Salı, Nisan 13, 2010

Shutter Island


Martin Scorsese sinemasını pek sevmem, daha doğrusu haddinden fazla abartıldığını düşünürüm. "Mean Streets" ve "Raging Bull" farzımisal, benim izlediğim en kötü filmlerdendir. "The Departed", orjinal filmin  rafine halinden uzak, gereksiz yere uzun, izlenebilirliliğini oyuncu kadrosuna borçlu, çakma bi filmdir. "Taxi Driver" kötü bi film olmasa da klasik bi adaleti eline alan antikahraman filminden çok da öte değildir. "Goodfellas" ve "Age of Innocence" iyi olduklarını inkar etmek mümkün olmasa da bunların şöhretlerinde de abartı payı yok değildir. Benim izlediğim en iyi Scorsese filmi, yönetmenin takipçilerince çok tutulmamış olan "Gangs of New York"tur. Galiba artık "Shutter Island"ı da izlenebilir Scorsese filmleri arasına sokmam gerekecek.


Film boston açıklarındaki bi adadaki tehlikeli akıl hastalarının tutulduğu bi tımarhanede geçiyor. Burdaki hastalardan birinin kaçmasıyla birlikte olayı soruşturmakla görevli iki federal ajanın yollanması ile başlayan hikaye, zamanla adaya gelen ajanların da, adanın sakinlerinin de, hatta adanın kendisinin de olduğundan farklı bi hüviyete büründüğü bir noktaya evriliyor. "Shutter Island" çok da tahmin edilemez olmayan ama gene de filmin geneli itibariyle anlamlı duran bir finale sahip. Önemli olan nokta zaten finalin ne derece sürpriz olduğundan ziyade, filmin içeriğindeki cinnet, bilinçaltı, suçluluk ve kefaret gibi ilgi çekici temaların, dedektiflik hikayeleriyle gotik edebiyatın sentezi bi öyküyle ve bulutlu, gri bir atmosfere sahip ücra bir ada fonunda anlatılıyor olması. Bu noktada mekan tasarımını ve görüntü yönetimini takdir etmeden geçmemek lazım. Robbie Robertson imzalı müzikler, özellikle filmin girizgahından itibaren kullanılan ana tema çok başarılı. Bazı sahnelerin yer yer haddinden  fazla uzatılıp filmin ritmini yitirmesinin sebebi olarak Scorsese'nin yıllardır değişmez kurgucusu Thelma Schoonmaker'a dönmek gerekiyor ki bu bahsettiğimiz nokta yönetmenin birçok işinde ortak bi aksaklık. Kadın sahneyi nerde kesmesi gerektiğini bilmiyo mudur nedir, adamın kariyerindeki kara delik gibi bişey. Neyse ki bu filmin bütünü itibariyle ortaya çıkan sonuç tatmin edici, başta önyargılı yaklaşıp sonunda mahcup olduğum filmlerden...Bunda her ne kadar okumamış olsak da filmin uyarlandığı kaynak kitabın, Dennis Lehane'nin romanının payı da unutulmamalı. Yazarların eserlerinden yapılan ilk uyarlama olan "Mystic River"ı ben pek sevemediysem de ikinci uyarlama "Gone Baby Gone" taş gibi bi filmdi. Malzemeye kimin el attığına göre durum değişiyor haliyle. Bu minvalde Scorsese kendisinden beklemediğim bi performans sergilemiş, hakkını vermem lazım.