Salı, Şubat 15, 2022

Rambo (2008) - Sylvester Stallone


Çocukluğum filmlerini izlemekle geçmiş olan Slyvester Stallone tam ben sinemada film izleyecek çağa geldiğimde yıldızı yavaş yavaş sönmeye başlamış bir isimdi. Kendisinin bir sinema salonunda izlediğim ilk filmi olan "Daylight" bu gerileme devrinin ilk örneklerinden biriydi. Sonrasında "Cop Land" ile kariyerine farklı bir bir yön verme gayretine girse de film maalesef hakettiği değeri görmedi ve Stallone'un bu denemesi kariyer bazında kendisi için ters tepti. Yeni milenyuma girildiğinde ise "Driven" ve "D-Tox" gibi filmler sağolsun çöküş devri başlamış oldu ve Stallone "Spy Kids 3"de kötü adamı canlandıran ya da "Taxi 3" de cameo yapan nostaljik bir figüre dönüştü. 


80'ler denince akla gelen aksiyon starlarının çoğunun kariyeri de benzer bir seyir izlemiştir. Van Damme Stallone'dan çok daha önce A sınıfı yıldız hususiyetini kaybetmiş, video filmleriyle geçimini sağlar hale gelmişti. Benzeri bir durum Seagal ve Chuck Norris gibi isimler için de söz konusuydu. Bir tek Arnold "T3"ü yaptıktan sonra siyasete soyunmuş ve zirvede bırakmış gibi bir görüntü vermişti ama onun da "T3" öncesi filmleri dibe doğru hızla ilerleyen bir kariyerin izlerini taşıyordu. Stallone'u bu isimlerden farklı kılan en temel özellikleri hem hepsinden önce sinemaya atılmış ve neredeyse 20 yıl boyunca Hollywood'un en büyük yıldızlarından biri olarak kalmayı başarmış olması, hem de kendisini esas yıldız yapan şeyin oyunculuğundan öte bir yazar yönetmen olmasıydı. 


Gerek eleştirel gerekse de gişe anlamında zirvelerde yer tutmuş bir adam dişiyle tırnağıyla kazıdığı kariyeri böyle kubura doğru ilerlerken neler hissetmiştir tam bilemesek de bu sürecin kendisi için ego kırıcı ve olgunlaştırıcı olduğu kadar depresif de bir dönem olduğunu verdiği röportajlardan çıkarmak mümkün. 35 yıllık kariyerin ardından kendini bir şekilde başladığı noktada bulmayı başaran Sly bu durumdan kurtulmanın yolunun tekrar yazıp üretmekten geçtiğini biliyor olsa da özgün şeylerle ortamı yoklamaktansa kendisini dünya starı yapan iki karakteri dirilterek bunu gerçekleştirmeyi tercih etti. Kendisinin yeni bir "Rocky" filmi çekeceğini duyduğumda ne kadar sinirlendiğimi hatırlıyorum, o kadar saçma ve zavallı bir fikir ve çaba olarak görünmüştü ki ne yapmak istediğini anlayamamıştım bile. Fakat "Rocky Balboa" ile hem beni hem de herkesi şakına çevirmeyi başaran Sly seriye şanına yakışır bir nokta koymayı başarmıştı. 


Daha detaylı bir başka yazının konusu olan bu filmin akabinde bir diğer ikonik karakteri diriltmeye gelmişti sıra; Rambo. Rocky filmleri bir seri olarak belli bir çizgiyi korumayı bir noktaya kadar becerebilmiş olsalar da Rambo serisi ilk filmden sonra 180 derece farklı yönlere sapmış, her ne kadar belli hayranları olan kült filmlere dönüşmüş olsalar da asla ilk filmin seviyesine çıkamayacak devam filmlerinden müteşekkil bir seri olagelmişti. Dolayısıyla "Rocky Balboa" ile tükürdüğünü yalayan ben bile yeni bir "Rambo"nun kötü bir fikir olduğuna yüzde yüz kaniydim. İşin ilginci film gösterime girip izledikten sonra da bu kanaatimin değişmemiş olmasıydı. Bol bol kan revan dışında bir şey vaadetmeyen bomboş bir film olarak görünmüştü bana "Rambo". Belki de "Balboa"nın bende bıraktığı duygusal etkinin benzerini bu filmde de kotarmasını beklemiş, ilk filme yakın bir filmle karşımıza çıkacağına dair beklentilere sokmuştum kendimi.  O zamandan bu yana kendini filmi birkaç kere daha izlemiş olarak bulan biri olarak sonradan şunu farkettim ki Sly'ın bu filmle yapmak istediği çok daha farklı bir şeydi ve her yeni izleyişimde bunu daha da takdir eder buldum kendimi.
 

