Perşembe, Haziran 30, 2011

X-Men:First Class Soundtrack - Henry Jackman


Film müziklerini kabaca 4 gruba ayırabiliriz. İlk grup filmden bağımsız dinlendiğinde çok kulağa hitap etmese de filme cuk oturup, atmosferine sarsılmaz bir katkı yapan müzikler. Jerry Goldsmith'in Rambo için yaptığı müzikler yada yakınlardan bi örnek olarak Trent Reznor'ın Social Network'teki çalışmaları bu gruba dahil edilebilir. İkinci grup bunun tam tersi bir şekilde bağımsız dinlendiğinde insanı mest eden ama hazırlandığı film için bir kaç gömlek üstün olanlar. Buna en uygun örnek ise Trevor Rabin imzalı Last of The Mohican; gene son dönemden Brian Tyler'ın Rambo 4'teki müzikleri de örnek gösterilebilir. Bazı film besteleri ne film içinde ne de filmden ayrı olarak tat vermezlerken bazı müzikler de hem seyir anında hem de ayrı olarak kaliteli eserler olabiliyorlar. İşte Henry Jackman'ın X-Men:First Class için hazırladığı müzikler bu son gruba dahil.

Henry Jackman, film müziğinin gurusu denebilecek Hans Zimmer'in tedrisinden geçmiş bir isim. Dark Knight, Da Vinci Code gibi filmlerde Zimmer'le çalışan Jackman, 2009 tarihli Monsters vs.Aliens'tan beri solo takılıyor. X-Men için hazırladığı müziklerde Zimmer'in izlerini görmemek imkansız. Ama aynı zamanda Clint Mansell'i çağrıştıran tarafları da var bestelerinin, gitar kullanımı yönüyle özellikle, ikisinin hoş bir sentezi Jackman'ın tarzı. 20 parçadan müteşekkil albümün en göze çarpan üyesi First Class. Gerçi filmin tam olarak hangi kısmında yer alıyordu tam olarak çıkaramasam da, yaylıların şov yaptığı, enfes bir epik beste. Sub Lift, adı üstünde Magneto'nun denizaltını kaldırdığı bölümde çalıyordu, o sahnenin vuruculuğuna da birebir katkıda bulunuyordu. Rage and Serenity, gene Magneto'nun içindeki öfkeden ziyade Charles'ın yönlendirmeleriyle annesine dair anılarından güç alarak devasa uyduyu hareket ettirdiği sahnede yer alıyor, sahnenin duygusal tonunun en önemli unsuru oluyordu. Mutant and Proud da albümün hem duygusal ve hem de epik olabilen bestelerinden. X-Men'in talim yaptığı sahnelerde yer alan X-Training, Mystique odaklı Would You Date Me ve filme şahane bir kapanış teşkil eden X-Men'in yanısıra Cerebro, Cold War, To Beast or Not To Beast de albümün bahse değer diğer unsurları. Şu an itibariyle 2011'in en iyi filmi olan X-Men:First Class'in müzikleri de aynı ölçüde başarılı ve pek sık rastlayamadığımız ölçüde keyifle dinlenen bir albüm olmuş. Bundan sonra gözümüz Jackson'ın üstünde...

1. First Class
2. Pain and Anger
3. Would You Date Me?
4. Not That Sort Of Bank
5. Frankenstein’s Monster
6. What Am I Thinking
7. Cerebro
8. Mobilise For Russia
9. Rise Up To Rule
10. Cold War
11. X-Training
12. Rage and Serenity
13. To Beast Or Not To Beast
14. True Colors
15. Let Battle Commence
16. Sub Lift
17. Coup d’État
18. Mutant and Proud
19. X-Men
20. Magneto

Nothing is over! Nothing!


