Pazar, Haziran 10, 2012

Twixt


Francis Ford Coppola'ya karşı hiçbir zaman çok büyük bir hayranlığım olmadı ama neticede sinema tarihinin en saygı gören filmlerinden bazılarına imza atmış bir adam, bunu inkar etmek imkansız. Hal böyleyken kariyerinin son demlerini öğrenci filmi gibi şeylerle geçiriyor olmasını anlamak biraz zorlaşıyor.


Spielberg ve Scorsese gibi çağdaşlarına kıyasla biraz daha garip, biraz daha "artiz" bir figür olduğunu göz önüne alınca çok da şaşılacak bir şey yok gerçi. Yazının konusu filmi "canlı kurgulama" şeklinde göstermek gibi bir fikri varmış ilk başta örneğin. Seyircinin tepkilerine göre sahneleri uzatıp kısaltacak, hikaye ögelerini falan değiştirecekmiş. Neyse ki bunun pratikliğin zıttı bir deney olduğu idrak edilmiş de vazgeçilmiş. Saçma sapan işler, neyse.


En son 1997 tarihli "Jack" filmiyle stüdyo sistemi kapsamında bir iş yapan Francis Ford Coppola bundan 10 yıl sonra insana afakanlar bastıran "Youth Without Youth" ile sinemalara geri dönüş yapmıştı. Nasıl pazarlanacağı bilinemediği için pek izleyici bulamadığı gibi eleştirel manada da hoş karşılanmayan bu filmin sonrasında kendi çekip kendi dağıtacağı ve seyirci derdine düşmeyeceği filmler yapmaya odaklanacağını belirtmiş yönetmen. "Twixt" de bu sürecin 3 yıl önce yapmış olduğu ve benim izlemediğim "Tetro" sonraki ikinci örneği görünüşe bakılırsa.


Hall Baltimore (Val Kilmer) isimli çok da başarılı olmayan bir yazarın kimsenin gelmediği bir imza günü vesilesiyle uğradığı bir kasabada işlenen bir cinayet üzerinden gelişiyor "Twixt"in hikayesi. Kasabanın şerifi (Bruce Dern) cinayetin arkasında bir gizem olduğundan emin, Hall'ın da nadir hayranlarından, ona bu olay üzerine ortak bir kitap yazmayı teklif ediyor. Şerif ile kreatif bir ortaklık fikri çok çekici gelmese de olayın kendisi gerçekten ilgisini uyandırıyor Hall'ın. Belki de bu sefer daha popüler bir kitap ortaya çıkarırım umuduyla başlıyor araştırmaya. Coppola bu ya, hikayeyi böyle kendi haline bırakmıyor tabi, bir de rüya alemini sokuyor işin içinde -filmin ismi de buradan geliyor zaten; between (arada) kelimesinin eski versiyonu olan betwixt'in kısaltılmışı twixt-. Yanında beliren V (Elle Fanning) isimli bir kızla kasabanın rüya versiyonunda gezinen Hall (Ben Chaplin) bir noktada Poe ile karşılaşıyor ve ona kitap fikrinden bahsediyor. Diyor ki bu kitabı yazabilmem için cinayeti kimin işlediğini öğrenmem lazım, Poe da içinde sübyancı rahiplerle vampirlerin bir arada olduğu, Hall'ın uyanık olduğu vakitlerde yaşadıklarına da sirayet eder hale gelen bir hikayeyi başlıyor anlatmaya.


Gördüğü bir rüyadan yola çıkarak senaryoyu yazan yönetmen, Poe'nun ve Nathaniel Hawthorne'nun yapıtlarından esinlendiğini söylemiş. Poe sadece bir karakter olarak filmde yer almıyor sadece hayatında birçok detayı da hikayeye yedirmiş yönetmen. Poe'nun yaşadığı şehir olan Baltimore baş karakterin soy ismi olmuş mesela. Kendisi 27 yaşındayken evlendiği 13 yaşındaki kuzeni Virginia da burada Hall'un katilini bulmaya çalıştığı V olarak karşılığını bulmuş. Tüberküloz hastalığı neticesinde hayatını kaybeden Virginia üzerinden güzel, genç ve masum olanın ölümü üzerine bir alegori yapmaya çalışmış muhtemelen yönetmen, biraz çorba yaparak tabii. Poe ile Hall'un yazım tekniklerini tartıştığı bir sahne var, ünlü şiiri "The Raven"ı nasıl yazdığını metodolojik olarak anlattığı bir bölüm. İzlediğimde derinliği ile etkileyici bulmuştum ama sonradan öğrendim ki yazarın ünlü makalesi "The Philosophy of Composition"dan birebir kopya yapmış Coppola.


