Cuma, Temmuz 19, 2019

Suicide Squad (2016) - David Ayer

Eski bir Amerikan Donanması mensubu olan David Ayer bir süper kahraman filmini emanet etmek için ilginç bir seçim. "Dark Blue", "S.W.A.T" ve en önemlisi "Training Day" gibi filmlerin senaryosunu yazmasıyla sektörde tanınır hale gelen Ayer 2005 tarihli "Harsh Times" ile başlayan yönetmenlik kariyerinde şu ana kadar 7 filme imza atmış durumda. Bir savaş filmi olan "Fury" dışında bunların çoğunu temiz ve kirli polislerle vahşi suçluların cirit attığı realist ve sert polis dramaları oluşturuyor. Geçen yıl Netflix'te yayınlanan son filmi "Bright" bile içinde orklar ve elflerin olduğu bir buddy cop filmiydi. Dolayısıyla bir DC filmini yönetmesi için ilk akla gelebilecek ve gelmesi gereken isimlerden biri değil bence. Öte yandan "Suicide Squad"ın DC'nin kötü adam kategorisinden karakterlerini alıp kahramanlaştıran bir materyal olmasından yola çıkarak Ayer'in bu ekip üzerine film yapabilecek en uygun isim olduğunu düşünmüş de olabilir yapımcı tayfası.


Fakat şöyle bir durum var ki, Ayer iyi bir yönetmen değil. Suç dünyasına ve karanlık polislere dair belli bir hikaye anlatma yeteneği var, belli ki o dünyadan birçok insanı tanıyor, senaryolarında ve yönettiği filmlerde bundan ileri gelen bir otantikliğe ve realizme rastlamak mümkün. Fakat görsel olarak kendisini benzerlerinden ayırabilecek hiç bir özgünlüğü yok; yazdığı karakterlerin çoğu ne sevmenin ne de özdeşlemenin çok kolay olduğu tipler değil; diyalog yazımı yer yer rezalet düzeyini buluyor ve özellikle son filmlerini baz alırsak realist bir hikaye anlatmanın yolunun şiddete odaklanmaktan ya da parçalanmış bedenler üzerinde uzun uzun gezinmekten geçtiğine inanıyormuş gibi bir hali var.


Olayın bir de stüdyo boyutu var tabii. Warner Bros.'un Chris Nolan'la başlayıp Zack Snyder ile devam eden bir "ciddi çizgi roman filmleri"ne imza atma sevdası "Batman vs Superman"in tefe konulmasıyla ciddi sekteye uğramış, o noktaya kadar "Suicide Squad" için ideal bir isim olarak görülen David Ayer de bir anda cazibesini kaybetmişti. İşin kötü yanı iki filmin gösterim tarihleri birbirine çok yakındı ve Ayer'in filmini elden geçirmek çok kısıtlı bir zaman vardı. Günümüz popüler sinemasının problemlerinden biri de bu; yıl sonu bonuslarından feragat etmek istemeyen Wall Street müdavimi stüdyo patronları filmin kreatif ihtiyaçlarını yok sayarak bir gösterim tarihi seçip Allah'ın kelamıymış gibi zerre kıpırdatmıyorlar. Ayer zaten filmi seçilen tarihe yetiştirmek için senaryoyu 6 haftada yazmak durumunda kaldığını ifade etmişti ve "BVS" sonrası bu halihazırda zaten aceleye getirilmiş hikaye daha da apar topar biçimde hafifleştirilmeye ve "komik"leştirilmeye çalışıldı. Sonuç ise ne idüğü belirsiz bir ucube oldu.