"You did everything to make this private war happen. You've done enough damage. This mission is over, Rambo. Do you understand me? This mission is over! Look at them out there! Look at them! If you won't end this now, they will kill you. Is that what you want? It's over Johnny. It's over!"
"Nothing is over! Nothing! You just don't turn it off! It wasn't my war! You asked me, I didn't ask you! And I did what I had to do to win! But somebody wouldn't let us win! And I come back to the world and I see all those maggots at the airport, protesting me, spitting. Calling me baby killer and all kinds of vile crap! Who are they to protest me? Who are they? Unless they've been me and been there and know what the hell they're yelling about"
"It was a bad time for everyone, Rambo. It's all in the past now."
"For *you*! For me civilian life is nothing! In the field we had a code of honor, you watch my back, I watch yours. Back here there's nothing! Back there I could fly a gunship, I could drive a tank, I was in charge of million dollar equipment, back here I can't even hold a job *parking cars*!...Where is everybody?..I had a friend, who was in the Air Force. There were all these guys, man. Back there were all these fuckin guys! Who were my friends! Back here, there's nothing! Remember Dan Forest? Wore this black headband. I took one of his magic markers, and I said: "If found, you mail this to Las Vegas",'cause we were always talkin' about Vegas, and this fuckin' car. This so great '58 Chevy convertible! He was talkin' about his car, he said we'd get cruised till the tires fell off!...We were in this bar in Saigon and this kid comes up, this kid carrying a shoe-shine box. And he says "Shine, please, shine!" I said no. He kept askin', yeah, and Joey said "Yeah." And I went to get a couple of beers, and the box was wired, and he opened up the box, fucking blew his body all over the place. And he's laying there, he's fucking screaming. There's pieces of him all over me, just... like this, and I'm tryin' to pull him off, you know, my friend that's all over me! I've got blood and everything and I'm tryin' to hold him together! I'm puttin'... the guy's fuckin' insides keep coming out! And nobody would help! Nobody would help! He's saying, sayin' "I wanna go home! I wanna go home!" He keeps calling my name! "I wanna go home, Johnny! I wanna drive my Chevy!" I said "With what? I can't find your fuckin' legs! I can't find your legs!" I can't get it out of my head. A dream of seven years. Everyday I have this. And sometimes I wake up and I don't know where I am. I don't talk to anybody. Sometimes a day, sometimes a week. I can't put it out of my mind."

"Bu çatışmaya sen neden oldun. Yeteri kadar zarar verdin. Görev sona erdi Rambo, tamam mı? Görev sona ermiştir. Dışarıya bak. Şunlara bak. Eğer buna bir son vermezsen seni öldürürler. Ölmek mi istiyorsun? Buraya kadar Johnny, bitti."
“Hiçbir şey bitmedi! Hiçbir şey! Bitti demekle hiçbir şey bitmez! Benim savaşım değildi; sen istedin, ben değil! Ve ben kazanmak için yapmam gerekeni yaptım, ama bazıları kazanmamıza izin vermedi. Dünyaya geri döndüğümde havaalanında o pisliklerle karşılaşıyorum, beni protesto ediyorlar, tükürüyorlar. Bana çocuk katili diyorlar, daha bir sürü saçmalık! Onlar kim ki beni protesto edebiliyorlar? Benim yerime orda olup neye bağırdıkları hakkında bi fikirleri olmadığı halde beni nasıl protesto edebiliyorlar?”
“Herkes için kötü zamanlardı Rambo, artık hepsi geride kaldı.”
“Senin için öyle! Sivil hayat benim gözümde hiçbir şey. Savaşta en azından bir onurumuz vardı, ben seni kollardım, sen de beni. Orda helikopter uçurabilir, tank sürebilirdim, elimin altında milyonlarca dolarlık teçhizat vardı, burada bana araba bile park ettirmiyorlar!... Tanrım, herkes nerede?.. Bir arkadaşım vardı, hava kuvvetlerinde. Orda hep böyle böyle adamlar vardı, hepsi benim arkadaşımdı. Burada hiçbir şey yok!.. Dan Forest'i hatırlıyor musun? Hep böyle siyah bir bandana takardı. Onun sihirli jetonları vardı, Vegas'a gönderdiği. Çünkü her zaman Las Vegas hakkında konuşurduk. Bir de o lanet araba hakkında, şu şahane 58 model bir Chevrolet. Arabasını nasıl sürdüğünden bahsederdi hep… Bir gün Saygon’da bir bardaydık. Bir çocuk geldi, elinde de bir boya kutusu vardı. "Boyayayım mı?" dedi, ben istemedim. Israr edince Joey tamam dedi. Ben birkaç bira almaya gittim. Kutuda bomba vardı, Joey onu açtı ve vücudu param parça oldu. Orada yatıyor ve bağırıyordu. Parçaları her yerime yapışmıştı, onları üstümden atmaya çalışıyordum, üstümdeki arkadaşımın vücut parçalarıydı! Her tarafım kan oldu ve ben onu toplamaya çalışıyordum, ama iç organları dışarı çıkıp duruyordu! Ve hiç kimse yardım etmedi, hiç kimse! Devamlı sayıklıyordu,"Eve gitmek istiyorum,eve gitmek istiyorum". Bana sesleniyordu,"Eve gitmek istiyorum, Johnny! Chevy'me binmek istiyorum!" Ben de dedim,”Ne ile? Lanet bacaklarını bulamıyorum ki”, bacaklarını bulamıyordum!...Aklımdan hiç çıkmıyor. Tam yedi yıldır, her gün böyle.. Bazen uyanıyorum ve nerede olduğumu bilmiyorum. Kimseyle konuşamıyorum. Bazen bir gün, bazen bir hafta… Bir türlü aklımdan çıkmıyor..."
 
