Cuma, Mart 25, 2011

Room 6 (2006) - Michael Hurst


Amy (Christine Taylor, Ben Stiller'ın seksi zevcesi) geçmişinde yaşadığı bazı travmatik hadiseler olan bir öğretmen. Bu sorunlu karakterinden ötürü  beraber yaşadığı erkek arkadaşı Nick'in evlenme teklifine bile "bi düşüneyim" tarzı cevap veriyor. Akşamına ikisi de arabada tartışırlarken başka bir arabaya çarpıyorlar. Nick'le  diğer arabadaki iki kişiden birisi hastaneye götürülüyor ama ne Amy'ye ne de diğer arabanın sürücüsüne hangi hastaneye götürüldüğü söylenmiyor ilginç bir şekilde. Sevgilisini resmen kaybedişi yetmezmiş gibi Amy çevresindeki insanların durduk yere ürkünç yaratıklara dönüşmeye başladığı sanrılar görmeye de başlıyor. Gördüğü varlıkların okuldaki öğrencilerinden biri olan Melissa'nın (Chloe Moretz) defterine çizdiği yaratıkların resimlerine birebir benzediğini görünce Melissa'nın paranormal bir durumu olduğunu anlayıp yardım isteyen Amy,  Nick'in yıllar önce yanıp kül olmuş St.Rosemary's hastanesine götürüldüğünü öğreniyor. Bu esnada Nick de porno yıldızı ile ürkünçlük abidesi arasında gidip gelen hemşire skalası ve oda arkadaşlarının pıtır pıtır ortadan kaybolmalarından bacağı kırık bir şekilde getirildiği bu hastanenin normal bir yer olmadığını anlıyor çok geçmeden.


Gerek konsept gerekse de prodüksiyon niteliği ile benzeri DTV korku filmlerinden bir tık öne çıkmayı başarıyor "Room 6" -bu arada bu ismi de nerden vermişler anlamadım hiç, 6 numaralı bir oda falan görmedim çünkü-. Bir Uwe Boll filmi olan "House of The Dead"in senaryosu ile bilinen Mark Altman'ın o filmin ikincisini yönetmiş Mike Hurst ile tekrar bir araya geldiği yapım çapına nispetle başarılı sayılabilecek bir görüntü çalışmasına ve makyaj efektlerine sahip. "The Exorcism of Emily Rose"u izlemiş herkesin hatırlayabileceği yüz dönüşüm efektleri her daim etkili olsa da biraz gereğinden fazla kullanılmış. Az miktarda başvurulup "ben ne gördüm şimdi" hissiyatı oluşturulmaya çalışılsaymış çok daha etkili olabilirmiş. Zaten bu sahnelerin senaryoya yedirilişi de sorunlu, Amy kafayı mı sıyırıyor yoksa başka bir lanet falan mı söz konusu noktalarında aydınlatıcı olmaya yanaşmıyor film, finali itibariyle de biraz fazla yayık ve soyut bir nihayete sahip. Filmi yapanlar bir korku filminde görmek istedikleri ne varsa senaryoya yapıştırıp bütçeleri el verdiğince çekmeye çalışmışlar anlaşılan, ortaya çıkan yapım psikolojik gerilimden tut canavar filmine değin farklı farklı noktalara savruluyor diye çok da kafalarına takmamışlar. Gene de lanetli hastane konsepti 10 denemenin sekizinde etkili olabilecek bir tasarı ve film de her ne kadar gore konusunda elini biraz korkak alıştırsa da bunu mümkün olduğunca değerlendiriyor.


Christine Taylor ünlü eşinin yanı sıra güzelliği ile de bilinen bir aktris ama oyunculuğuyla bugüne kadar kimseyi büyülediğini duymadım, o yüzden kendisinden yana çok bir beklentim olmasa da filme dair çalışmayan unsurlardan birisi değil kendisi (çıplak lezbiyen hemşirelerin olduğu sahnede gözlerin onu da araması dışında tabi!). Ufak bir rolü olmasına rağmen ürkütücü kız çocuğu rolünde Chloe Moretz akılda kalıcı bir performans sergilemeyi başarmış gene.

Salı, Mart 15, 2011

Drive


Dövüş filmleri, her zaman sadık bir hayran kitlesine sahip olsalar da çok saygınlıkla yadedilmezler genelde. Buna gerekçe olarak da bu filmlerin aksiyona odaklanıp güçlü bir hikaye ve karakterlere sahip olmak gibi sinemasal kaygılardan uzak olmaları gösterilir. Halbuki sinema sanatının zanaat boyutu göz önüne alındığında bu filmler büyük bir alın teri, emek barındırmaktadırlar. Hollywood usülü filmler fazla güvenlik kaygısıyla hareket ettikleri için aynı etki düzeyine sahip olmasalar da uzakdoğu mahsülü dövüş filmleri her daim insanın ağzını bırakacak bir işçiliğe sahiptirler. Jackie Chan filmleri bunun en en güzel örneğidir. Tabi burda bahsini yaptığımız filmler uçmalı,süzülmeli kılıç dövüşü filmleri olan wuxia (bkz. Hero) türünü kapsamamaktadır.

