Rian Johnson yetenekli bir isim ve her ne kadar ilk işlerine çok vakıf olmasam da "Looper" ve Knives Out"tan birçokları gibi ben de had safhada keyif almıştım. Her ne kadar sonuncusunu izlerken en çok keyif aldığım detaylardan biri olmasa da Daniel Craig'in canlandırdığı Benoit Blanc karakteri ile bir devam filmi çekileceğini duyduğumda ben de bir çok sinemasever gibi heyecanlanmıştım. Öte yandan film başladıktan bir yirmi dakika sonra bu heyecanımın yavaşça sönmeye başladığını hissetmedim desem yalan olur.
Miles Bron (Edward Norton) isimli bir bilyoner pandeminin göbeğinde yakın arkadaş grubunu ikamet ettiği kendine tahsis edilmiş adasında davet ediyor bir hafta sonu için. Amaç ney? Bir cinayet oyunu oynamak. Kurduğu bu oyun çerçevesinde Miles öldürülecek ve arkadaşları da onun katilini bulmak için iki gün boyunca uğraşacaklar. Arkadaş dediysem, hikaye ilerledikçe öğreniyoruz ki hiçbiri de Miles'a bayılmıyorlar ama kariyerleri ile ilgili hususlardan ötürü hepsi de bir şekilde Miles'a bağımlılar ve bu çaresizlik durumu onları Miles'a içten içe diş bilemeye sevk ediyor. Adaya gelenler arasında hepsinin ortak arkadaşı ve bir nevi grubun kurucusu olduğu halde
Miles'la ortaklıkları ters düşünce tüm grup üyelerince mahkeme huzurunda
sırtından bıçaklanan Miles'ın eski ortağı Dani ve dünyaca ünlü detektif Benoit Blanc'ın da Miles'dan habersiz şekilde yer alması bu cinayet oyununun çok geçmeden gerçeğe dönüşeceğinin sinyalini veriyor.
Agatha Christie'nin "On Küçük Zenci"sini andıran setupı ile başlangıçta ilgi toplamayı başarsa da çok geçmeden bu hüsnüzanı boşa çıkarıyor "Glass Onion". Kimilerinin Elon Musk'a benzettiği Miles başta gelmek üzere tüm karakterler feci şekilde sıkıcı tipler ve ilk bölümün büyük bir çoğunluğunu dolduran "düzen bozuculuk", "zirvedeki yalnızlık" vs. tiratları dinlerken beynimin şiştiğini hissettim şahsen. İşin kötüsü filmin finali itibariyle bu insanların hakikaten de ne kadar boş beleş olduklarını teyit ediyor bir şekilde film ki bu noktada ben niye hayatımın iki saatini bunları izlemeye harcadım diye düşünüyor insan. Ortadaki gizem de çok zeka gerektiren bir yapıya sahip olmadığı gibi Dani karakterinin filmin macguffini olan peçete nezdindeki eylemleri de mantık sınırlarını zorlayacak saçmalıkta. Hikayenin göbeğindeki fazlasıyla klişe ve keyifsiz twistten sonra oraya kadar izlediğimiz kısımları farklı açılardan tekrar izletiyor bize Johnson, bir orta metraj öyküyü hile hurdayla uzun metraj olarak önümüze koyuyor resmen, onu da tempodan nasipsiz bir şekilde yapıyor. Geriye kalan tek şey fena olmayan oyuncu kadrosunu bir arada izlemek ama orada da Kate Hudson, Kathryn Hahn ve Janelle Monae isimli ıskalar seyir zevkini azaltıyorlar. Madelyn Cline'ın varlığı ve ilk kez izleme şansı bulduğum Leslie Odom Jr. dışında bir şey sunamayan bir hayal kırıklığı maalesef.