Cumartesi, Kasım 26, 2022

Legacy of Lies (2020) - Adrian Bol


Bu proje esasında yönetmenin kankası başka bir aktör için tasarlanmış ama gerekli finansmanı sağlamak için Scott Adkins gibi bir aktöre ihtiyaç duyulunca hikaye yeniden elden geçirilmiş. Tıpkı "Eliminators" gibi burada da Adkins karısını kaybetmiş bir kız babası eski ajan rolünde ama iki farkla; birincisi bir operasyon esnasında karısını yanlışlıkla kendisi öldürmüş, ikincisi de bu sefer ergenlik çağında bir kızın babası kendisi. Martin Baxter adındaki bu arkadaş son 12 yılını ordan oraya hareket halinde, yeraltı dövüşlerinde para kazanarak geçirmiş. Bu dövüş kısmı Adkins projeye eklenince hikayeye yedirilmiş gibi duruyor ama kızın dövüş sporu üzerinde isabetli bahisler oynayabilecek derecede dövüş sporuna dair malumat sahibi olmasıyla bir nebze daha anlamlı hale gelmeyi başarmış. Günün birinde genç bir kız gelip 12 yıl önce Baxter'ın karısının yanı sıra kendi babasının ölümüne sebep olmuş hadiselerin gizemini çözmenin derdine düşmüş ve bunun yolu da bir takım dosyalardan geçiyor, haliyle bunları ele geçirmek için Baxter'dan yardım istiyor. Baxter başlarda olmazlansa da aynı dosyaların derdine düşmüş Rus ve İngiliz istihbaratçılarının arasında kalması yetmiyormuş gibi kızının Ruslarca kaçırılması da eklenince genç kızla birlikte dosyaların peşine düşüyor.


Adkins'in tekmelerinden çok oyunculuğunu konuşturma fırsatı yakaladığı filmlerden biri daha "Legacy of Lies". Zaten iki tane falan dövüş sahnesi var, onlar da - her ne kadar iyi kotarılmış olsalar da- Adkins hayranlarının eli boş gitmesin diye eklenmişler gibi duruyor, onun dışında var olan silahlı sahneler kaçıp kovalamaca ve silahlı çatışmadan ibaret. Adkins, geçmişi ile cebelleşmekte olan karakteri yansıtmakta başarılı ve Honor Kneafsey tarafından canlandırılan kızı ile olan ilişkisine de zaman ayırılmış, dolayısıyla kız kaçırıldığında baba ile özdeşleşmek daha kolay hale geliyor. Yönetmen Adrian Bol filmini dtv standartlarının üstünde bir görsellikle bezemeyi başarmış ama çoğu dtv filminde olduğu gibi hikayesini gereksiz derecede şişirmiş. Ortada bir dosya lafı dönüp duruyor ama bir mcguffinden öteye de gitmiyo bu. Rusya ile Ukrayna arası münabetlere gönderme yapmaya çalışılıyor ama o da filmin çapını aşıyor biraz. Bir de estetikli suratı insana baygınlık veren rus bir aktrisce canandırılan kötü karakterle kız çocuğu arasındaki yakınlaşma da filme bir farklılık katsa da finali düşününce bir yere de varmıyor, dolayısıyla havada kalıyor. Neticede "Eliminators"a nispetle bunu daha fazla beğendim ama gene de eksileri artılarına biraz daha fazla gelen bir yapım maalesef.

Perşembe, Kasım 24, 2022

Furious 7 (2015) - James Wan


20 yıl önce başlamasına rağmen zirvesine 5.filmiyle ulaşıp son 10 yıldır da devrilmedik gişe bırakmayan bir seri olarak birçok açıdan yakınen incelemeye değer bir franchise "F&F". Gene de istediği kadar para basıyor olsun, hala "Fast Five"dan öte şöyle dört başı mamur bir film ortaya çıkarabilmiş değiller. Bir de bu film var tabii, "Furious 7".