Marc Dacascos da bu janrın hollywood ayağının önemli figürlerinden biridir. Gene türün kalbürüstü örneklerinden olan (ve ayrı bir yazıyla değineceğimiz) Only The Strong'la yıldızı parlayan oyuncu, akabinde Cradle 2 the Grave, Double Dragon gibi filmlerde rol almış, arada yetenekli yönetmen Christophe Gans'la işbirliği yapıp Brotherhood of the Wolf gibi farklı denemelere de girişmişti. Sonra bizdeki buzda dansın orjinal amerikan versiyonunda yer almak gibi lüzumsuz hareketlerle karizmasını sarsan aktör en son Sultanın Sırrı isimli Türk filminde zuhur etti, birbiri ardına kötü kariyer tercihleri yapmaya devam etmekte yani...


1997 yapımı Drive ise, sadece Dacascos'un değil usa menşeli dövüş filmlerinin de zirve noktalarından birini teşkil ediyor bana ve birçoklarına göre. Guyver isimli, benim görmediğim bir manga uyarlaması ile tanınan Steve Wang'ın yönetmenliğini üstlendiği filmin şahane dövüş koreografilerine imza atan isim ise Koichi Sakamoto. Vücuduna beden gücü ve hızını arttıran bir modül yerleştirilen Toby Wong'un peşindeki kafa avcılarından kaçış mücadelesini konu edinen film zamanında direkt video piyasası için çekilmiş. Fakat genelde ikinci sınıf nitelikte olan bu tarz filmlerden farklı olarak üst düzey bir yönetmenlik-oyunculuk bileşimine sahip olmakla kalmayıp geniş çapta gösterime girmiş değme aksiyon filmlerinden de daha sürükleyici ve başarılı bir senaryoya sahip. Koreografisi itibariyle Hong kong aksiyon sinemasının tipik özelliklerini taşıyan Drive, Sakamato ve dublör ekibinin dehası ile Dacascos'un yeteneklerinin birleşimiyle sinema tarihinin en iyi dövüş mizansenlerinden bazılarını barındırıyor. Filmin ilk yarısında şantiyedeki kovalamaca ve özellikle de oteldeki baskın sahneleri bu manada hayranlıktan ağzınızı açık bırakacak derecede iyi. Dacascos'un yanısıra yan rollerdeki isimler de böyle bir filmden beklenmeyecek derecede başarılı performanslar sergilemişler. Kadeem Hardison, Toby'ye kaçışında zoraki eşlik eden zenci rolünde filmin mizahi tonunu tayin ediyor. Baş kötü adam rolünde karikatürize bir tipleme yaratan John Pyper-Ferguson ve daha o zamanlar kariyerinin başlarında olan ve bir iki yıl önce hayatını kaybeden, dengesiz ama bir o kadar da sempatik otel sahibesi rolünde harikalar yaratmış Brittany Murphy, Hardison'a bu noktada baya yardımcı olmuşlar. Toby'nin gelişmiş modeli rolünde japon aktör Masaya Kato da son derece isabetli bir tercih olmuş.

Filmleri tv'de izleyip keşfettiğimiz zamanlardan kalma olmasıyla şahsım için nostaljik niteliğe sahip filmlerden olan Drive, defalarca izlense dahi insanı sıkmayan ve her seferinde aynı keyfi seyircisine vadeden filmlerden ki benim gözümde klasiğin tarifi budur.

Cumartesi, Mart 05, 2011

Oscar 2011

Zavallı Digiturk'ün kalleş bikaç blogger sebebiyle kar marjında yaşadığı devasa düşüşün(!) neticesinde blogspota bu haftadan itibaren sansür uygulanmaya başlaması ve akabinde yaşanan şaşkalozluk, oscarlara ilişkin bu yazının gecikmesine sebep oldu. Hoş, yazmaya ne kadar değer bi hadisedir o da tartışılır ama gene de snobluk yapmayım, bi iki kelam edeyim dedim.