First Blood (1982) - Ted Kotcheff

Salı, Haziran 28, 2011

Mother's Day

 

Darren Lynn Bousman, Saw serisi sayesinde isim yaptı ama Repo: The Genetic Opera ile takip etmeye değer bir yönetmen olduğunu kanıtladı. Bu hakkı yeterince teslim edilmemiş nadide filmi başka bir yazıda etraflıca ele almak mümkün olur inşallah, ama şu an asıl konumuz yönetmenin geçen yıl festivallerde görücüye çıkmakla beraber geniş gösterime girme imkanı bulamayan filmi Mother's Day.

Bir yeniden çevrim olan filmin uyarlandığı yapım 1980 yapımı bir istismar sineması örneği. Bi ara izlemeye niyetlenmiştim ama çok düşük nitelikteki sinematografisi yüzünden vazgeçtim. Orjinal film, bir grup genç kızın ormanlık bir alanda(her zaman olduğu gibi(!)) sapık bi ailenin eline düşmelerini ve annelerinin yönlendirmeleriyle iki adam tarafından tecavüz ve işkenceye maruz kalmalarını konu ediniyormuş. Yeniden çevrim kötü karakterlerin isimlerini korurken mekanı modernize ederek  ekseni "ev istilası"na çevirmiş ki bu değişiklik,aynı zamanda iki dönem arasındaki korku sinemasındaki yaklaşım farklılığı açısından da bi gösterge niteliği taşıyor.Bu filmde bir grup soyguncu olarak tasvir edilen kardeşler, ters giden bir iş sonrası aralarından biri yaralanınca, satıldığından haberdar olmadıkları eski evlerine sığınmaya karar veriyorlar. Evin yeni sakinleriyle karşılaşınca işler biraz çığırından çıkıyor tabii, onlar da çareyi annelerini aramakta buluyorlar. Sonrası kimi aile içi sırlar ve beklenmedik hikaye manevralarıyla birkaç ayrı koldan ilerliyor film. 
Senaryonun çok fazla karakter ihtiva etmesi ve her birine irili ufaklı yer açılmaya çalışılması belli düzeyde filme derinlik katsa da, biraz dağınık bi görünüm de arzediyor. Bousman filmin tonunu tayin etmekte de pek başarılı değil. Hikaye bi nevi zıvanadan çıkmış karakterler galerisi gibi ilerleyip ara ara aile dramasına kayıyor, bu da ister istemez bi doku uyuşmazlığına sebep oluyor. Gerçi kimi yerlerde bunun avantaja dönüştüğü de olmuyor değil, ama çoğunlukla filmin aleyhine işliyor. Bu biraz da karakterlere yer açmak ve filmi bütünüyle gore üzerinden ilerleyen bişeye dönüştürmeme çabasından kaynaklanıyor. Filmin en dikkat çekici yönü kastı olmuş, ortada bi oyunculuk şovu olduğunu söylemek güç olsa da gene de "izlemesi" keyifli bir kadro biraraya getirilmiş. Gerçi kilit karakter konumundaki anne rolünde Rebecca DeMornay'in performansı olması gerektiği ölçüde vurucu değil. Öbrü taraftan evin yeni sahibesini canlandıran Jamie King, masumane yüzüyle filmi sürüklemeyi başarıyor. Kardeşlerde özellikle Patrick Flueger çok başarılı, gerçi kötü adamı canlandırmak için biraz fazla temiz yüzlü ama gene de bi star kumaşına da sahip. Diğer kardeş Warren Cole psikopat rolüne daha iyi oturmuş. Ailenin küçük kızkardeşinde True Blood'la ünlenen Deborah Ann Woll'u ben ilk kez izledim, çok da beğendim. Evdeki mağdurlarda Shawn Ashmore karizmatik doktor rolünde olgun bir oyunculuk sergilemiş, geçen yıl Frozen'da da belirmişti, artık küçük ölçekli korku filmlerinin aranan oyuncusu olmaya niyetli galiba. Diğer yan rollerde Lisa Marcos, Briana Evigan ve kısa ama akılda kalıcı cameoları ile A.J.Cook ve Alexa Vega da bahse değer diğer isimler.


Bousman'ın yönetmen olarak çok nitelikli bir adam olduğu iddia edilemese de elindeki materyali izlenebilir kılma konusunda belli bir mahareti de var. Mother's Day de düzinelerce türdaşı arasından sıyrılabilecek düzeyde kaliteli bri film değil ama izlerken seyirciyi klişelere boğup sıkıntı nöbetlerine de sokmuyor.

Cumartesi, Haziran 25, 2011

The Poker House (2008) - Lori Petty


Lori Petty ismi bir yerlerden kulağıma aşina gelse de wikisine bakana kadar çıkaramamıştım. Meğerse "A League of Their Own"da Geena Davis'in kızkardeşini oynayan kadınmış. Hatta yıllar yıllar sonra "House"da Foreman'ın Huntington hastasını oynayan da kendisiymiş. Yıllar kendisine iyi davranmamış, orası kesin ama işten güçten elini ayağını da kesmemiş, hatta iki-üç yıl önce şimdinin yükselen iki yıldızının daha kariyerinin başlarındayken başrolünde yer aldıkları bir filmin yönetmenliğini de yapmış hatta.