Artık yaşını başını almaya başlamış karakterimizi Tayland'da kayıkçılık yaparken bulduğumuz "Rambo"da komşu ülke Burma'daki vahşi iç savaş hikayenin merkezinde yer alıyor. Buradaki asilerin sivil yakınlarına yardım amaçlı ülkeye gelen, başını Julie Benz'in canlandırdığı Sara'nın çektiği misyonerler Rambo'yu kendilerine rehberlik etmesi için kiralasalar da vahşi bir çatışmanın ortasında sudan çıkmış balık gibi kalan bu karakterler çok geçmeden kendilerini esaret altında buluyorlar ve onları kurtarma işi de Rambo nun sırtına biniyor
 

Burada karşımıza çıkan Rambo ilk iki devam filminden hatırladığımız Amerikan ordusunun yılmaz sembolü bir figürden ziyade ilk filmdeki tanıştığımız Rambo'nun yaşlanmış hali gibi; orjinal romanın yazarı David Morrell'in filme dair düşüncelerinde belirttiği gibi, "kızgın, bezmiş, dönüştüğü şeyden nefret etse de yapmayı bildiği en iyi şey öldürmek olan bir karakter". Karşısına çıkan bu misyoner tayfasından Sara saflık düzeyindeki naif cesaretiyle Rambo'nun içindeki kurumuş insanlığı bir nebze uyandırmayı başarsa da aynı zamanda ölüm makinesi hüviyetini de diriltmeyi başarıp iki yönlü bir uyanışa vesile oluyor Rambo'da. Birikmiş tüm nefretini Burma'lı diktacılara kusan  Rambo'yu finalde doğup büyüdüğü çiftliğe giderken görüşümüz de bu noktada ayrı bir anlam kazanıyor.


Stallone'nun elinden çıkma senaryo Rambo'ya ilişkin böyle ufak ve ince dokunuşlar barındırsa da geri kalan karakterler üzerinde derinleşme gayreti gütmeksizin basit bir olay örgüsünü izlemeyi tercih ediyor. Başta Luc Besson, James Mangold, Richard Donner gibi isimlerin anıldığı filmin yönetmenliğini "film Rambo tarafından çekilmiş olsa nasıl olurdu" fikri kendisini heyecanlandırdığı için üstlenmeyi kabul eden Stallone'nun yarısı "Rocky" filmlerinden müteşekkil 8 filmlik yönetmenlik kariyerinin güzide örneklerinden birisi olarak görülebilir "Rambo". Sly'ı diğer yönetmenlerden hatta aktör-yönetmenlerden ayıran en önemli özelliği filmin kreatif yönlerine tümüyle hakim olmasının yanı sıra birçok aksiyon sahnesi için de kendini harab ediyor oluşu. Gerek bu filmin gerekse de "Expendables"ın kamera arkasını izlediğinizde yorgunluktan canı çıkmasına rağmen gerek yönetmen gerekse de aktör olarak filmi olabilecek en iyi şekilde perdeye taşımak için canını dişine taktığını görmek mümkün. Kendisinin yaşadığı bu yoğunluk ve gerilim son kertede nihai ürüne de sirayet edip şakası olmayan, vurduğu yeri inleten filmler ortaya çıkarmasına vesile oluyor ve filmin aksiyonu hikaye anlatımındaki eksiklerin üstünü kapatmaya yetiyor. "Expendables"ın son yarım saati ya da bu filmin ikinci yarısı gibi ne umduysanız fazlasıyla bulmuş olarak ekran başından ayrılıyoruz.
 

 
Glen MacPherson gibi kaliteli bir görüntü yönetmeni ve aksiyon direktörü olarak Chad "John Wick" Stahelski ile çalışmanın faydalarını gören Stallone gönül ister ki içerisinde oyuncu olarak kendisinin yer almasının şart olmadığı başka filmlerde de yönetmen olarak yer alsın zira kendisinin samimi olarak iyi bir aksiyon yönetmeni olduğu kanaatindeyim. Fakat Balboa-Rambo-Expendables üçlüsünü yazıp yöneterek kariyerini diriltikten sonra muhtemelen aynı yorgunluğu tekrar gözü yemediği için tekrar bu topa girmeyen Sly inşallah fikrini değiştirir. Bir ara başrolünde Adam Driver'ın yer alacağı bir projenin bahsi geçiyordu ama sonrasında hiç ses çıkmadığına bakılırsa kaldı. Rambo serisini de bu filmle noktalayıp berbatlar ötesi "Last Blood"a hiç bulaşmasa daha iyiydi ama kariyerinin en büyük düşmanlarından birisi kendisi olduğu için durduramadı kendini.
 