İçinde ilginç fikirler barındırsa da öğrenci filmi gibi derken de boşa konuşmuyoruz, geniş bir araziye yayılan kendi evinde çekmiş filmi yönetmen.  İnsanın ismi Coppola olunca bahçesinde çektiği filme bile en azından Val Kilmer, Bruce Dern ve Elle Fanning gibi isimleri toplayabiliyor. Bileşenler fena değil yani aslında ama uygulama vasatın altında. Gün içinde geçen kısımlarda ışıklandırmadan tut kurguya kadar sıfır bütçe ile çekilmiş ultra indie bir film izlediği hissiyatına kapılıyor insan. Rüya bölümlerinde de seçilen renk paleti ve bir iki ürkütücü slow mo sahne sayesinde film biraz stil ve kişilik kazanıyor olsa da o kısım da gene çok amatör kokan bir yeşil ekran kullanımından kaybediyor. 
 
Hayır, madem bütçeyi düşük tutup çoğunluğu sürreel sularda gezinen kafana göre bir film yapma derdindesin, adı belli iyice garipleşip "Eraserhead" misali bir şeyler yaratsana be adam. Kendisinin stüdyo sistemi içinde yaptığı "Bram Stoker's Dracula"  bile -aradaki yapım kalite farklarını bir kenara koyarsak tabii- bundan çok daha cüretkar bir filmdi. Nerede o filmde insanın zihnine nakşolan gotik imajlar, nerede bu filmin amatör korku filmi öykünmeleri... Val Kilmer, Bruce Dern ve Elle Fanning ellerinden geleni yapsalar da bir yerden sonra oyuncu kadrosu geri kalanı kurtaramıyor haliyle. İnsanın yaşlandıkça artistik yeteneğinde körelmeler yaşanmasından daha üzücü bir şey varsa o da kişinin bunu görmekten aciz olması olsa gerek. Coppola'nın kendi doğrusunu tez vakitte bulabilmesi dileğiyle.
 

Pazar, Haziran 03, 2012

Safe: Beklentileri Aşan Bir Statham Filmi


Aksiyon ikonu geleneğinin günümüzdeki yegane bayraktarlarından olan ve bu yönüyle bu satırların yazarı gibi birçoklarının takdirini kazanmış Jason Statham cephesinde işler çok iyi gitmiyor bir süredir. Filmogrofisinde ara ara kötü filmlerin yer alması değil bahsettiğimiz, daha ziyade gişede eski performansının uzağında seyretmesi. En son 2008'de Transporter 3,Death Race ve Bank Job ile bu manada başarılı bi yıl geçiren Stath,sonrasında sadece Expendables ile gişede gün yüzü gördü ki o da birçok yıldızı kadrosunda barındıran bir filmdi. Bundan sonraki proje seçimlerinde biraz farklı bir güzergah izlemesi şart gibi görünüyor yoksa 90'ların sonunda Van Damme,Stallone ve diğerlerinin başına geldiği gibi teatral gösterime girmeyen B filmlerinin aktörü haline gelebilir. Sırada Taylor Hackford ve Brian De Palma gibi namlı yönetmenlerle çalışacağı iki projesi var,bir de Stallone'un senaryosunu yazdığı bir film. Bakalım son yıllarda üzerine yapışan klişelik hissini üzerinden atabilecek mi göreceğiz.