Petty'nin senaryosunda payı bulunan ilk filmi otobiyografik, hatta terapik özellikler de taşıyormuş zira annesi bir fahişe olan Petty, 70'lerin sonlarına gelen ergenliğinde annesinin pezevengi tarafından tecavüze uğramış. "The Poker House" tam olarak bunun öyküsünü anlatıyor ama kağıt üzerinde oluşturduğu izlenim nispetinde sert bir film değil, daha ziyade böylesi travmatik deneyimlerden sağ çıkıp filmini çekebilecek konuma gelen bir kadının kendini kutlaması gibi birşey daha ziyade.


1976 yılında 24 saatlik bir süre zarfında geçiyor hikaye. Agnes (Jennifer Lawrence), Bee (Sophi Bairley) ve Cammie(Chloe Grace Moretz) aynı fahişe annenin (Selma Blair) 3 kızı. İncil delisi, şiddete meyilli baba aileyi terkedeli yıllar olmuş, anne de geçimini bu yolla kazanırken pezevengi olan siyah, kızlara bir nevi baba figürü teşkil ederken en büyükleri olan Agnes'i ayartıp annesinin yerini alması için bir potansiyel olarak görmekten de geri kalmıyor. Agnes de her ne kadar pezevengin kendisine gösterdiği ilgiyi samimi zannetse de annesinin düştüğü batağa saplanmak gibi bir niyeti de yok. Hem kızkardeşlerine analık yağıp hem de okuluna,derslerine elinden gelen gayreti göstermeye çalışıyor. Üstelik annesini böyle bu işlerle uğraşmayı bırakıp kendisi gibi para kazanmaya başlaması yönündeki telkinlerine rağmen! Günün sonunda iplerin gerilip Agnes'in başına gelecekleri ateşleyen de kızın bu azmi oluyor bir nevi.


Böylesi bir setupdan insanı intihara teşvik edecek bir film de yapabilecekken ajitasyondan elinden geldiğince uzak duruyor Petty, ama bu aynı zamanda filmin aleyhine de işleyen bir nokta zira tam olarak ne demek istediği pek anlaşılmıyor. Oyunculuktan geldiğinden olsa gerek Petty'nin bir yönetmen olarak en öne çıkan yanı oyuncu kadrosunu en iyi şekilde kullanabilmesi. Kardeşlerden ikisini oynayan Lawrence ve Moretz bugün yıldız isimler ve bu filmdeki performanlarını görünce bu noktaya gelmelerinin şaşırtıcı olmadığını idrak edebiliyorsunuz. 90 dakikalık süre zarfından bir seyirci olarak kendinizi bu kızlar için endişelenirken buluyorsunuz zira Petty'nin muhtemelen kendi yaşamından senaryosuna yedirdiği realist detayların da etkisi ile karakterlerini ekstra bir gerçekçilikle hayata geçirmeyi başarmışlar.


Oyuncuların arasındaki bu güçlü dinamik filmi bir noktaya kadar taşımayı başarsa da tümüyle sırtlayamıyor tabii ki de çünkü oyunculuklar dışında filmi çok izlenebilir kılan, sürükleyici bir şey yok maalesef, yer yer sıkıcılaşıyor. Mevzubahis travmatik hadise filmin 3/4'lük bölümü geçtikten sonra gerçekleşiyor ve akabinde anne-kız arasında iç parçalayan bir sahne mevcut ama buradan ötesinde hikaye nereye götüreceğine dair bir fikri yok gibi yazar/yönetmenin. Yani illa bir mesajı olsun demiyoruz ama tam olarak ne anlatmaya çalıştığı da geçmiyor pek seyirciye. Birinin hatıra defterinin başka biri tarafından müsamereleştirilmiş versiyonu gibi bir hali var. Eğer iyi oyunculuk bana kafi diyorsanız mutlaka göz atın ama ötesinde pek bir şey vaad eden bir yapım değil ne yazık ki.

Çarşamba, Haziran 22, 2011

Super 8

 
J.J.Abrams biraz abartılan bir yönetmen. Her ne kadar geçen yıl "Undercover" isimli dizisi sezonu tamamlayamadan yayından kaldırılmış olsa da "Lost", "Alias", "Fringe" vs. sağolsun, televizyon dünyasında yapımcı olarak ismi bir marka haline gelmiş durumda, orası kabul, ama buna dayanarak sinemacı kimliğinden de aynı ölçüde bir başarı beklemek çok da mantıklı değil. Neticede Abrams, zamanında "Armageddon"un senaryo hanesinde ismi geçen bir adam, o "Armageddon" ki NASA'nın ne lan bu deyip uzmanlarına seyrettirdiği ve neticede en az 168 bilimsel imkansızlığın tespit edildiği, sinema tarihinin en uçuk filmlerinden biri. Yönetmenliğini üstlendiği "Mission:Impossible-3" ve "Star Trek" de öyle çok kalburüstü filmler değildi, zaten bence şu ana kadarki en iyi yönetmenlik performansını "Lost"un pilot bölümünde gösterdi kendisi. Bu sebeplerden ötürü Abrams'a yönelik bu yüksek beklentilere bir anlam verebilmiş değilim.