Orjinal üçlemenin başarısında katkısı yadsınamaz olan rahmetli Jerry Goldsmith'in yokluğunda filmin müziklerini yapma işini üstlenen Brian Tyler, iş aksiyona geldiğinde ne kadar kifayetli olduğunu bildiğimiz bir besteci. Burada da bunun iyi örneklerine rastlasak da albümün esas parladığı bölümler hem hem Goldsmith'in klasik müziklerine atıf yapan hem de drama duygusunu ağırlıkla vermeyi başaran parçalar. "Attack on the Village" özellikle tempolu bir şekilde açılıp ikinci yarısı itibariyle etkileyici bir ağıta dönüşmeyi başarmasıyla etkileyici. Yaylıların coştuğu "Aftermath" ve adının ağırlığını taşımayı başaran "The Call to War" da albümün diğer incileri.
 

Perşembe, Şubat 10, 2022

The Hudsucker Proxy (1994) - Joel & Ethan Coen


Coen'lerin ta 1985'te kariyerlerinin başlarında yazdıkları senaryolardan biri olup daha iyi bir prodüksiyon kalitesine sahip olsun diye kendilerine iyi bir bütçe teslim edilecek kadar isim yapana değin bekletmeyi tercih ettikleri bir senaryoymuş "Hudsucker Proxy".  Yaptıkları ilk 4 filmle büyük bir hayranları haline gelen Joel Silver sayesinde muratlarına ermişler nihayet.  Coen'lerin ahbapları Sam Raimi ile 3 ayda beraber yazdıkları senaryo ekibin izleyerek büyüdüklerini söyledikleri 40'lı ve 50'li yıllarda yapılan bir nevi şirket komedisi olarak nitelendirilebilecek filmlerden esinlenmeymiş. Mevzubahis filmlere dair fikri olmayan bir izleyici olarak bu yapımlardan ne kadar besleniyorlar ne kadar uzaklaşıyorlar bilemiyorum ama fikri olan bir izleyici olsaydım bu filmden daha fazla keyif alırdım gibi geliyor orası kesin. 
 

Kurucusunun intiharı ile bunalıma giren Hudsucker Holding'in Sidney Mussburger'in (Paul Newman) başını çektiği yönetim kurulu, düşüşte olan hisseleri dibe vurdurup bu noktadan satın alarak yükselişe geçtiğinde kara geçmek gibi bir plan yaparlar. Bu dip noktasını görmek için en ideal çözümün şirketin başına avanağın birini geçirmek olduğuna kanaat getiren Mussburger yeni işe başlayan Norville (Tim Robbins) ile karşılaştığından aradığını bulduğundan emindir. Fakat Norville'ine hem göründüğünden daha saf hem de göründüğü kadar saf olmaması gerçeğine kaderin birkaç cilvesi de eklenince işler hiç de beklediği gibi gitmez.


Çeşitli twistlerle ilerleyen hikaye finali itibariyle doğaüstü bir noktaya bağlanıp dibe vurdum diye pes etmeyip mücadeleye devam mesajı verip nihayete eriyor. Açıkçası özellikle son perdesi itibariyle hikaye biraz havlu atıyor olsa da Coen'lerin kendine özgü diyalog yazımları ve mizah anlayışları filmi belli ölçüde izlemeye değer kılıyor. Yapım ekibinin 50'lerde geçen bir film için 30'ların Alman dışavurumculuğu acımasızca sömürdüğü filmde keskin hatlara sahip yaman iş dünyasının ortasında  yönünü bulmaya çalışan Norville'in kurtuluşu da bu keskinliklikten uzaklaşıp bir hulahupun dönen hatlarına kendini bıraktığında gerçekleşiyor. Hoş o da çok uzun süreli olmuyor gerçi; ürettiği dairesi ile faşistik kapitalizmin altını üstüne getirecek gibi duran Norville bir süre sonra gene bir daire misali kendi etrafından dönmeye başlayı bir nevi fasit bir dairenin içinde bulduğunda kurtuluşu Allah'a kalıyor ki hakikaten de böyle oluyor filmin sonunda. Clint Eastwood'un başka bir işle çakışması nedeniyle reddetmek durumunda kaldığı Mussburger rolünde Paul Newman filmin en büyük kozuyken gerek ciyak sesli konuşması gerekse de kullandığı vücut diliyle yaman gazeteci ve Norville'in kırığı rolünde Jennifer Jason Leigh de filmin en zayıf halkası. Coen sinemasının azılı meraklılarına uygun bir çalışma, aksi takdirde sanmıyorum sarsın.

