Cuma, Ocak 24, 2020

Doctor Sleep


Korku janrının sinemadaki en başarılı örneklerinden biri kabul edilen "The Shining"in uyarlanan eserin yazarı Stephen King'in gözünde çok da itibarının olmadığı birçoklarınca bilinen bir gerçek. Kitabı okumadığım için tümüyle bir yorum yapma imkanım olmasa da yazarın kitapta anlatmak istediklerini Kubrick'in filminde göremediği aşikar. Aradan geçen 40 yıllık süre zarfında "The Shining" denince öncelikle akla gelenin kitap değil film olduğu da su götürmez bir gerçek. Kendisinin ağzından bizzat bu yönde bir açıklama okumuş olmasam da 7 yıl önce piyasaya sürdüğü "Doctor Sleep"i yazmasında başat faktörlerden birinin eserinin doğru değerlendirilmediğini düşünmesi olduğunu söylemek çok da farazi bir çıkarım sayılmaz. Öte yandan Mike Flanagan'ın mevzu bahis kaynağı büyük bir sadakatle yorumladığı söylenen film uyarlamasını izledikten belki de Kubrick'in mevzuyu ele alışı en isabetlisiymiş düşüncesi oluşmadı da değil bende.


"Doctor Sleep" ilk filmde  yaşadığı dehşet dolu anılarla çocuk yaşında boğuşmak zorunda kalan Danny ile açılıyor ve onun bu sıkıntılarla nasıl yüzleşip üstesinden gelmek için bir çözüm bulduğunu görmemizle devam ediyor. Aynı zamanda filmin geri kalanında bolca vakit geçireceğimiz Danny gibi psişik yönleri güçlü insanları işkenceyle öldürüp onların sahip olduğu bu enerjiyi emerek beslenen ve bu şekilde yüzyıllar boyu hayatta kalmayı başaran True Knot isimli güruhun da ne menem bir topluluk olduğuna dair fikir edinme şansımız da oluyor giriş kısmında. 
 

30 yıl sonrasına atladığımızda ise artık kırklarına gelmiş Danny'nin (Ewan McGregor) geçmişin izlerini üzerinden atamadığını ve alkol bataklığına sürüklendiğini görüyoruz. O bir yandan her ne pahasına olursa olsun hayatını düzene sokmaya çalışır ve bu esnada kendisiyle aynı yeteneklere sahip olan Abra ile iletişime geçerken True Knot ekibi de aralarına yeni üyeler katmanın yanı sıra (Emily Alyn Lind'in canlandırdığı Snakebite Andi) kendilerine yeni kurbanlar aramaya da devam ediyorlar. Bu noktada tüm karakterlerin yolu birbiriyle kesişiyor zaten.


Romanları filme aktarırken yaşanılan en büyük sorunlardan biri kitapların formatları itibariyle farklı karakterler üzerinden hikayeyi anlatma şansına sahip olmasıyken filmlerin bunları daha rafine ve sabit odaklı anlatması gerekliliğine sahip olması. Bu açıdan değerlendirdiğimizde kitabı uyarlarken aynı zamanda Kubrick'in filmini de hikayeye yedirip bir nevi King ile Kubrick'in vizyonlarının başarılı bir sentezini yapma amacıyla yola çıkan yönetmen Mike Flanagan bir adaptasyondan ziyade kitabın filme dökülmesi işine girişmiş olduğunu görüyoruz. Filmin ilk yarım saatlik kısmında Danny'nin yaşadığı dehşet ve travmalara odaklandığı yerlerde film hem çok ürkünç hem de çok tesirli olmayı başarıyor ve bu noktada anlıyoruz ki orjinal filmle bağına yaslandığı ölçüde iz bırakmayı başaracak bir yapım "Doctor Sleep", zira ne zaman Danny dışında karakterlere yüzünü dönse temposundan bir şeyler kaybediyor. Flanagan'ın kaynak materyale fazla sadık kalmasının bedelini bu noktalarda gözlemlemek mümkün zira film hem hikayenin bütününe çok da etkisi olmayacak Snakebite gibi karakterlere lüzumundan fazla vakit ayırarak süresini uzatıyor, hem de True Knot güruhunun varlığı ilk filmin sahip olduğu tüm o tekinsiz bilinmezlik hissinden zuhur eden dehşet duygusunu bütünüyle bertaraf ediyor. Bu noktada olay korku filminden ziyade bir kedi-fare kovalamacasına dönüşüyor zaten. Abra karakterinin olaya dahliyle birikte gelen beklenmedik hikaye falsoları bu durumu bir nebze daha eğlenceli hale getirmeyi başarsa da final bölümünün bütününü kapsayan Overlook oteline geri dönüş yapana kadar giriş kısımlarında gösterdiği güce tekrar erişemiyor film. Ne zaman ki Kubrick'in vizyonuyla hafızalarımıza kazınmış otel tüm esrarengizliği ile hikayeye dahil oluyor o noktada tekrar şaha kalkıyor film ve ustasına saygı duruşunda bulunmayı ihmal etmeyen hem de King'in öncül romandaki vizyonunu bu filme yedirmeyi başaran tatmin edici bir sonla nihayete eriyor film.


Flanagan hikayenin ürkünç noktalarına eğildiğinde bir hayli başarılı; orjinal filmin görsel dünyasını koruyup üstüne birşeyler eklemeyi başarabilmesi de takdire şayan. Öte yandan kendini frenleyerek daha kompakt bir film yapmak dururken teatral olarak 2 buçuk, yönetmen kurgusuyla 3 saati bulan bir film yapmasının affedilir bir yanı da yok zira hikayenin bu kadar yayılmaya ihtiyacı yok, faydadan ziyade zararı dokunuyor seyir zevkine. Gerek McGregor gerekse de Ferguson'ın rollerinden keyif aldıkları aşikar ama kastın parlayan yıldızı Rose'un sadık yardımcısı Crow'u canlandıran Zahn McClarnon olmuş. Hakeza Jack  Torrence rolünde Jack Nicholson'ın yerini doldurmak gibi bir yükün altına giren Henry Thomas'ın bunu büyük ölçüde başardığı da söylenebilir. Kastın en göz kanatan performasına imza atan Emily Alyn Lind'in de belli bir aurası olduğu ve bu vesileyle durumu bir ölçüde kurtardığını belirtmeden geçmemek lazım. 


Son tahlilde Stephen King'in sadık takipçilerinin büyük ölçüde memnun ayrılacakları bir seyir deneyimi sunduğu aşikar olan Dcotor Sleep kitapları okumamış geri kalan güruh için gereğinden uzun ve lüzumundan fazla ayrıntıya sahip bir yapım.