"Fast&Furious" filmleri içinde bir çok açıdan dönüm noktası teşkil ediyor "F7" ve bunların en başında da Paul Walker'ın çekimler sürerken hayatını kaybetmesi geliyor tabii. Her ne kadar rahmetlinin kariyerinde bu filmler dışında çok da kaydadeğer bir şey yoktuysa da beklenmedik bir şekilde genç sayılabilecek bir yaşta hayata veda etmesi ister istemez tüm sinemaseverlerde bir şok etkisi yaratmıştı zamanında. Aktörün son performansını izlerken aynı zamanda bir nevi kendisiyle vedalaşma şansı verebilmesi itibariyle de ilginç bir yeri var zaten bu filmin.


Diğer önemli husus seriyi el emeği göz nuru ile besleyip büyüten yönetmen Justin Lin'in bana müsaade deyip bayrağı James Wan'a teslim etmesiydi. Hoş, Lin sonradan yakasını kurtaramayıp tekrar geri dönmek durumunda kalsa da "F7" çerçevesinde Wan gibi bir ismin seriye ne tarz bir yenilik katabileceği merak konusuydu.


Üçüncü önemli dönüm noktası da oyuncu kadrosuna Statham'ın eklenmesiydi tabii ki. Diesel ve Johnson gibi iki kelin arasına Stath'in de eklenmesi nereden bakarsanız bakın büyük bir olay ve film de intro olarak kardeşinin yattığı hastaneyi savaş alanına çeviren bir deccal müsveddesi ambalajıyla tanıştırıyor bizi Deckard Shaw'la. Geçmiş filmler düşünüldüğünde akılda kalıcı kötü karakterler çıkaramamış, antagonist olarak hikayeye soktuğu Luke "The Rock" Hobbs karakterini de müttefike dönüştürmeyi seçmiş serinin ihtiyaç duyduğu kötü adam profilini en sonunda bulduğu hissini geçirmeye başlıyor "F7" başlar başlamaz.


Beklentileri pompalayan hususlar böyleydi ama nihai ürüne nasıl yansıdı orası ayrı bir husus tabii. Bu filmlerde hikaye artık filmin üzerine kurulduğu temelden ziyade üzerine çöken bir yük gibi, bir sonraki aksiyon sekansına geçerkenki boşlukları doldurmak için varlar sadece. Shaw, bir önceki filmin kötüsü Luke Evans'ın biraderi ve kardeşinin öcünü almaya yeminli, film boyunca Toretto (Diesel) ve ahfadına hayatı dar etmek için nereye gitseler anında tepelerine bitiyor, bi yerlerine çip neyin mi takmış, nasıl oluyor da hep enselerinde kalmayı başarıyor hiç bilmiyoruz. İngiliz istihbaratının bile yaka silktiği, derin mi derin bir tip olduğunu öğreniyoruz Hobbs'tan, bu minvalde boşlukları doldurmamız bekleniyor bizden herhalde. Aradan geçen bunca zaman zarfında şunu söylemek mümkün ki karakterin ve Stath'in serideki potansiyeli bundan sonraki "F8" ve "Hobbs & Shaw"da daha iyi değerlendirildi zira Shaw burada çok düz bir karakter, bayıyor artık bir noktadan sonra. Üstelik filme oturunca beklentisine girdiğiniz bir keltoşlar standoff'u beklentimiz de karşılanmıyor. Filmin başlarında yer alan ve en iyi sahnesi olan Hobbs vs. Shaw'dan sonra Hobbs yaralandığı gerekçesiyle hikayeden çekiliyor ve finale kadar da belirmiyor tekrar. "Hercules"le çekimler çakıştığı için Johnson'ın filme ayırabildiği süre kısıtlı olmuş ama gene de gönül üç kelin bir arada olduğu bir sahne görmek istiyor. Johnson'ın da Diesel'la medeni bir ilişki yürütebildiği son film de bu oldu zaten, artık hollywood tarihine geçen takışmaları da bir sonraki filmin çekimleri esnasında olmuştu zira.


Hikayenin işlevsizliğinden yukarıda dem vurmuştuk, biraz daha açmak lazım; işlevsizden ziyade bayıcı çünkü. Vin Diesel'in her yeni "FF" filmiyle büyüyen egosu oynadığı karakteri de köpürtüyor, şişindikçe şişinen, ağzından "familia"dan başka laf çıkmayan, ne yaparsa yapsın burnu bile kanamayan, her daim cool ve soğukkanlı görünücem diye kapkasıntı bir tip haline gelmiş bir karakter Dominic Toretto. Hele izlemesi her daim işkence olan Michelle Rodriguez'le olan romantik olmaya yeltenen sahneleri tümüyle evlerden ırak, ben hayatımda bu denli kimya uyuşmazlığından muzdarip bir çift daha görmedim. 
 