Bu ay içinde gösterime giren son filmi Safe bu noktada ilginç bir film çünkü hasılatı itibariyle bekleneni veremeyen Statham filmlerine eklenen son halka olmasına rağmen gişesine tezat bir şekilde nitelikli bir aksiyon sineması örneği. Safe gibi gayet düz ve sıradan bir isimle yola çıkılması dışında olumsuz bir özelliği bulunmayan böyle bir filmin seyirciden gerektiği kadar ilgi görmemesi üzücü olmuş. Bir şekilde tüm New York mafyasının peşine düştüğü bir kızın kurtarıcılığını üstlenmek durumunda kalan geçmişi karanlık bir karakterin hikayesini anlatan Safe, çok özgün olmamakla beraber eli yüzgün düzgün yazılmış bir senaryodan yola çıkıp yönetmeninin maharetiyle parlayan bir film. Filmogrofisinde bugüne kadar pek de kaydadeğer bir işi olmayan Yakin, beklenmedik biçimde şık ve stilize aksiyon koreografileri barındıran bir filme imza atmış. Safe gibi tür sineması örneklerinde artık çok sık karşılaşılmayan bu durum, filmi bağrımıza basma sebeplerimizden de biri aynı zamanda. Paul Greengrass (Dan Bradley'nin de katkısıyla) Bourne serisinde harika bir iş çıkartmış olsa da bu filmden sonra aksiyon janrına egemen olan aktüel ve bir o kadar da sallantılı kamera kullanımı, arada Vantage Point gibi iyi örnekler haricinde çoğunlukla filmin izlenilirliğini düşüren bir etken oluyor. Birkaç ay önce gösterime giren Safe House bu noktada ideal bir örnek,o filmde de sarsıntılı görüntülerin arasında cool birşey oluyorsa da anlaşılmama gibi bir sorun yaşanıyordu. Yakin işte bu "cool" action kavramını hakkıyla yerine getirerek iyi bir tür sineması örneği ortaya koymuş. Bundan sonraki işlerinde bu çıtasını daha da yükseltir umarız.


Safe,Jason Statham için canlandırdığı karakter itibariyle de görece farklı bir film zira Luke Wright ne bir Frank Martin ne de bir Chev Chelios. İlkinin coolluğundan,ikincisinin mizahından da yoksun,karanlık ve dramatik bir figür. Dolayısıyla Stath'in burda aktörlük kumaşını bir nebze de olsun zorladığını belirtmek gerek. Stath dışındaki yan rollerdeki oyuncu kadrosu ilginç biçimde karizmatik adamlardan müteşekkil (Anson Mount,Chris Sarandon,Robert John Burke vs) bu da filmin tonuna ilginç bir katkıda bulunmuş. Zaten Boaz Yakin'in senaryosu mafya figürleri,politikacılar ve polislerin kolkola hareket ettiği karanlık ve sert bir gerçekçilikle bezeli bir New York portresi çizerken,oyuncu seçimindeki isabet de hikayenin bu yönüne katkıda bulunuyor. 

Cumartesi, Mayıs 26, 2012

The Matrix Revisited



The Matrix sinema tarihine damga vuran filmlerden biri olduğunu kamera arkası belgeseliyle de belli ediyor. İlk olarak 2001 yılında ayrı bir dvd olarak piyasaya sürülen Revisited, daha sonra üçlemenin tamamlanmasıyla Ultimate Matrix Collection serisine eklenmiş. The Matrix filminin fikir safhasından post prodüksiyonuna kadar her bir aşamasını tüm teferruatlarıyla ele alan çalışma, naçizane bendeniz gibi Matrix fanlarını mest edecek cinsten. Prodüksiyon ekibinin önde gelen simalarının yanı sıra, elbette ki yapımcılar ve başrol oyuncuları da belgeselde yer alırken,asıl bomba hiçbir şekilde röportaj vermemeleriyle bilinen Wachowski'lerin, bu belgesel için bir istisna yaparak filmleri hakkında kelam etmeleri. Bu bile tek başına filmi izlemek için bir neden. Rastladığım en kapsamlı kamera arkası belgeseli diyebileceğim Matrix Revisited, film yapım sürecine ve özellikle Matrix gibi efsane bir filmin yapım sürecine nüfuz etmek isteyenler için kaçırılmaması gereken bir çalışma

Yeri gelmişken Ultimate Matrix Collection'ın diğer parçalarından da bahsetmekte fayda var. Üçlemenin tamamlanmasının ardından piyasaya sürülen 10 diskten müşekkil bu devasa setin, Matrix Revisited'ın devamı olarak görülebilecek Matrix Reloaded Revisited ve Matrix Revolutions Revisited'ı da içinde barındırıyor ama bu ikisi klasik dvd ekstrası formatında, Matrix Revisited gibi uzun metraj şeklinde değil. Koleksiyonun diğer parçaları Animatrix, Burly Man Chronicles, Zion Archive ve Roots of The Matrix.