Cara Delevingne tarafından canlandırılan Enchantress isimli karakterin bir şehrin sakinlerini canavara çevirip cehennemden kardeşini çağırması üzerine kurulu bir hikayesi var "Suicide Squad"ın, orjinallik had safhada! İstihbarat şefi Amanda Waller (Viola Davis) da olayı halletmesi için hepsi Belle Reve hapishanesinde yatmakta olan Deadshot (Will Smith) ve Harley Quinn'in (Margot Robbie) başını çektiği bir grup mahkumla "Task Force X"i oluşturuyor, başlarına da albay Rick Flag'i (Joel Kinnaman) dikip yolluyor şehre. Malum, mahkumlar kaçmaya yeltenirlerse kafalarına yerleştirilmiş bir çip beyinlerini patlatacak. Ha bir de Joker (Jared Leto) var iki de bir hikayeye kafasını sokup çıkaran, Harley'nin eski yavuklusu. Joker-Harley ilişkisi, Waller'ın pislik bir karakter olması, takımın günahlarınının kefaretini şehri kurtararak ödemeye çalışmaları vs. derken akla gelebilecek en klişe final bölümüyle de nihayete eriyor film de hepimiz rahatlıyoruz Allahtan. Bu bütçe ve imkanlarla bir film nasıl yapılmaz ele güne gösteriyor Warner Bros tayfası, Allah akıl fikir versin.

Çarşamba, Temmuz 17, 2019

The 5th Wave(2016)


 
Yeni milenyumla birlikte yıldızı en çok parlayan janr "young adult" (YA) türü olmuştur herhalde. Bu bağlamda türün en kalburüstü ve sıradışı örneği olan "Battle Royale"in 2000 yılında gösterime girmiş olması da ilginç. Tam olarak YA kabul edilmemekle birlikte "Harry Potter" serisinin popülaritesinin de sinemalarda bu tarz örneklerin sıkça başvermesinde etkili olduğu su götürmez bir gerçek.

 
YA tabiriyle burada konu etmeye çalıştığım bir şekilde kendilerini kahramanlık yapmak durumunda bulan, yeri geldiğinde ait oldukları muhiti yeri geldiğinde tüm dünyayı kurtarma yükünü üstlenen ergenleri merkezine alan hikayeler; "Harry Potter", "Hunger Games" vs. Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere tuttuğu zaman gayet iyi tutan bir formül bu. Neticede ergen dediğimiz yaşam formu tüm mahlukatın kendi ekseninde döndüğüne inanan bir canlı türü; bu inanışın sağlamasını yapan her tür hikayeyi de hap gibi yutmaya teşneler. Tabi bu her önüne geleni yiyecekleri anlamına da gelmiyor zira yukarıda saydığımız başarılı örnekler madalyonun sadece bir tarafı. Diğer tarafında da "The 5th Wave" gibi örnekler var.


"The 5th Wave". Goodreads'teki yorumlara bakılırsa belli ölçüde seveni olan bir kitap; okuyanların yalancısıyız tabi. Hollywood'un hemen dikkatini çekip yılı dolmadan film hazırlıklarına başlandığına göre var bir tabanı. Film ismini istilacı uzaylıların bunu 5 aşamada yapmalarından alıyor ki bunlardan biri de  "Invasion of Body Snatchers" misali insan kılığına bürünüp ayın oyun işlere girmek. Ordu kurmayları bu durumun üstesinden gelmek için en uygun yolun bacak kadar çocuklara askeri eğitim vererek onları sahaya sürmek olduğuna karar veriyor ve başlıyor çocuk toplamaya.

 
Chloe Moretz'in canlandırdığı Cassie'nin erkek kardeşi de kaderin ağlarını örmesi vesilesiyle kendini bu askeri kamplarda bulanlardan. Cassie ahdediyor ki kardeşini bulup geri alacak, yola düşüyor. Gene kahpe feleğin entrikacı mizacı dur durak dinlemiyor ve Cassie'nin liseden platoniği delikanlı da aynı askeri bölüğe düşüyor. Gel gör ki Cassie yollarda bir başka yakışıklıyla tanışıyor, aklı başından gidiyor, bir şekilde üç yol birleşip otobana çıkıyor vesaire vesaire...


Filmin hedef kitlesi olan demografik dilime mensup güruha mantıklı gelen bir olay örgüsü olabilir bu ama bir yetişkin için tüfek kadar boyu olmayan çocuklarla dolu bir ordunun uzaylılarla savaşmak için eğitilmesi olgusu o kadar saçma ki. Günümüzdeki çocuk asker olgusuna dair bir alt metin falan mı geliştirmeye çalıştılar diye bakıyorsunuz yok. Film kendisi de bunun saçma bir fikir olduğunu bir noktada kabul ediyor zaten ama o noktaya gelen kadar hiç mi "ya bu nasıl iş" diyen çıkmadı düşüncesi de beyninizde yerini yapıyor. 
 