Çarşamba, Şubat 09, 2022

Mr. Church (2016) - Bruce Beresford


Komedileriyle bilinen aktörlerin ciddi drama yapmaya yeltendikleri her bir örnek oldum olası ilgimi çekmiştir. "Mr.Church" de Eddie Murphy için sanırsam bu alanda bir ilki teşkil ediyor. 2000'lerde "Dreamgirls" ile oscara yanaştığı ufak bir sapmayı saymazsak 2000'li yılları çoğu  pg-13 aile komedileriyle geçiren ve her bir yeni filmiyle hem eleştirel hem de gişe anlamında öncekini aratır hale gelen aktör 2012'den sonra bir dört yıl kadar ortalıktan kaybolmuş geri dönüşünü de bu filmle yapmıştı. Britt Robertson tarafından canlandırılan bir genç kız ve ailesinin yaşadığı dönüşümlerin çoğunda yanlarında olan aşçıları Bay Church filme adını veriyor olsa da hikaye daha ziyade Robertson'ın karakterine odaklanıp Murphy'yi yan role indirgiyor. "Sihirli zenci" (magic negro) adı verilmiş bir hikaye kalıbı var; beyaz karakterlerin hayatına girip olumlu yönde etkiler bırakan ya çok masum ya çok cool siyahi karakterlerin olduğu filmler bu kategoriye sokulur genelde, "Green Mile" da bu noktada adı en sık anılan örneklerden biridir biraz haksız bir şekilde. "Mr.Church" de mevzubahis bu türün son örneklerinden biri gibi duruyor. Arada karakterin kendisine ve yaşadıklarına dair bir iki kırıntı önümüze atılıyor olsa da çoğunlukla genç kızın hayatındaki etkisi üzerinden bir anlam ifade ediyor mevcudiyeti. Hal böyleyce hem çok ilginç hem de bir o kadar sıkıcı, sihirli ve bir o kadar da hayali bir figüre dönüşüyor karakter. Avustralyalı yönetmen Bruce Beresford 80'ler ve 90'larda birçok ilginç filme imza atmış olsa da parlaj yıllarını çoktan geride bırakmış bir isim. Hikayenin bayatlığını idrak edememekle kalmayıp herhangi bir yenilik getiremeyişinden de bunu görmek mÜmkün. Murphy her zamanki çılgın enerjisinden uzakta, sükunet timsali bir karakteri olgun bir şekilde hayata geçirmeyi başarıyor ama filmin Murphy'nin oyunculuğunun bu farklı boyutunu gösterebilmek dışında bir özelliği yok maalesef.


Cumartesi, Şubat 05, 2022

Brian Banks (2018) - Tom Shadyac


2007'da geçirdiği bir bisiklet kazası sonucunda ölümden dönen yönetmen Tom Shadyac geçirdiği beyin sarsıntısı sonucu kesintisiz bir baş ağrısının yanı sıra ışığa ve sese aşırı duyarlı hale gelerek yıllarca iyileşememiş, nihayet bu süreci geride bıraktığında ise hayatını tümüyle yeniden değerlendirme ihtiyacı hissedip tüm mal varlığını satarak kendini hayır işlerine ve öğretmenliğe adamıştı. Yaşadığı bu dönüşümden yola çıkarak yaptığı 2010 tarihli belgesel "I Am"i saymazsak film dünyasından da elini ayağını çekmiş gibi görünen, son 20 yılın en iyi gişe yapan komedilerinden bazılarına imza atmış yönetmenin yokluğu hissedilir olmaya başlamışken beklenmedik bir hamleyle bir dramayla tekrar sinemalara geri döndü 4 yıl önce. Meğerse lüks Hollywood yaşantısından vazgeçse de filmcilikten vazgeçmemiş olan Shadyac, yaşadığı dönüşüm sonrası stüdyoların tercih ettiği bir isim olmaktan çıktığı için yeni bir filmle karşımıza çıkamamış. Haksız yere hapsedilerek hayatı kayan Brian Banks'in öyküsünü filme almak için yola çıkan yapımcıların yönetmen olarak Shadyac'in uygun bir seçim olacağına kanaat getirmeleri sayesinde son stüdyo filminin üzerinden 11 yıl geçtikten sonra tekrar seyirci karşısına çıkma imkanı bulmuş yönetmen.