Familianın diğer elemanları da hiç bir seyir zevki vaadetmiyorlar, özellikle Tyrese Gibson ile Ludacris'in üzerine bindirilen komik olma yükü senaryonun mizahtan nasipsizliği sağolsun güldürmek şöyle dursun, acınası bir hal alıyor. Bir noktada hikayeye dahlolan Kurt Russell her daim sevdiğimiz bir üstat ama karakterinin gördüğü en önemli işlev dünün kenar mahalle araba hırsızlarını süper ajana dönüştürmek oluyor. Nasıl işse usta ajanların beceremediği işleri yapabilecek bir potansiyele sahip bu ekip, bu vesileyle CIA uçağından paraşütle araba da bırakıyorlar, Dubai'ye gidip en lüks arabalarda en lüks otellerde fink de atabiliyorlar.

 
Peki filmin hiç mi doğru yaptığı bir şey yok? Var elbette. Ne zaman ki insanlar susup arabalar konuşmaya başlıyor, o noktalarda film şaha kalkıyor. Bu noktada James Wan'in Hobbs-Shaw kavgasında etkin kullanılan bir dönen kamera hareketi dışında seriye görsel olarak bir şey katabildiğini söylemek güç, Justin Lin'in izinden gitmiş genel olarak. İyi de olmuş çünkü aksiyon sahneleri artık işini bilen bir ekibin elinden çıkma olduklarını belli ediyorlar (özellikle yukarda değindiğimiz dövüş sahnesi), her ne kadar inandırıcılık gibi bir gayeyi umursamasalar da. Tony Jaa ilk Hollywood deneyimini rahmetli Walker'la tepişerek geçiriyor iki ayrı sahnede. İlki çok başarılı olmasa da ikincisinde çevikliğini gösterme şansı yakalıyor ve tam bizi Walker'in hiç bir ahval ve şerait altında Jaa'yı alt edemeyeceğine ikna etmek üzereyken hile hurda bir vesileyle hakkın rahmetine kavuşuyor. Geriye kalan da Nathalie Emmanuel'in tatlı aksanı ve güzel kıvrımları oluyor. 

Pazartesi, Kasım 21, 2022

Eliminators (2016) - James Nunn


Geçen yıl şaşırtıcı derecede kaliteli oluşuyla herkesi şaşırtan "One Shot"tan sonra yönetmen James Nunn ve Scott Adkins ikilisinin bir önceki işbirliklerini izlemeyi kafaya koymuştum ama ancak mümkün oldu. Aslında ikilinin beraber çalıştığı ilk yapım "Green Street Hooligans" serisinin 2013 tarihli üçüncü filmi "Underground" ama o seri hakkında sıfır malumatım olmasından mütevellit hiç bulaşmayıp direk bu filme daldım.


Güvenlik görevlisi olarak görev yapan Martin Parker'ın (Adkins), kızıyla beraber yaşadığı ev bir gün maskeli bir takım serserinin saldırısına uğrar. Adamlar yanlışlıkla bu eve girmişlerdir ama Parker ile kızı yüzlerini gördükleri için onları öldürmeleri gerektiğine kanaat getirirler. Bu noktada kızını kurtarmak isteyen baba, içindeki ninjayı ifşa edip heriflerin alayını haklar ama bu ulusal basına manşet olmasını ve kızının da kendisinden uzaklaştırılmasını beraberinde getirir. Bu noktada öğreniriz ki Parker aslında McKenzie isminde eski bir ajandır ve geçmişte gizli görevle şebekesine sızdığı Charles Cooper'dan (James Cosmo) gizlenmek için farklı bir kimliğe bürünmüştür. Açığa çıktığında Cooper'ın ilk işi McKenzie ve kızının peşine Bishop (Stu Bennett) isminde usta bir suikastçi takmak olurken McKenzie de Cooper'dan önce kızına ulaşmak için canını dişine takar.