 
 
Hadi beyni dinlenmeye aldık, sadece keyfine izleyelim deseniz bile elde avuçta bir şey yok. Büyük bütçeli filmlerin bir çoğuna kalemi bir şekilde değen, Hollywood'un senaryo fahişelerinden Akiva Goldsman'ın yanında Susannah Grant ve Jeff Pinkner gibi isimlerin olduğu senaryo o kadar özensiz, en ufak bir yaratıcılık emaresi göstermeyen bir yapıda ki acaba bunu bir yapay zekaya falan mı yazdırdılar acaba diye sorası geliyor insanın. Becerikli bir yönetmenin elinde kötü senaryodan seyredilebilir filmler çıktığı görülmemiş şey değil, ama bunu yapabilecek kişinin J Blakeson ismindeki -artık o nasıl isimse, ebeveynleri adını JarJar falan mı koydular nedir- şahıs olmadığı da aşikar. Filmin yapımcısında bile en ufak bir gayret yok; insan uzaylı istilası anlatan bir filmi 40 milyon dolara yapmaya kalkar mı, uzaylının u'su gözükmüyor, tek tük bir iki efekt var onlar da Allahlık.

Chloe Moretz bu filmin akabinde bir süre yeni projede yer almayacağını açıklamıştı. Şayet kariyerime Martin Scorsese'ler Tim Burton'larla başlayıp kendimi bu filmde bulsaydım ben de bir  sorardım nereden geldim nereye gidiyorum diye. Hoş sonrasında da kimsenin varlığından haberi olmadığı indie filmlere verdi kendini ya neyse, o ayrı bir konu. Kendisinde yaş ilerledikçe bir yetenek gerilemesi gibi bir durum gözlemlemek de mümkün, buradaki niteliksiz materyale bağlamak da ama neticede filmde bir karakteri canlandırmadığı sadece "rol kestiği" her bir karede acı verici bir şekilde belli oluyor. Karşısındakilerden Nick Robinson "The Kings of Summer"dan tanıyıp sevdiğimiz yetenekli bir genç, filmin işlevsel nadir ögelerinden biri aynı zamanda. Hakeza Alex Roe'da her ne kadar ilk bakışta biraz itici bir görüntü verse de elinden geleni yapmış. Liev Schreiber kalibresindeki bir karakter oyuncusunun burada ne aradığı sorusu insana üzüntü verse de en azından Maika Monroe ve Maria Bello'nun göz kanatıcı oyunculuklarına maruz kaldıktan sonra kendisini izlemek bünyeye iyi geliyor. Allah film işine giren herkese yetenekli tiplerle çalışmayı nasip etsin. Amin.
 

Çarşamba, Temmuz 10, 2019

Noah (2014) - Darren Aronofsky


"Noah" aslında Darren Aranofsky'nin ilk işi "Pi"den sonra aklına düşen projelerden biriymiş. Fakat senaryonun oluşturulması bir hayli zaman almış zira baz alınan İncil'de çok da detaylı anlatılan bir öykü değilmiş "Nuh'un Gemisi". Kitapta yer alan tufandan sonra Nuh'un sarhoş olması ve oğluyla kavga ettiğine dair bir ifadeden filmin dramasını oluşturmaya karar veren Aranofsky, "Fountain", "Wrestler" ve "Black Swan"ın senaryosunu beraber yazdığı Ari Handel'in yardımıyla tamamlayabilmiş senaryoyu. Sonrasında filmi finanse edebilmek için öyküyü öncelikle çizgi roman formatında piyasaya sürmenin akıllıca bir yöntem olacağına kanaat getiren ikili, Kanadalı çizer Nico Henrichon'un katkısıyla "Noé: Pour la cruauté des hommes (Noah: For the Cruelty of Men)" isimli Fransızca grafik romanı 2011'de yayımlatmayı başarmış ve hakikaten de bunun sonrasında film için 130 milyon dolarlık bir bütçeyi kapmayı başarmışlar.