Bunların içinde en ilgi çekici olanı The Roots of The Matrix. Birer saatlik iki filmden müteşekkil belgesel Matrix'in düşünsel arka planın etraflıca irdeleyen,son derece keyifli bir çalışma. İlk film The Hard Problem:Science Behind The Fiction Matrix'in teknolojik ve bilimsel gelişmeler çerçevesinde duruşunu ve anlamını irdelerken, görece izlemesi ve takip etmesi daha kolay olan Return to The Source:Philosophy and The Matrix ise Matrix'teki felsefi ve dini göndermeler üstüne konusunda yetkin kişilerin tartışmaları üzerine kurulu. Wachowski'lerin dehasının sinemayı geri dönülmemecesine değiştirdiğini bir kez daha idrak edip ikiliye haklarını teslim etmek için bir fırsat daha sunan bu iki belgesel,Matrix'in entellektüel değeri üstüne derli toplu bir belgesel izlemek isteyenler için de birebir.

Pazartesi, Mayıs 21, 2012

How I Spent My Summer Vacation


Wachowski'lerin James McTeague'nin yönetmenlik kariyerini başlatmasına ön ayak olmalarına benzer bir şekilde Mel Gibson da asistanı Adrian Grunberg'e el vermiş senaryosunu yönetmenle ortak yazıp yapımcılığını üstlendiği bu filmle. Ama Grunberg, McTeague kadar kısmetli bir adam değilmiş demek ki zira ilk yönetmenlik denemesi Gibson'ın Hollywood'daki itibar kaybının gölgesinde ABD'de sinemalarda gösterilmeden direk VOD yoluyla seyircisiyle buluştu. Bir bakıma yazık olmuş çünkü yer yerinden oynatacak özgünlükte olmasa da eli yüzü düzgün ve sinemalarda gösterim şansı bulan birçok benzerinden daha nitelikli yapım karşımızdaki. Özellikle senaryo hanesinde akıcı dialogları ve iyi tasarlanmış başkarakteriyle göze batan film, Gibson'ın da halen bir filmi sürükleyebilecek kapasiteye sahip olduğunu ve filmin protoganisti Gringo gibi karakterleri oynamak için biçilmiş kaftan olduğunu da hatırlatıyor bizlere. Yönetmen Grunberg'in de gelecek vaadeden bir isim olduğu söylenebilir,özellikle giriş bölümünde yer alan sınırdaki kovalamaca gibi birkaç sahnede yönetmenlik ışıltısına rastlamak mümkün. Fakat yabancı basındaki genel kanaatin aksine ben görüntü yönetimini hiç de başarılı bulmadım. Doğal ışık kullanımı belki bir noktaya kadar filme bir otantiklik kazandırmış ama uzun zamandır dijitalle çekildiğini bu kadar seyircisinin gözüne sokan görsellikte bir film izlememiştim,bence filmin eksi hanesine yazılabilecek bir nokta bu. Bir de ABD'de filmin isminin Get The Gringo'ya çevrilmesi,o da baya amele bir hamle olmuş.

Pazar, Mayıs 20, 2012

Hick

 
Yönetmen Derick Martini'nin, bu filmde de yer alan Rory Culkin'in başrolünde yer aldığı ilk filmi "Lymelife"ı sevmiştim. Sıradan karakterlerin kendi halindeki yaşamlarından kırıntıları başarıyla anlatan sıcak bir filmdi. Dolayısıyla ikinci filmine karşı belli bir pozitif önyargıyla yaklaştım. Fakat nereden tutsan elinde kalan bir materyalle yönetmenin başarılı bir film ortaya koyabilme potansiyelinin düşüklüğünü görmek çok zor olmadı.