Gerçi "Super 8"i birçokları için beklemeye değer kılan sadece Abrams değil, Steven Spielberg'ün de projeye en başından beri yapımcı olarak dahil olması, ikisinin beraber bu filmi ortaya çıkarmalarıydı. Zaten içeriği itibariyle de, Spielberg'ün ilk dönem filmlerine bi saygı duruşu olarak algılandı film, ki hakikaten de öyle. 70'li yılların sonunda, 8mm kamerayla kendi filmlerini çekmeye çalışan bir grup çocuğun, çekim yaptıkları bir gece, askeri kargo yüklü bir trenin raydan çıkmasına şahit olmaları filmin çıkış noktası. Kargonun ne olduğu ve ordunun kazanın akabinde kasabayı niye didik ettiği filmin temel gizemi. Tabii bu arada çocuklar arasındaki arkadaşlık, masumane aşklar, Spielberg'ün de filmlerinde çokça yer verdiği parçalanmış aile olgusu ve tabii super 8 ekseninde sinemaya duyulan aşk da "Super 8"in değindiği mevzular. Abrams, tüm bu unsurları derleyip kendince bir çeşni yapmaya çalışmış. Açık konuşmak gerekirse senaryo hanesindeki işçiliğini beğendim, bu bahsini ettiğimiz tüm parçaları güzelce toparlayıp eli yüzü düzgün bir hikaye oluşturmayı başarmış. Yönetmenliğinin aynı ölçüde başarılı olduğunu iddia etmekse güç.
 
 
Abrams, ilham perisi Spielberg'ün mizansen oluşturmadaki olağanüstü becerisinden yoksun, gerçi daha üçüncü filmini çeken bir yönetmen için belki erken bir itham ama elindeki bu senaryo ile görsel olarak şaşaalı sahneler oluşturma imkanı varken bunu değerlendiremediği de aşikar. Kabaca Abrams'ın kuşağından sayılabilecek bir Tarsem yada Francis Lawrence'ın sahip olduğu yönetmenlik kumaşına sahip bir görüntü vermiyor kendisi, kendine özgü bir yönetmenlik imzası yok, oluşturabilecek gibi de durmuyor. "Super 8" herhangi bir hollywood prodüksiyonundan bir farklılık ihtiva etmiyor bu manada, yani bu proje mesela bir Martin Campbell yada Joe Johnston gibi Hollywood'un zanaatkar yönetmenlerinden birine havale edilseydi gene aşağı yukarı böyle bir film çıkardı herhalde.

 
 
Peki bu haliyle "Super 8" vasat bir film mi, elbette hayır. Her iyi çekilmiş Hollywood ürünü gibi ilgiyle takip edilen, seyirci dostu bir film. Özellikle gençlerin performansları takdire şayan. Elle Fanning kesinlikle geleceğin takip edilesi aktrislerinden biri olacak. Daha önce hiç bir oyunculuk deneyimi olmayan Joel Courtney'nin yanısıra Riley Griffiths ve Ryan Lee de karakterlerine cuk oturmuşlar. Netice kaldırdığı toz duman kadar bir ağırlığı olmasa da vasatın üstünde bir film "Super 8", çok üstünde değil işte, tek sıkıntısı da o...

Cumartesi, Haziran 18, 2011

Supernatural: Sezon 6


Supernatural geçtiğimiz yıl, uzunca bir süredir sürdürdüğü hikayesini noktalayınca, diziyi bundan sonra hangi noktadan devam ettirecekleri merak konusu olmuştu. Neticede serinin yaratıcısı Eric Kripke bile "benim kafamdaki hikaye buraya kadardı" deyip çekilmişti. Sonradan kastın ve yeni yaratıcı ekibin açıklamalarından öğrendik ki bu duruma çözüm olarak ilk sezondaki gibi her bölüm ayrı macera tarzı avlanma öykülerine geri dönüş yapılacak. İki hafta önce noktalanan 6.sezonun ardından gördük ki fena da bir fikir değilmiş, gayet iyi götürdüler bu yıl. Sam'in içine düştüğü cehennem çukurundan çıkışı(çıkarılışı) ama defolu olarak geri dönmesi, bir süre ortalıkta ruhsuz dolaşması, bir yandan tanrısız uhrevi alemlerdeki melekler arası savaş, Castiel'in çilesi, insan ruhunun kıymete binmesi falan derken sadık izleyici kitlesini hayal kırıklığına uğratmadan bir yılı daha geride bıraktı Supernatural. Dizinin ratingleri de tatmin edici olacak ki bir sezonu daha garantiledi. 