Sonda diyeceğimi başta söylemek pahasına da olsa beklediğimi bulamadığım bir yapım oldu "Eliminators". Bir DTV filmine göre resimleri, yapım kalitesi vs. fena değil aslında, hikayesi de sürükleyici sayılır. Adkins tekmelerinin şaşaasından çoğu zaman göz ardı edilen aktörlük yeteneğini gösterme şansı yakalamış. Kötü adam kategorisinde de James Cosmo gibi usta bir isim ağırlığını hissettirirken güreşçi eskisi Wade Berrett, ya da gerçek adıyla Stu Bennett da heybetine nispetle hantallıktan uzak oluşu ve ortalamanın üstü oyunculuğu ile Adkins'e ideal bir rakip olmuş. Bu artılarına rağmen sonuçta herkes gibi ben de bir Scott Adkins filminin karşısına hikayesi için değil aksiyonu için oturuyorum ve o manada aradığımı bulamadım açıkçası. Yönetmen James Nunn özellikle dövüş sahneleri bazında ele alındığında çok aksiyon filmi yönetmeni bir insan değil. "One Shot" da tekmelerden ziyade silahların konuştuğu bir filmdi ama orada gerçek zamanlı bir hikayeyi tek çekimle anlatma konseptinden azami bir şekilde faydalanıyordu. Burada öyle bir şey yok, dolayısıyla elimizde kalan iki üç göze batan dövüş sahnesi ve iz bırakmayan bir iki silahlı çatışma. Çoğu Adkins filminde olduğu gibi dövüş koreografisi burada da Tim Man'e teslim ama ben hala kendisinin işçiliğine çok ısınabilmiş değilim. Bu konularda işinin ehli bir yönetmenle çalıştığında daha kaliteli işler çıkaran bir isim muhtemelen ve Nunn değil o. Burada da Adkins'in bir teleferikte iki kişiyle kapıştığı sahne ve Stu Bennett'la boğuştuğu iki ayrı bölüm var en göze batan. Hiç biri çok kötü çekilmiş değil, hatta Adkins'in alamet-i farikası uçan tekmelerini izleme şansımız da oluyor ama gene de şöyle bir "hah, süper olmuş" diyerek izleyemiyorsunuz. Bilmiyorum, belki de "Undisputed"ları falan izledikten sonra Adkins'in her yeni işinde benzeri bir tat almayı umuyoruz ve bu manasız olduğu kadar adaletsiz de aslında ama işte göz bir kere görünce gönül de arıyor. Yani kötü film değil "Eliminators", sadece Adkins'in en iyi işi değil.

Çarşamba, Kasım 16, 2022

Never Back Down: No Surrender (2016) - Michael Jai White


Michael Jai White'ın şu ana kadar yönettiği yegane iki filmin ikisinin de "Never Back Down" filmi olmasına bakılırsa aktör/yönetmenin ya seriye ya da MMA'ye ekstra bir meftunluğu olduğu aşikar. "Undisputed 2" gibi ilk filmden daha iyi olan dtv devam filmlerinden biri olarak kabul edilse de bu iki yapımın Jai White'ın takipçisi olan benim gibiler dışında çok insanın radarına girdiğini zannetmiyorum. Bunun temel sebebi de ortaya belli bir düzeyin üstünde eğlenceli filmler koysa da neticede kimsenin ağzını açık bırakacak işler değil bu filmler. Görsel olarak zaten DTV standarlarının üzerine çıkma gayreti ya da imkanı yok belli ki, Alexa ile çekilmiş soğuk bir dijital görsellik hakim genel olarak. Dövüş kısmı da, eh işte.