Nuh'un (Russell Crowe) çocukken babası Lameh'in (Martin Csokas) Tubal-Cain (Ray Winstone) tarafından katledilişi ile açılan film, kısa sürede yetişkinliğine ve kurduğu aileye geçiş yapıyor. Tubal-Cain kaynaklara göre esasında Kabil'in soyundan geliyor ve Adem'in diğer oğlu Şit'in soyundan gelen Nuh'un kayın biraderi esasında ama filmde bunun bahsi geçmiyor hiç. Bir süre sonra yaklaşan bir tufanla ilgili rüyalar görmeye başlayan Nuh, büyükbabası Metusalah'a (Anthony Hopkins) danıştıktan sonra tufanı atlatabilmek için geminin inşasına başlıyor. 
 
 
Öncelikli fikri yaşayan tüm canlılardan bir erkek biri dişi olmak üzere birer çift barındırmak olan Nuh hikayenin ilerleyen noktalarında insanlığın kötücül doğası nedeniyle ikinci bir şansı haketmediğine ve her ne kadar gemide yer alacak olsalar da kendi ailesiyle birlikte tüm insan soyunun yok olmasının yaratıcının esas dileği olduğuna kanaat getiriyor. Bu kararı oğullarından Ham (Logan Lerman) tarafından haliyle çok da sıcak karşılanmıyor çünkü her ne kadar kısır da olsa ağabeyi Sam'in (Douglas Booth) bir eşi var; Ila (Emma Watson). Dolayısıyla ömrünün geri kalanını yalnız bir şekilde sonunu bekleyerek geçirmeye çok da sıcak bakmıyor haliyle. Tufan olduğunda babasının 600, büyük büyük babasının da 900 küsur yaşında olduğunu düşününce hak vermemek elde değil. Bu sürtüşmenin neticesinde Nuh Ham'in kendisine için seçtiği Nael'in (Madison Dvenport) geride kalmasına vesile olurken Ham da gemiye bir şekilde binmeyi başaran Tubal-Cain'in varlığını babasından gizliyor. Tufan gerçekleştiken sonra kısır Ila'nın çocuk sahibi olması Nuh'u bu yeni canları bağışlamak ya da boğazlamak yönünde bir karara zorluyor ama nihayetinde Yaradanın adaletinden ziyade merhametine sığınıp bebelere kıyamıyor. Kendisine verilen vazifeyi hakkıyla ifa edemediğine kanaat getiren Nuh'un ayyaşlığının kaynağı da bu oluyor.


Tüm tufan hikayesinin özü Tanrı'nın eserlerinden duyduğu memnuniyetsizlikten ötürü herşeye reset atması fikrine dayalı. Fakat bu mesajı açık bir şekilde idrak etmesi mümkün olmayan Nuh'un insanlığın kaderini ellerinde tuttmasının oluşturduğu yük altında ezildiğini, ya da en azından çok zorlandığını varsaymak makul bir yaklaşım. Filmde Nuh ve ahfadının tufan sonrasında gemiye kendilerini almaları için yalvaran insanların çığlıklarını dinlemek durumunda kaldığı sahne bunu gayet güzel ifade ediyor. Aranofsky de filmin temel çatışmasının mutlak adalet mi yoksa merhamet mi sorusu üzerine kurulu olduğunu ifade ediyor verdiği röportojlarda. Tufanda boğulan insanlara karşı merhametini dizginlemeyi başaran Nuh kendi kanından ve canından olan iki bebeğe karşı aynı katı adalet duygusuna sahip olamıyor ve kendisine verilen vazifeyi başaramadığına kanaat getiriyor ama karısının da kendisine ifade ettiği gibi belki de bu merhameti gösterebilecek birisi olduğu için Tanrı tarafından seçildi kendisi. 


