilk elde sayılabileceklerin bazıları. Hollywood sinema tarihine kıyısından köşesinden meraklı herkesin göz atması gereken bir yapım.