Supernatural son derece nevi şahsına münhasır bir dizi. İlk işitildiğinde kulağa en bariz haliyle saçmalık gibi gelecek,akıllara zarar konuları bir şekilde allayıp pullayıp izlenebilir kıvama sokuyor. Dolayısıyla bir hikayenin sonuna gelinmiş, yarısında kalınmış çok da mühim değil Supernatural mevzu bahis olduğunda, zira "supernatural" bir öncülden yola çıkmanın verdiği avantajla hikayeleriyle istedikleri gibi oynayabiliyor, evirip çevirebiliyor yazar kadrosu. Farzı misal bu sezonun sonlarına doğru ifşa olan Crowley-Castiel komplosu, en baştan tasarlanmış bir senaryo hamlesi gibi durmuyordu kesinlikle. Zaten ana hikaye birkaç kez direksiyon kırdı yıl boyunca, en sonunda olayı Castiel'e bağladılar. Önümüzdeki yıl Castiel'i canlandıran Misha Collins'in kastın sürekli elemanlarından olmayacağının açıklanmasıyla da belli oldu ki yeni kötü adamımız Castiel, ve günleri sayılı.

6.sezona damgasını vuran iki şey var Supernatural'da. Bunlardan biri Mother of All,yani kötülüklerin anasını canlandıran Julia Maxwell. Kendisi belirdiği birkaç bölüme ekstra bir cazibe, bir izlenirlik katmayı başardı. Çeşitli dizilerde ve filmlerde ufak yan rollerde beliren aktris, ilk kez Triple Dog'da biraz ön plana çıkmıştı, Supernatural'da bu rolü kapmasına da o film vesile olmuş olabilir. Umuyoruz kendisini daha uzun süreli rollerde izleme imkanımız olur. Sezona iz bırakan diğer isimse Ben Edlund. Dizinin yapımcılarından ve yazarlarından biri olan  Edlund'un etkisi ise Maxwell'a kıyasla haliyle daha tesirli ve kalıcı. Ben Edlund'u diğer yazarlardan ayrıksı kılan yönü, senaryo hanesinde isminin geçtiği çoğu Supernatural bölümünün absürt bir mizahla bezeli olması (bkz. Ghostfacers, Hollywood Babylon, Monster Movie). Bu sezonun en iyi bölümlerinden ikisinde onun imzası vardı gene. Bunlardan ilki olan Clap Your Hands If You Believe, uzaylılar ve perilerle bezeli, jeneriğinden close encounters göndermelerine kadar X-Files kokan, son derece matrak bir bölümdü. Ama asıl bomba birkaç bölüm sonra gelen French Mistake oldu.


French Mistake, meta-fiction denilen türün fazlaca iyi kotarılmış bir örneği. Meta-kurmaca, bir dizi ya da filmin yada karakterlerinin kendi kurgusal varoluşlarının idrakine vardıkları anlatı türü anlamına geliyor. Dördüncü duvarı yıkmaya teşebbüs bu türün temel saiklerinden biri. Dördüncü duvar, izleyici ile izlenen arasındaki hayali bariyer; bir tv ekranı, bir sinema perdesi vs. Supernatural, sinema,edebiyat,popüler kültür vs. birçok ayrı kaynaktan beslenen bir dizi olarak birçok kereler referans aldığı bu kaynaklara atıf yaptı. 3.sezondaki Monster Movie bölümü,jeneriğinden siyah beyaz görüntülerine kadar tümüyle Universal korku filmlerine bir saygı duruşuydu örneğin. Gene bu sezon içinde aynı şeyi western için tekrarladıkları bir bölüm de mevcut. Böylesi farklı unsurlardan beslenen bir dizi olarak yer yer kendi fenomenine gönderme yapmaktan da geri kalmadı Supernatural. Sezon dörtteki Monster At The End Of This Book isimli bölüm Dean ve Sam'in kendi hayatlarının birebir anlatıldığı biir kitap dizisini keşfetmeleri üzerine dönüyordu. Bir ertesi sezondaki Real Ghostbusters ise kitabın hayranlarının toplandığı bir panelde geçiyordu. Gene beşinci sezondaki Changing Channels, daha geniş bir perspektiften yaklaşıp Sam ile Dean'in tv dizilerine benzer birden fazla hayal dünyasına hapsolmalarını konu ediyor, böylelikle CSI ve Grey's Anatomy gibi dizilerle de kafa bulunuyordu. French Mistake ise Dean ve Sam'in Raphael isimli kara(!) melekten kaçmak için başka bi gerçekliğe ışınlanmalarının üzerine geçiyor. Bu alternatif gerçeklikte kardeşler Jared Padalecki ve Jensen Ackles adında iki aktör ve Supernatural isimli popüler bir dizinin başrol oyuncuları! Yaratıcı ekip böylesi şahane bir çıkış noktasından yola çıkmakla kalmayıp, aralara birçok komik an ve ince espriler bezemekten geri durmamışlar, neticede muhtemelen televizyon tarihinin en eğlenceli episodlarından birine imza atmışlar. Özellikle Dean ve Sam'in bir sahnenin çekiminde rol kesmeye çalıştıkları bölüm yerlere yatıracak derecede komik. Jared Padalecki'nin dizide bir dönem Ruby isimli bir iblisi canlandıran Genevieve Cortese ile evli olması da ayrı bir komedi unsuru. Geçtiğimiz hafta içinde Supernatural'ın patronu Sera Gamble, önümüzdeki sezon içinde en az bir meta bölüm daha izleyeceğimiz müjdeledi. Şu halde French Mistake'i aşmaları, daha doğrusu bundan sonra herhangi biri yapıtın meta kurmaca olarak French Mistake'i aşması çok zor olsa da, Gamble'ın elinin altında bu yazar kadrosu, özellikle Ben Edlund olduğu müddetçe ümitvar olmakta fayda var. Bu beklentiyi yeni sezonun tümüne yaymakta da bir beis yok aslında...