Aile departmanından yana bir hayli talihsiz bir olan Lulu'nun evini terketmeye karar vererek yollara düşmesini konu edinen film, yol boyunca karşılaştığı karakterler ve etkileşimleri üzerinden ilerliyor. İlginç bir şekilde tanıştığı kişilerin her biri ile anında bağ kurmayı başaran karakterimiz belli bir noktada bunların hiç birinin sağlam ayakkabı olmadığını anlamasına rağmen anlaşılmaz bir şekilde gene de bunlarla takılmaya devam ediyor ve kendini olmadık pozisyonlarda bulmayı başarıyor.  


Grafik bir sahne içermese de orta yaşlı bir adamın zihninden fırlamış gibi duran filmin Andrea Portes ismindeki bir bayanın kendi yaşamından otobiyografik öğeler taşıyan, çok satanlar listesine girmeyi başarmış romanından kendisi tarafından uyarladığını öğrenmek şaşırtıcı. Gene de 13 yaşında bir kızın finale doğru kendini bir yatağa bağlı bulduğu filmin izleyici kitlesi olarak kimi hedeflediği sorusunu sormadan edemiyor insan. Hele o dönem "Kick-Ass" ile yıldızı parlamış Chloe Moretz bu role nasıl ikna edildi diye düşünürken filmin yapımcıları aradında aile bireylerini görmek daha da ilginç. Her halde oyunculuk gücünü gösterebileceği bir proje olarak düşünüp destek verdiler ki çok yanlış bir varsayım da sayılmaz çünkü hakikaten rolünün hakkını vererek büyülmüş de küçülmüş kız çocuğu rollerinin en iyilerinden birini sergiliyor. Gene de bu durum filmi kurtarmaya yetmiyor tabii ki. 
 

Hani fazla özgür takılmanın zararlarına dair ibretlik bir hikaye anlatma gibi bir derdi mi var deseniz hayır, fonda çalıp duran Bob Dylan tınılarıyla fazla light bir tarzı var filmin. Başroldeki karakterin de zaten içine düştüğü, kimi trajik olan durumlara verdiği tepkiler  de ya fazla naif ya da olması gerekenden bir hayli fazla derecede duyarsız. Eddie Reymayne ve Blake Lively'nin başını çektiği yardımcı oyuncu kadrosunun performansı oradan oraya savruluyor çünkü karakterleri savruk. Muhtemelen roman formatında daha iyi işleyen bir hikaye bu, karakterlerin nereden gelip nereye gittikleri, aldıkları kararlara yön veren geçmiş deneyimlerinin ne olduğuna dair daha net fikirler edinmek belki bir roman uzunluğu içinde mümkün. Belki de değil,bilmiyorum romanı okumadığım için. Ama her halükarda hem Martini'nin yönetiminin hem de Portes'in senaryosunun bu alanda sınıfta kaldığı kesin.
 
 

Perşembe, Mayıs 03, 2012

Kaçırılmış Bir Fırsat Olarak The Raven


Edgar Allan Poe'nun ömrünün son bir haftasını nerde geçirdiği hususunun bugüne değin gizemini koruyor olması hayalgücünü gıdıklama konusunda çok verimli bir unsur olagelmiş, burdan yola çıkan bir çok eser verilmiş bugüne kadar. Gene aynı şekilde Poe'yu bir seri cinayet gizemini çözmek için karakter olarak kullanmak fikri de birçok kereler kullanılmış. Fakat bu iki fikri birbirine yediren çok fazla örnek duymadım ben bugüne kadar, dolayısıyla çıkış noktası olarak bunları sentezleyen The Raven proje aşamasından beri heyecanla beklediğimiz bir film oldu.