Jai White'ın canlandırdığı Case Walker'ın, üçüncü sınıf dövüşlerde kendini göstermeye devam ederken eski dostu, yeni şampiyonlardan Brody tarafından yapacağı bir karşılaşmaya hazırlanmasına yardım etmesi için Tayland'a davet etmesiyle başlıyor film. Bundan sonrası Brody'nin bağımlılık problemleri, menajeri ile Case'İn yakınlaşması, antrenman kampındaki gençlerin Case'den yardım istemeleri, salonda kendi kendine idman yapan Tayland'lı kız vb. birçok ayrı ve birbiriyle çok da alakası olmayan kollardan akmaya başlıyor hikaye. Ne senaristin ne de White'ın bunları birbirine bağlama gibi bir derdi yok, ama her biri kendi çapında bir finale sahip oluyor film bittiğinde. Zaten bu filmleri hikayesi için izlemiyoruz, o yüzden çok da şikayet edecek bir şey yok. Zaten dağınık mağınık da olsa, bir şekilde akmayı başarıyor film ve bunun yegane sebebi Jai White. Bir önceki filmde diğer karakterleri öne çıkarıp kendini geriye çeken aktör burada ön plana kendini koymuş, iyi de yapmış. Önceki filmdeki kibirli bir şekilde yansıttığı karakteri burada daha alçakgönüllü ve -özellikle gerçek hayattaki karısı Gillian White tarafından canlandırılan menajerle olan ilişkisi üzerinden ilerleyen bölümlerde- yer yer utangaç bir şekilde canlandıran aktör filmi bu şekilde sırtlamayı başarıyor. 


"Undisputed 3"den tanıdığımız Larnell Stovall bir önceki filmde olduğu gibi burada da dövüş koreografisinden sorumlu. Gerek kendisinin gerekse de White'ın dövüş mevzu bahis olduğunda yeteneklerinden şüphem yok, muhtemelen çekim için kendilerine verilen bir gıdım sürede ellerinden gelenin en iyisini yapmaya gayret etmişlerdir. Öte yandan etkileyen faktörler ne olursa olsun neticede dövüş sahnelerinin "yeterli"den daha fazla bir şekilde betimlenecek bir tarafı yok, burası da bir gerçek. Gene de sonuçta heybetine oranla bir hayli kıvrak adam dövebilen White'ı izlemek her daim keyifli. Gerçi burada karşısına çıkan adamlar kendisinden daha iri kıyım çoğunlukla. Josh Barnett midir nedir, eski güreşçiymiş, bir tek o çok battı benim gözüme. Oyunculuğu neyse, bir noktaya kadar idare ediliyor da, yegane dövüş sahnesindeki hantallığı yadırgatıyor kendini. "Boyka:Undisputed"un final boss'ları Brahim Chab ve devasa Nathan Jones, "Triple Threat"daki kötü İngilizcesi ile nedense aklımda yer etmiş JeeJa Yanin gibi tanıdık simalar var neyse ki, daha iyiler. Bir de Tony Jaa var, kendisini makaraya alan performansıyla kısa da olsa filmde kendini belli ediyor. Son tahlilde meraklısına sıkılmadan vakit geçirtecek,sonra da çok hatırlanmayacak bir yapım, Michael Jai White meraklılarına hitap ediyor daha ziyade.


Gurbet Kuşları (1964) - Halit Refiğ


Halit Refiğ'in yeşilçam döneminden en bilinen işi olmasının yanı sıra Cüneyt Arkın'ı sinemaya kazandıran ilk film de aynı zamanda "Gurbet Kuşları". Adının Orhan Kemal’in yine bir İstanbul’a göç hikâyesini anlattığı ve 1962’de yayımlanan romanından alan film, esasında Turgut Özakman’ın ilk kez 1961 yılında sahnelenen “Ocak” adlı oyunundan uyarlanan, senaryosunu Halit Refiğ’in, diyalogları Orhan Kemal’in yazdığı bir yapım. 60'larda artık yadsınamaz bir hal almış olan iç göç dalgasını hikayesine konu edinen ilk yapumlardan biri olması itibariyle önem arzeden film taşradan İstanbul'a göçen bir aileyi merkezine alır. Araba tamircisi babanın taşı toprağı İstanbul'dan nasiplerini alacaklarına dair en ufak şüphesi yoktur. Bu özgüvenini iş ahlakıyla pekiştirmekten acizdir oysa, müşterisiyle nedensiz tartışıp ayağının dükkandan çekilmesine sebep olacak kadar öngörüsüz bir adamdır ve bu hususiyetini sonraki iş denemelerinde de sürdürür. Babasının yanında çalışan Cüneyt Arkın'ın -haliyle biraz acemice- canlandırdığı büyük oğlan sorumsuzlukta babasından geri kalmaz, işine sahip çıkmaktansa evli bir kadının peşinde koşmakla geçirir vaktini. Tanju Gürsu'nun canlandırdığı ortanca oğlan geçimini taksicilikten kazanırken bir yandan gece hayatına abanıp kendine dost tutmakla meşguldür. Küçük oğul ise tıp fakültesi öğrencisidir, hoşlandığı kız kendini yadırgamasın diye ailesi ve kökleri hakkında başlarda yalan söylese de kızın bir noktada gerçeği öğrenmesiyle kendiyle barışık bir insan haline gelir, kızla da arasını düzeltir. Pervin Par'ın canlandırdığı ailenin tek kızı, ailenin erkeklerince sıkboğaz edildikçe daha fazla şuh komşusunun pençesine düşer ve tahmin edileceği üzere en nihayetinde kendini "kötü yol"a düşmüş bulur. Filmin finali kızın peşine düşülmesi üzerinden çözümlenir ve film biterken aileyi köyüne geri dönerken buluruz.