En iyi filmden başlayalım. Bi önceki ödül töreninde başlatılan 10 aday film uygulamasıyla birlikte artık Chris Nolan filmleri de bu gruba girmeyi başardı, görünüşe bakılırsa Pixar'a da her yıl bir filmlik kontenjan ayrılacakmış gibi duruyor... Aday listesi, geride bıraktığımız yılın eleştirel anlamda en çok alkış almış filmlerinden oluşuyordu ve bu yığın içinde kalite itibariyle açık ara önde olan Inception'ın bir oscar klasiği olarak ödüle layık görülmeyeceği aşikardı. Black Swan ve Social Network'ü başarısız bulmamakla beraber fazla abartılan filmler olduğundan daha önce dem vurmuştuk. Winter's Bone'u da bu kategoriye dahil edebiliriz. Şahsen merakla beklediğim projelerden olan 127 Hours ise bekleneni vermekten uzaktı. Aron Ralston üzerinden bir modernite eleştirisine soyunan ve belli ölçüde başarılı da olan 127 Hours, yönetmen Danny Boyle'un kağıt üzerinde son derece etkileyici olan hikayeyi fazla stililize bir yönetmenlikle peliküle aktarmayı yeğlemesi neticesinde bekleneni veremiyordu. The Fighter ve King's Speech adaylar içinde nitelik olarak öne çıkan iki örnekti, her ikisi de izlemesi keyifli yapımlardı. King's Speech'in konusu itibariyle tam oscarın ağzına layık bir film olması, ödülü kapmasını doğal bir netice haline getirmiş. True Grit ve Kids Are All Right'ı izlemediğim için haklarında atıp tutamıycam ama Toy Story 3'ün geçen yılın en iyi filmlerinden biri olarak algılanması tam bir fecaat.

En iyi yönetmen kategorisi Chris Nolan'ın aday gösterilmemesiyle daha tören öncesi bir skandala dönüşmüştü, ödülü Tom Hooper'a vererek iyice sıvamış oldular. King Speech iyi film, ama bu özelliğe sahip olmasında yönetmenliğin payı son derece düşük. Hooper'ın yönetmen olarak varlığını hiç bir şekilde hissettiremediği, son derece klasik çekilmiş film tamamiyle senaryosundan ve oyuncularından güç alıyor. Bari kendi kişiliklerini bir şekilde filmlerine yanıstmayı beceren Fincher,Aranofsky ya da Russell üçlüsünden birini ödüllendirselerdi gene affedilebilirlerdi ama bu hareketleriyle cürümlerine bi yenisini daha eklemiş oldu akademi.

En iyi aktör ve aktrist ödüllerinde şaşırtıcı bişey olmadı, gerek Portman gerek Firth rakiplerinden bariz daha öndeydiler. En iyi yardımcı aktör ödülleri de aslında böyleydi ama her ne kadar Bale'in Fighter'daki performansına dil uzatmak mümkün olmasa da Geoffrey Rush ve Jeremy Renner da gayet başarılı iş çıkarmış iki adaydı. Benim asıl gönlümden geçen isimse Winter's Bone'daki amca karakterinde son derece doğal ve bir o kadar etkileyici olmayı başarmış John Hawkes'tu ama Bale'in karşısında şansı çok yüksek değildi tabi, farkedip aday göstermiş olmaları bile bir başarı aslında. Her oynadığı filmde sinir bozucu uyuz birini, her zaman aynı uyuzluk ve sinir bozuculukla canlandırmayı beceren Melissa Leo'ya ödül verilmesi de törene dair eksilerden biri oldu, ama tabii bundan daha kötüsü de olabilirdi. Merly Streep'i 33.kez aday gösterip ödüllendirebilirlerdi mesela. Adaylar arasında Streep'in ismine rastlamamak bu yılın en büyük sürprizlerinden biriydi ama sonra baktım, geçen yıl film çevirmemiş kadın, yoksa kesin yeri hazırdı.

Bari en iyi orjinal senaryo da Inception görmezden gelinmez diye umuyorduk ama tabi bu da boş çıktı. King's Speech'in senaryosunu başarısız bulduğum falan yok ama insaf arkadaş, kaç kere böyle orjinal hikayelerle karşılaşılıyo ki, hadi Dark Knight'ta yediniz bu boku bari burda yapmayın...

Bahsini etmeye değer bir diğer kategori de en iyi müzik adaylarıydı. Öncelikle geçen yılın en iyi film müziklerine Tron Legacy ile Daft Punk imza atmıştı, ama gene de akademi bunu da görmezden gelmeyi becerdi. Social Network'un Trent 'Nine Inch Nails' Reznor imzalı müzikleri baya beğeni toplamıştı, filme de çok uyan mzüiklerdi ama bağımsız dinlendiğinde -A Familiar Taste ismi verilmiş şahane beste haricinde- hiç de keyif veren bir çalışma değil. Bourne filmlerinin bestecisi John Powell da How To Train Your Dragon'da gayda sesinin ağır bastığı kimi bestelerini ayrı tutarsak son derece klişe bir iş çıkarmıştı. Film müziklerinin efsane ismi Hans Zimmer, Inception ile bu kategorinin de yüz akıydı gene. Kendi filmogrofisi içinde Inception'ın müzikleri çok üst sıralarda yer alamaz ama Old Souls, 528491, Mombassa ve özellikle Time şahane çalışmalar, bi kere daha önünde saygıyla eğiliyoruz...