Çarşamba, Haziran 15, 2011

X-Men: First Class


Çizgi roman olarak X Men, aşırı derecede fazla karakter barındırması itibariyle bana çok çekici gelmemiştir eskiden beri. Bi de çok uzun süreli olması ve birçok farklı yazarca ele alınmış olması itibariyle hikaye bazında bi tutarlılık da göstermez. Hoş, çok X-Men okumuşluğum da yok ama durum genel olarak bu minvalde benim bildiğim. Film uyarlamalarına karşı da hissiyatım aynı yönde oldu, biçoklarınca yapılan en iyi çizgiroman uyarlamalarından olsalar da bende hiçbir zaman öyle büyük bir hayranlık oluşturamadılar. Gerçi hakkını teslim etmek lazım, Bryan Singer'ın yönetiminde çekilen ilk iki X-Men şık filmlerdi, başta belki de tüm çizgi roman uyarlamaları içinde en isabetli kasting olan Hugh Jackman'ın başını çektiği oyuncu kadrosuyla rahat izlenen seyirliklerdi. İlk film ikincisine nazaran daha başarılı gelmiştir bana, X2'deki final çatışması haddinden fazla uzun tutulmuştu,bi noktadan sonra bayıyordu. Brett Ratner'ın dümeni devraldığı üçüncü film ise kimilerinin düşündüğü kadar kötü bir film olmamakla beraber selefleri kadar nitelikli olmadığı da aşikardı. X-Men Origins:Wolverine ise bi bakıma kaçırılmış bir fırsattı, Hugh Jackman'ı Wolverine olarak izlemek her zaman keyifli olsa da daha iyi bir senaryoyla yola çıkılması şarttı, özellikle X-Men:First Class'i gördükten sonra bunu daha iyi idrak ediyosunuz.


Filme ilişkin kanaatimi en baştan açık etmek pahasına söylemeliyim ki First Class, bu yılın en hoş sürprizlerinden biri. Yukarıda saydığım nedenlerden ötürü yeni bir x men filmi bünyede çok da heyecan uyandırmıyordu doğrusu ama daha ilk fragmanından itibaren umut vadeden bir iş olduğuna dair emareler de göstermeye başlamıştı. Yönetmen Matthew Vaughn ve senaryo ekibi X-Men evreninin tüm o girift ve birbirine girmiş hikaye yapısında boğulmayıp bu evreni kendi seçtikleri öyküye monte etmeyi başarmışlar. X-Men evreninin merkezindeki iki karakter olan Charles Xavier ve Eric Lenshner'in, namı diğer Profesör X ve Magneto'nun gençlik yıllarını ve ilk tanışmalarını merkeze alan film, fon olarak da gerçekten yaşanmış bir olayı, Türkiye'nin de bir şekilde müdahil olduğu Küba füze krizini kullanıyor. Dünyanın nükleer bir üçüncü dünya savaşına sürüklendiği bu hadiseye, filmin kötü adamı Sebastian Shaw'un deyimiyle "atomun çocuğu" olan mutantları eklemleyerek ilk isabetli atışını gerçekleştiriyor X-Men:First Class. (bu noktada belirtmek lazım ki 60'ları fon tutmasına rağmen, camp bir estetikten muzdarip değil First Class, gerçi X-Men giysileri biraz sırıtıyorlar ama artık o kadar kusur da olacak). Shaw'la kişisel bir hesabı olan Eric ve Shaw'un dünyayı nükleer bir felakete sürükleme planlarına engel olmak için bir mutant ekibinin başına getirilen Charles'ın yolları aynı düşman ekseninde kesişiyor. Her ne kadar Shaw'un emelleri ve felsefesi hususunda fikir birliğinde olmasalar da ve nihai olarak karşı kutuplarda yer almalarına bu durum sebebiyet verse de bir süreliğine bu ikisini kolkola mücadele ederken izleme olanağı buluyoruz. First Class, ilk filmin giriş sahnesini birebir kopyalıyor ve Magneto'nun geçmişinden ilk filmde yer almayan bir kesitle hikayesine dalıyor. Kötü adamların dramatik olarak daha ilgi çekici olduklarından mıdır nedir, bu film de Eric'in karakterinin oluşumunu tasvir ederken daha özenli ve derli toplu bir nitelik arzdeiyor, aynı şeyi Charles Xavier karakteri için söylemek mümkün değil. Öte yandan bu durumun çok şikayet edilecek bir yanı da yok çünkü hakikaten Eric'in hikayesi daha ilgi çekici. 