Fakat gel gör ki ortaya çıkan nihai film beklentilerin uzağında kalan bir yapıt olmuş. James McTeigue'nin filmi Poe'nun ölümünün arkasındaki gizemi, Poe'nun hikayelerinden esinlenerek cinayet işleyen bir seri katille ilişkilendiren hikayesini perdeye aktarırken çok klişe sularda geziniyor. Filmin mükemmel çıkış noktasından gidilebilecek birçok yol varken niçin yavan bir kedi-fare oyunu anlatmakla yetinildiğini anlamak güç. Ne From Hell gibi içinde bulunduğu dönemin çarpıcı bir portresini yedirme gibi bir gayret söz konusu - ki sinemasal anlamda altın madeni kıvamında olan 18 yüzyıldan bahsediyoruz - ne de Poe gibi sorunlu, bir yönüyle trajik bir figür üstüne filmi inşa etmek, yada hikayenin önemli ayaklarından biri olarak işlemek gibi bir çaba gösterilmiş. Yönetmen McTeigue, elinde iyi bir metin olduktan sonra harikalar yaratabileceğini V for Vendetta'da göstermiş olsa da, The Raven ile birlikte bir önceki filmi Ninja Assassin de göz önüne alındığında anlaşılıyor ki senaryolarının üstünde yeterince çalışmayan yada bu alanda kolay tatmin olup şekli içeriğin fazla önünde tutan bir adam. Şık bir giriş yaptığı yönetmenlik kariyerinin ortalama nitelikte olmakla kalmayıp gişede de beklentileri karşılayamayan filmlerle devam etmemesi için kendine bir çeki düzen vermesi elzem.


Filmin aksayan en mühim noktalarından birisi ne yazık ki başrol oyuncusu John Cusack. Kendi kuşağının en iyi aktörlerinden biri olan, bizim de dahil olduğu her filme bir renk kattığını düşündüğümüz sevimli aktör, rolünün altından kalkamıyor maalesef. Poe'nun hayatını ve eserlerini okuyanlar için yazara ilişkin ortak tasavvur zannediyorum onun trajik ve melankolik bir kişilk olduğu yönündedir. Film bile bir sahnede, Poe'nun tüberkülozdan ölen eşi üzerinden bu noktaya temas ediyor fakat John Cusack seyirciye bu hüznü aktarmakta kesinlikle başarısız. Her ne kadar kendisi sevimli "kaybeden"leri oynamakta yetkin bir isim olsa da Poe bu çizgiden fersah fersah uzak bir figür olduğu için Cusack'in utangaç olduğu bilinen bir karakter için fazla agresif oyunculuğu resmen bir doku uyuşmazlığına sebep oluyor. Luke Evans kendi çapında etkili bir oyunculuk sergilemiş olsa da Poe dışındaki karakterler zaten çok üstünkörü ele alındığı için onun gayretleri de boşa oluyor. Aynı şeyler, hikayeye zorlama bir ek olarak gözüken arzu nesnesi rolünde elinden gelince sevimli bir oyunculuk gösteren Alice Eve için de söylenebilir.

Senaryonun karakterlerine özensiz yaklaşımı en çok seri katilde sırıtıyor, neyi niye yaptığı hususunda en ufak fikir edinmek şöyle dursun hikayeye zorunlu olarak konulmuş eğreti bir unsur olarak feci sırıtıyor. Finalde çözülen düğüme gidilirken izlenen güzergah yer yer zekice ayarlanmış gibi bir izlenim uyarsa da çoğunlukla lüzumsuz bir sofistikeleştime gayretinden ibaret olduğu bir süre sonra anlaşılıyor.


Filmin dönem tasarımları mütevazi bütçesine göre başarılı, yer yer Poe'nun şanına yaraşır bir biçimde gotik bir atmosfer yakalanmış. Fakat karakterlerin dönemine göre fazla sterilize, kirden pastan uzak pürüpak bir görünüme sahip olmaları ayrıntı ölçeğinde özensiz bir tutum olarak göze çarpıyor. Gene aynı şekilde filmin gore kısmında yer yer CGI'ya yaslanıyor oluşu, görselleştirdiği cinayet mizansenlerinin uyarlandığı metinlerdeki etkileyiciliklerine yaklaşamaması da filmin hanesine eksi olarak yazılan unsurlar.

