Pazar, Nisan 17, 2011

5 No'lu Cezaevi


Daha önce Anonyma için yazdığım yazıda 20.yüzyılın insanlık tarihi için ayrıksı bir evre olduğundan dem vumuştum. Pek "güzide" memleketimiz de bu ifadeden azade değil. Asrın başında bir imparatorluğun parçalara ayrılışına tanık olan yurdum insanı, akabinde türlü türlü kavimden insanla tebelleş olaraktan yeni bir devlete sahip olmayı başarmış. Fakat yeni düzen demek, daha önce karşılaşılmamış, yeni yeni problemlerle de uğraşmak demek olduğundan arzulanan toplumsal huzur ortamına hiç kavuşamadı Türkiye. Bu noktada bahsini ettiğimiz problemlerden bazıları, yeni düzenin kurulmasında gözardı edilemeyecek unsurlardan olan militarist iktidar anlayışı, uzunca bir süre ülkede elini kolunu sallaya salllaya hükümranlığını sürdürmüş askeri darbe kültürü ve ulus devlet-milliyetçilik ekseninde hortlayan Türk-Kürt çatışması idi. Bu üçünün kesiştiği en kritik ve can alıcı tarihi dönemeçlerden biri ise 1980-1984 arası Diyarbakır 5 nolu Cezaevi oldu.