First Class'ın en başarılı yanı olan senaryosu, X-men adının ve okulun ortaya çıkışı, Profesör X'in sakat kalması, muhtemel kelliğine ilişkin nükteli göndermeler gibi çeşitli noktalarda hikayenin taşlarını öyle güzel oturtuyor ki takdir etmemek elde değil. Bu noktada bir prequel yada bir reboot nasıl yapılır sorunsalına ders niteliğinde, son derece yetkin bir örnek First Class. Bir önceki paragraftaki Wolverine filmiyle ilgili kıyaslamam da anlatmaya çalıştığım da buydu, film sona erdiğinde önceki üçlemeden bilidğimiz Profesör X ve Magneto'yu karşımızda buluyoruz, onların bu noktaya nasıl eriştiklerini de gayet etraflı bir biçimde görüyoruz. Önceki üçlemenin ihmal ettiği, yada hikayesine enjekte edemediği X-Men evrenine dair dramatik dokunuşlar ise bu filmi öncüllerinden ayıran en temel özelliği. Charles ile Eric arasındaki yakın dostluk, Charles'in çocukken tanıştığı ve diğer üçlemenin kötülerinden olan,bu filmde ise bambaşka bir hüviyette karşımıza çıkan Mystique'e kızkardeşi gibi kol kanat gerişi, finaldeki Charles ve Eric arasındaki ayrılık anı gibi bölümler seyirciye sadece aksiyon dolu bir eğlencelik değil, aynı zamanda trajik yönleri de olan dramatik bir öykü izlediğini hatırlatıyorlar. Bununla birlikte aksiyon ve mizah dolu anlar açısından da gayet zengin ve serinin diğer filmlerinden geri kalınmamış. Finaldeki nükleer yüzleşmede adrenalin doruğa çıkarken, Hugh Jackman'in cameo yaptığı sahnede de kahkaha atmaktan kendinizi alamıyorsunuz.

Önceki X-Men'lerde olduğu gibi First Class'ta da kast açısından son derece isabetli tercihler olduğu gibi, çeşitli ıskalar da mevcut. James McAvoy ve Michael Fassbender rollerine tek kelimeyle cuk oturmuşlar, niçin son yılların gözde aktörlerinden olduklarını kanıtlıyorlar. Şahsen çok hazzetmediğim McAvoy burdaki oyunculuğuyla sempatimi kazanmayı başardı. Magneto'dan sonra filmdeki en ilgi çekici karakter olan Mystique'de Jennifer Lawrence da gayet iyi. Kevin Bacon, filmin kötü adamı Sebastian Shaw'da resmen klasını konuşturuyor. Lucas Till de Havok rolüne belli bir karizma katmış. Kadrodaki isabetsiz seçimlere gelirsek başı Banshee rolündeki eleman çekiyor. Angel rolünde Zoe Kravitz de pek iyi bir tercih değil, zaten karakteri de çok iyi işlenmemiş, durduk yere saf değiştiriyor. Nicolas Hoult Hank McCoy olarak uygun bir tercihken, Beast'e dönüştüğünde aynı şeyi söylemek güç. En kritik seçim ise Emma Frost rolünde January Jones olmuş. Çizgi roman tutkunlarınca en seksi çizgi roman karakteri seçilen Frost için January Jones, ne çok seksi ne de çok güzel,ayrıyeten donuk da bir oyunculuğu var. Ben başka birisini o rolde izlemeyi tercih ederdim ama bu benim görüşüm tabi.


Guy Ritchie'nin ilk dönem filmlerinin yapımcılığından yönetmenliğe geçiş yapan Matthew Vaughn, geçen yılın fazla abartılan yapımlarından olan Kick-Ass'te haketmeden aldığı övgüleri, First Class'te fazlasıyla hakediyor. Bryan Singer'ın da hakkını yememek lazım, yapımcı olarak geri döndüğü seriye onun elinin değmesinin elzem olduğu artık aşikar kanımca. Ama gene de boynuz kulağı geçmiş durumda, X-Men:First Class hem X-men filmlerinin en iyisi, hem de yapılmış en iyi çizgi romanları arasında yerini almış durumda.