Bu damar üzerinden ilerlediği yerlerde insanı düşünmeye zorlayan bir yapım "Noah" ama Ham'ın abaza triplerine bağlandığı yerlerde bu etkisini ister istemez kaybediyor. Kaynaklarda her bir oğulun yanlarında eşleriyle gemiye bindiği belirtilmekte, dolayısı ile Ham'in kendisini haksızlığa uğramış hissetmesi ve Tubal-Cain ile babasına komple kurması olay örgüsü tamamiyle Aranofsky'nin icadı. Yukarıda bahsettiğimiz çatışmaların altını daha da doldurmak amacıyla böyle bir yoruma gidildiği aşikar, ama gene de Tubal-Cain'in bir şekilde işlevini ifa ettiğini kabul etsek de Ham'ın etrafından dönen olay örgüsünün filmin pek de hayrına işlediğini söylemek mümkün değil. Tüm çocukları eşleriyle gösterip bu şekilde bir baba-oğullar çatışması yaratılmaya gayret gösterilseymiş çok daha verimli bir sonuç alınabilirmiş kanaatindeyim.


İçeriğine dair fikriniz ne olursa olsun görsel olarak filmin dört dörtlük olduğu su götürmez bir gerçek. Aranosky'nin sabit görüntü yönetmeni Matthew Libatique ile büyük çoğunluğunu İzlanda'a çektiği film göz alıcı bir kıyamet öncesi dünyasını sunmayı başarıyor bizlere. İlginç bir nokta da tarihin bu noktasında dünyanın taştan meleklerin cirit attığı, insanların barutu kullanabilen, belli ölçüde sanayileşmiş bir topluluk olarak yer aldıkları bir mekan olması. İlk başta insana saçma gelen ve ekranda görülenleri yadırgamaya teşvik eden bu durum mevzu bahis döneme dair tarihi bilgilerin ne denli kıt olduğu ve var olan bilgilerin çoğunun da  dini kitaplardan geldiği göz önüne alındığında bir perspektife oturuyor ve yönetmenin yapmaya çalıştığı şeye anlamaya başlıyorsunuz. Belki de hakkaten insanlar ile insan dışı varlıkların bir arada olduğu bir ortam söz konusuydu. Belki de insanlık filmde gösterilenin de daha ilerisinde bir uygarlık seviyesine ulaşmıştı. Kafa yorması ve spekülasyon yapması bir hayli keyifli bir alan yakalamış olan Aranofsky belki de bütçesel kaygılarla hayal gücünü biraz dizginlemiş gibi duruyor ama gene de filmini görsel açıdan güçlü bir şekilde inşa etmeyi başarmış. Özellikle tufanın başlaması ile birlikte gelen kıyamet hissini seyirci olarak iliklerinizde hissetmeyi başarıyorsunuz.

Bu noktada yönetmene destek çıkan en önemli ismin Clint Mansell olduğunu söylemek mümkün. Aranofsky ile bu altıncı birlikteliğinde bir kez daha Kronos Quartet'e bestelerinde yer veren müzisyen yaylıların yanı sıra yeri geldiğinde etnik enstrümanların, yeri geldiğinde elektro gitar tınılarının, yeri geldiğinde de elektronik seslerin duyulabildiği, filme katkı yaptığı kadar filmden bağımsız olarak da dinlemeye teşvik eden etkileyici müziklere imza atmış. Her bir parçanın isminin incildeki pasajlardan geldiği uzunluğu neredeyse bir buçuk saate ulaşan albümün özellikle "For Seasons, and For Days, and Years", "Make Thee An Ark", "In Sorrow Thou Shalt Bring Forth Children" ve "The Judgment of Man" isimli parçaları en dikkat çekenleri.


Gösterime girdiğinde global olarak 400 milyon dolara yakın hasılat yapan "Noah" dini çevrelerin eleştirisine maruz kaldığı gibi bir çok müslüman ülkede de yasaklanmıştı. Yönetmenin görsel olarak "Fountain" ile birlikte en iddialı işi olan, o filme nazaran daha derdi anlaşılabilen bir film olsa da bunları ne denli kifayetle ifade edebildiği izleyen göre değişebilen bir yapım. Tümüyle bir başarı olduğunu söylemek mümkün değil ama kesinlikle izleyenin ilgisini çekmekte zorlanmayan bir seyirlik.