Diyarbakır cezaevi, 12 eylül'ün arkasında bıraktığı toplumsal enkazın en çarpıcı örneklerinden biri. Bu ülkenin doğusuna nispetle eskiden beri hep kayrılmış batısı bile darbeden nasibini fazla fazla almışken, doğusunun bundan daha azına maruz kalmasını beklemek olası değil, 5 nolu cezaevi de bu savı kanıtlıyor zaten. Kenan Evren'in emriyle güya modernize edilerek siyasi tutukların bulunduğu askeri bir cezaevi haline getirilen bu mekan, o 4 yıl süresince 34 kişiye mezar olmuş. Bunlardan 4'ü açlık grevi sonucu, 5'i kendini asarak, 5'i de kendilerini yakarak can vermiş. Geri kalanlar da yoğun işkenceden ötürü... Tabii kayıtlara başka başka yansımış bu olaylar. Örneğin kafasına ölümcül darbe alan biri için ranzadan düştü ifadesi kullanılmış tutanaklarda, ordaki tutuklular da zorla buna şahit gösterilmiş. Sadizmin çağdaş bir mabedi olarak algılanabilir bu cezaevi. Kavramın mucidi Marquis De Sade'ın romanından uyarlanan, sinema tarihinin en rezil filmlerinden Salo, bir grup soylunun körpe gençleri toplayıp türlü sapıklıklara maruz bırakmalarını konu edinir. İnsanoğlunun eylemlerinden sorumlu tutulmadığı, mutlak kudrete sahip olduğu ortamlarda neye dönüşebileceğinin ideal bir örneğidir bir bakıma. Diyarbakır cezaevi de bi ülkenin yönetimini alaşağı ederek iktidarı eline alan askeri vesayetin temsilcilerinin, bu sınırsız özgürlük ve hiç kimseye hesap verme durumunda olmama halinde neye dönüştüklerinin trajik bir belgesi. Sadistlikte hayal gücünün sınırlarının zorlandığı bu ortamda cinsel organlara elektrik verme, falaka, uykusuz bırakma, tuvalet ve banyo yasağı, bir kişilk hücrelere 15-20 kişiyi tıkma, her gün düzenli olarak bir kaç kere kazma saplarıyla dövme gibi klasik metotların yanında insanın dehşete düşüren yeni zulüm metotları da uygulanmış. O dönem tutuklularından olan Zülfikar Tak'ın kara kalem resim ve karikatür çalışmaları, cezaevinde yaşananlar için görsel bir belge niteliği taşıyor bir bakıma. Mahkumlara sistemli biçimde lağım yedirilmiş(ki mağdurlardan birinin ifadesiyle "o cezaevinde bok yemedim diyen gururundan yalan söylüyordur"), iri lağım farelerinin yemek zorunda bırakıldığı mahkumlar da olmuş. Bi çok tutukluya copla tecavüz edilmiş, copla tecavüz edilen adamın öz babasının ağzına aynı cop sokulmuş, aynı şey oğul için de tekrarlanmış. "Sikilmedik bi kulağımızın arkası kaldı" demesinler diye kulak arkalarına tecavüz edilenler olmuş! Kantar işkencesi ( bir tutuklunun sırasıyla gelip önünde sırt üstü uzanan tutukluyu cinsel organından tutarak havaya kaldırması), makata birer sigara yerleştirip yakma, çırılçıplak üstüste dizip kule yapma (görüntü bi yerlerden tanıdık geliyor mu?), cinsel organlarından bağlayarak tren yapma, tahliye edileceği söylenen sevindirilen mahkumu avluda infaz etme, daha neler neler...
 Cezaevindeki işkencecilerin bakış açısıyla, burası kürtlerin iyi bir türk haline getirilecekleri bir mekanmış("burası askeri bir okuldur. Bu okulun tek bir amacı vardır, o da sizi türkleştirmektir"). Onlarca askeri marş ezberlettirilmiş, Atatürk'ün hayatı, istiklal marşı, gençliğe hitabe vs.. "Türkçe konuş,çok konuş", slogan buymuş. Dönemin gazetelerinde boy boy haberler yayınlattırılmış sonra, "mahkumlar için bir cezaevi değil, bir okul" diye. Bu "okul"da insanlığını yitirenlerin çoğu tahliye olduklarında soluğu Kandil dağında aldı, ki örgütün etkinliğinin o dönemden sonra arttırdığı bilinen bir gerçek. Yarattıkları terör yılanının geri gelip sahibini soktuğu tek ülke Amerika değil... Tutukluların anlattıkları içinde benim en dikkatimi çeken anekdotlardan biri gerçeklikle bağı kopmuş bir mahkumla ilgili. Öyle ki adam,  kendilerinin ölü, cezaevinin kabir, işkencecilerin de zebani olduğuna inandırmış kendini. Dış dünyayla ilişki sıfır ne de olsa, koğuşların camları boyalı, dışarısı görülmüyor,koklanmıyor,duyulmuyor. Görüş günlerinde kendilerini ziyarete gelen yakınlarıyla temas etmeleri, konuşmaları yasak. "Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz, hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Onlar bizim kabirlerimizi ziyaret ediyorlar. Görüş günü cuma, Cizre'de kabir ziyareti de cuma..."

Bir başka acı tarih sayfası olan Dersim ile ilgili çektiği Dersim 38 belgeseliyle tanınan Çayan Demirel'in belgeseli, şüphesiz önemli bi döküman niteliğinde. Sinemasal nitelikler itibariyle çok bişey vaadettiğini söylemek güç gerçi. Michael Moore gibi öncü yönetmenlerin, belgesel film anlatımını oldukça geliştirdikleri bir ortamda, bir hayli klasik bir anlatım dili benimsemiş yönetmen. Mahkumlarla röportajların arasına yer yer o dönem gazete küpürlerinden ve Zülfikar Tak'ın çizimlerinden örnekler koyması isabetli bir hamle olmuş ama başka bir hamlesi de yok. Muhtemelen izleyici anlatılanlardan bunalmasın, yer yer ferahlasın diye konulan doğa manzaraları da, kimi göz kamaştırıcı görüntüler barındırmasına karşın biraz manasız duruyor. Bu eksikliklerine çok takılınmadığı takdirde mutlaka görülmesi gereken bir film. Çok daha iyisi yapılabilirdi doğru, ama şimdiye kadar yapılan en iyi örnek bu.