Geleceği parlak bir futbol oyuncusuyken okulundaki bir kız tarafından tecavüzle suçlanınca kendini cezaevinde bulduğu yetmemiş gibi profesyonel futbol hayalleri de komple kaybolan Brian Banks cezaevinden çıktıktan sonra iş bulmakta bile sıkıntı çekerken ifticasının kendisiyle Facebook üzerinden iletişim kurması üzerine tekrar giriştiği hukuk mücadelesinde avukatının yardımıyla ismini aklayarak hayatını tektar kazanabilmiş. "Metoo" mevzularının zirve olduğu bir dönemde tecavüzle itham edilen bir adam hakkında film yapmak kötü bir fikir gibi görünse de filmde yer olan olayların gerçekten yaşanmış olması seyirci nezdindeki olası bir yadırgamanın önüne geçmekte etkili. Öte yandan filmin gişe performasına bakınca kaç kişinin bu filmi izlemeye meraklı ve gönüllü olduğu da ayrı tartışma konusu. Tüm bunlardan bağımsız yaklaşılıdığında haksız yere sistemin gazabına uğramış bir adamın etkileyici öyküsü burada anlatılan. Başrolde yer alan Aldis Hodge parlak bir gelecek hayali kurarken yapmadığı bir şey için kendini hapiste bulan Banks'in kızgınlığını ve kederini perdeye aktarmakta başarılı. Kısa süreli belirse de Banks'e tesiri cihetinde büyük bir rolü olan Morgan Freeman'ın canlandırdığı karakterin yol göstericiliği sayesinde içine düştüğü bunalımdan bir nebze kendini çıkarabilen ve hapisi arkasında bırakabilen Banks dışarı çıktığında da hayatın içerdekinden daha iyi olmayacağını idrak ettiğinde tekrar bir karanlığa sürüklenmeye başlıyor. Neyse ki kaderi bu sefer yüzüne gülüp iftiracısının yalanları Greg Kinnear tarafından büyük bir ustalıkla hayata geçirilen avukatı sayesinde açığa çıkıyor. Shadyac'in komedi dışına ilk çıktığı film bu olmasa da önceki denemelerinde  ("Patch Adams", "Dragonfly") çok da başarı sağlayamamıştı. Banks'in hikayesini kendini yeniden inşa ettiği dönem sonrasında tanıma fırsatı bulduğu bir çok talihsiz genci hatırlattığı için anlatmaya değer bulduğunu söyleyen yönetmen böylelikle filmi yönetmek için de ideal bir isim haline gelmiş. Oyuncularının performanslarına ve iyi yazılmış senaryoya sırtını yaslayan yönetmen klasik bir dramaturji ile göze batmayan, sadece hikayeyi anlatma odaklı bir sinmeatografiyle hikayeyi perdeye aktarıyor. Filme dair yegane can sıkıcı nokta Banks'in yeni kız arkadaşını bir tecavüz mağduru yapma kararı zira herhangi bir gerçeklik payı olmadığı  gibi sadece "madalyonun bir de bu yüzü var" demek için hikayeye eklenmiş, metoo güruhunun gazabından kaçınmak için eklenmiş bir ayrıntı gibi duruyor ve filmin genel anlatısı içinde çok sırıtıyor.
 

John Debney'nin film için yaptığı müziklere de ayrı bir yer açmak lazım. "Passion of The Christ"tan beri saygımın sonsuz olduğu ama her ne kadar hiç boş kalmasa da film müzisyenleri arasında hak ettiği değerin verilmediğini düşündüğüm besteci daha önce dört kez çalıştığı Shadyac'le bir kez daha bir araya gelmiş. Bir saatlik bir süresi olan albümün her bir parçası aynı düzeyde olmasa da genel olarak keyifli bir dinleme deneyimi sunuyor. "Dear Mister Brooks", "Interviewing Brian" ve "Gathering The Clues" albümün içindeki en öne çıkan parçalar.