Şık bir açılışa sahip girizgah bölümünden başlayarak rahatlıkla izlenebilmesi hasebiyle kötü bir film olduğunu söylemek mümkün olmasa da en hafif tabiriyle sıradan, farklılık vadetmeyen bir film The Raven. Sırtını yasladığı zeminin sağlamlığını düşündükçe bir  Poe hayranı olarak insan bu neticeye efkarlanmadan edemiyor

Cuma, Nisan 20, 2012

Hugo

Yönetmen kimliğinin yanı sıra sinefilliğiyle de ünlü bir isim Martin Scorsese. Kendi kurduğu ve Hollywood'dan birçok ünlü yönetmenin de yönetim kurulunda yer aldığı Film Foundation derneği 1990 yılından beri birçok klasik filmin restorasyonunu gerçekleştirirken sinema tarihi hakkında bilgilenmek isteyen gençlere verdiği ücretsiz eğitimlerle de biliniyor. Bu çabalarını gene bizzat öncülüğünü yaptığı World Cinema Project ile global düzeye de çekmeyi başaran yönetmen, kendi sinema tarihlerini koruma noktasında Hollywood ile aynı ölçüde imkanlara sahip olmayan ülkelerden nadide sinema örneklerinin restorasyonunun yapılmasına da ön ayak oldu ki bu bahsi geçen yapımlara bir örnek de Metin Erksan'ın klasik filmi "Susuz Yaz". Dolayısıyla karakterlerinden birinin modern sinemanın kurucularından biri olarak kabul edilen Georges Melies olduğu bir hikayeyi anlatmak için Scorsese'den daha münasip bir isim hayal etmek biraz güç.


Yazıp çizdiği resimli çocuk kitaplarıyla tanınan Brian Selznick'in "The Invention of Hugo Cabret" ismindeki eserinden, Scorsese ile daha önce "Aviator"da da çalışmışlığı olan usta yazar John Logan tarafından uyarlanmış bir film "Hugo". Babasını bir yangında kaybetmiş Hugo Cabret'nin (Asa Butterfield) ondan kalan yegane şey olan bir mekanik robotu düzeltmeye çalışırken yolunun Georges Melies (Ben Kingsley) ile torunu Isabelle (Chloe Grace Moretz) vasıtasıyla kesişmesinin hikayesini anlatan film Melies'in hayatından da önemli kesitler sunan bir hikaye. 
 

 
Yüzyılın başında geniş hayal gücünü yaratıcı biçimlerde peliküle aktarmasıyla bir hayli ün kazamış Melies, birinci dünya savaşı ile birlikte eski popülaritesini kaybederek filmlerini ve stüdyosunu elden çıkarmak zorunda kalmış, ömrünün ilerleyen dönemlerini bu filmde anlatıldığı gibi bir tren istasyonunda oyuncakçı dükkanı işleterek geçirmek durumunda kalmış. Sonrasında filmogrofisine meftun sinemaseverlerin çabalarıyla filmlerine tekrar ulaşılmış ve iade-i itibar yapılmış olsa da eski görkemli günlerini bir daha göremeden vefat etmiş sanatçı.
 
 
Filmde birbirine paralel giden iki hikaye var. Bunlardan birisi yukarıda kısaca özetlediğimiz, geçmiş yıllarını büyük bir özlemin yanı sıra aynı ölçüde bir pişmanlıkla da yadedip artık sinema yapamamanın travmasını atlatamayan Melies'in hikayesi. Scorsese'yi projeye çeken en önemli hususun bu hikaye olduğunu varsaymakta bir beis yok zaten Scorsese'nin sinema tarihine olan sevgisi ve yönetmene hürmeti filmin Melies'e odaklandığı noktalarda şaha kalkmasına vesile oluyor. 
 
 
 
Öte yandan film babasının ani ölümünü anlamlandırmakta zorlanıp ardında bıraktığı mekanik robot üzerinden babasının hatırasına ve kendi varlığına anlam katmaya çalışan Hugo ve ona yardımcı olmaya çalışan Isabelle'in hikayesine geçiş yaptığında aynı başarı düzeyinden bahsetmek çok mümkün olmuyor ne yazık ki. Hikayenin büyük bir çoğunluğunun ismiyle müsemma bu karakter üzerinden ilerlediğini düşününce bu durum filmin izlenilirliği açısından bir sorun teşkil ediyor haliyle. 
 