Bu mevzuyu çok daha sağlam temeller üstüne oturtan "Gelin" gibi filmleri düşününce Refiğ'in filminin biraz fazla melodrama abandığı aşikar. Gerçi çekildiğinin üzerinden 60 yıla yakın bir süre geçmişken bu lafı etmek biraz kolay tabii, çekildiği dönemin şartları itibariyle normal de karşılanabilir. Bu minvalde "Gurbet Kuşları"nı göç üzerine yapılmış bir dramadan ziyade göç olgusunu kendisine fon yapan bir yeşilçam melodramı olarak kabul etmek daha doğru. Öte yandan küçük oğlanın bu olgu üzerine müstakbel kayın pederi ve nişanlısı ile yaptığı didaktik konuşmalara bakınca yönetmenin mevzu üzerine fikir beyan etmeye niyetli olduğu da aşikar. Aşikar ama çok da kayda değer bir söz söyleyebiliyor da sayılmaz; filmin konu edindiği aile aklını başına devşiren küçük oğlan dışında -ki onun hikayesi de sorunlu zira nişanlı kızın ailesinin bir taşralı genci bir anda bağırlarına basmaları, aynı zamanda kentli bir kızın taşralı bir aileyi böylesine kolaylıkla benimsemesi hiç gerçekçi değil- hiç bir şekilde tutunmayı başaramazken Hüseyin Baradan'ın canlandırdığı köylü kurnazı karakterin kademe kademe yükselerek refaha ermesi tezatından hareketle tam olarak böyle bir karakter olmadıkça büyük şehirde tutunmanın mümkün olmadığını söylemeye çalışıyor muhtemeln Refiğ. Öte yandan filmdeki ailenin kente uyumsuzluklarının yegane sebebi akıllı hareket edememeleri değil, aynı zamanda ahlaken de bir çöküş içindeler. Fevri ve akılsız hareketleri ile elindeki işi tutmakatan aciz bir baba ile karı-kız peşinde koşmaktan önlerini göremeyen oğullarının mevzu kızkardeşleri olunca ahlak kumkuması kesilmekten geri duramadıkları bir yapılanma bunlarınki. Zaten taşradayken de çok işlevsel değillerdi muhtemelen, ahlaksızlıklarını açığa çıkaracak bir ortamları yoktu sadece, büyük şehre gelir gelmez her biri bu imkanı yakalıyor ve cozutuyorlar. Hal böyleyken Baradan'ın karakterini bunlardan ayrıksı kılan özelliği ahlaki seviyesi değil uyanıklığı oluyor sadece. Son not olarak; tıpkı bugün olduğu gibi 60 sene önce de göç dalgası karşısında kentllilerin çözümü dış göçte aradıklarını görmek de bir başka ilginç nokta filme dair.


Halit Refiğ sinemacılığı ve senaristliği itibariyle çağdaşlarının gerisinde kalmış belli ki ama Çetin Gürtop'un kamerasından güzel ve artık bir hayli nostaljik hale gelmiş İstanbul manzaraları sunmayı başarıyor, finalde Arkın ile Gürsu arasında gerçekleşen çatıdaki kavga sahnesi de mekan seçimi ile bir hayli gerici olmayı başarıyor. Aynı zamanda sinemamıza Cüneyt Arkın'ın kazandırmasının yanı sıra Filiz Akın ve Sevda Ferdağ'ın ilk göze battığı filmlerden biri olması itibariyle de önemli. Gene de çok da bir beklentiye girmeden izlenmeli.