 
Yönetmenin başrolünde çocukların olduğu yegane film bu yanılmıyorsam, yıllardır yetişkin hikayeleri anlatmaktan ileri gelen bir durum mudur artık bilemiyorum ama örneğin Melies'le ilgili flashback sahnelerinde yönetmenin çektiği filmlerin kamera arkalarının yeniden canlandırıldığı bölümler ne kadar başarıyla kotarıldıysa kamerasını Hugo'ya çevirdiği noktalarda da bir o kadar yalpalıyor film. Bu kifayetsizlik ikisi de ayrı ayrı yetenekli olan Butterfield ve Moretz'den yavan performanslar alması noktasında da kendisini göstermiş. 

 
Filmin süresinin bir çok yan karakterle doldurulmuş olması da bir handikap, hikayede bir odak sorunu yaratıyor. Sacha Baron Cohen'in (başarıyla) canlandırdığı istasyon polisinin sakat bacağı ve yetimhanede geçen çocukluğu üzerinden yaşadığı travmaları atlatmaya çalışması üzerinden başa gelen felaketleri aşarak hayata anlam katma yönünde bir varoluşçu aroma yedirilmek istenmiş filme ama çok da altı doldurulamamış bunun maalesef. İstasyonun diğer sakinleri de figuratif olmaktan öte gidemiyorlar. Mama Jeanne ve Isabelle de yanlarında durdukları erkeklerden bağımsız bir hikayeleri olmayan, haliyle de mevcudiyetleri sorgulamaya açık karakterler.


Filmin kurgusu da bu noktada bir başka problem. Scorsese'nin emektar kurgucusu Thelma Schoonmaker ile profesyonel birlikteliği kimilerince sinema tarihinin en verimli işbirliklerinden bir tanesi olarak görülse de yönetmenin çoğu filmini izlemiş birisi olarak ben hala verimin bir örneğine şahit olabilmiş değilim, "Hugo" da bunun bir başka örneği. O kadar çok sahne var ki çok daha kısa ve ritmik bir şekilde geçilebilecek, 2 saati aşkın süresi olan filmi en fazla 100 dakikada bitirmek mümkün aslında. 
 

 
Scorsese'nin gerek bütçe gerek süre konusunda kendini kasmayan yapısı da etkili tabii ki.Yönetmen bu filmle  1930'ların Avrupa'sının Paris'te bir tren garı üzerinden resmini çekme gayreti içine girmiş ve bu noktada hiçbir masraftan kaçınmamış. Büyük ölçüde başarılı da olmuş, bir tarihsellik hissiyatı sinmiş filme. Öte yandan bu durumun bütçenin 180 milyon dolar seviyelerine çıkıp gişede bu miktarın ancak yakalanabilmesi gibi bir yan etkisi de var tabii. Hollywood'un "Avatar" sonrası kapıldığı 3D hastalığına yakalanmaktan kendini alamayan ve post prodüksiyonda dönüşüm yapmak yerine native 3D ile çekim yapma kararı alan yönetmenin bu tercihinin ekibin 3D'ye aşina olmamasından mütevellit filmin uzayan çekim süresinin ve şişen bütçesinin sorumlularından biri olduğu da biliniyor.

 
Son tahlilde "Hugo", içerilerde bir yerlerde daha rafine ve daha tatlı bir hikayenin yer aldığı ama gereğinden fazla karakter ve ayrıntının arasında biraz boğulan bir film. Aralarında Jude Law, Michael Stuhlbarg ve Christopher Lee'nin de bulunduğu şık bir kasta sahip ve özellikle Kingsley ile Cohen performanslarıyla göz dolduruyorlar, Moretz ve Butterfield da üstatların yanında çok altta kalmamak için ellerindeki materyalin yetersizliklerine rağmen ellerinden geleni ardına koymamışlar. Sinema tarihine ilgisi olan herkesin saygı duruşu niteliğindeki bu filme bir göz atması şart ama gene de bu kusurlarını göz ardı edeceğimiz anlamına gelmiyor tabii ki.