Cuma, Ocak 28, 2022

Assassins (1995) - Richard Donner

Ne yönetmeninin ne de başrol oyuncularının filmografisinde göze batan parçalardan biri değil "Assassins". Bugün birçok sinemaseverce Wachowski kardeşlerin Hollywood'un kapısından girdikleri ama sonuçtan memnun kalmadıkları için isimlerini çekmeye çalıştıkları bir film olarak hatırlanıyor. Senaryolarını filme çekecek ismin Richard Donner olduğunu duydukları andan itibaren projeye temkinli yaklaşan kardeşler, yönetmenin senaryoda yapılmasını talep ettiği değişikliklere de ayak diremişler. O da Brian Helgeland'a senaryoyu revize ettirmiş. Fakat yapılan ufak tefek değişikliklere rağmen hikayenin çatısı büyük ölçüde aynı kaldığı için Wachowski'lerin isimlerini senaryodan çekme istekleri de Yazarlar Birliği tarafından reddedilmiş.


Hem senaryoyu okuyup hem de filmi izlemiş biri olarak söyleyebilirim hakikaten de Wachowski'lerin yaygara kopardığı kadar senaryodan uzaklaşan bir film değil "Assassins". Keşke becerilebilseymiş zira o kadar iyi bir senaryo da değil eldeki. Zamanında nasıl Mel Gibson'ın dikkatini çekip o "Braveheart"a yoğunlaşmak durumunda kalınca Richard Donner'ın önüne düşmüş insan hayret ediyor. Kabaca Sylvester Stallone ve Antonio Banderas tarafından canlandırılan iki kiralık katilin arasındaki kedi fare oyununu anlatan senaryo içerisinde bir iki ilginç yer barındırıyor olsa da geneli itibariyle finale gelene kadar insanı bayan, çok akmayan bir hikaye bu. Wachowski'lerin dediklerine bakılırsa ahlaki göreceliliğe dair karanlık bir hikaye burada anlatılmak istenen ama kusura bakmasınlar ne yazılanda ne de perdeye aktarılanda böyle bir derin bir anlatım ibaresi göremedim ben. Gösterime girdiğinde filme dair getirilen eleştirilerin en başında da senaryonun gereksiz karmaşık ve sıkıcı oluşu gelmiş ki ben de yüzde yüz katılıyorum.


Elini değdirene de bir hayrı dokunmadı zaten senaryonun, artık Wachowski'ler nazar mı etti nedir. 90'lara kötü bir giriş yapmış olsa da sonradan yaptığı birkaç hit filmle yıldız statüsünü korumayı başaran Stallone için aynı yıl gösterime giren "Judge Dredd" ile birlikte "Assassins" sonun başlangıcı oldu denebilir zira kalan beş yılı global popülaritesinin gazıyla idare etmeyi başarsa da ABD'de yıldızı iyice sönmeye başlayan aktör 2000'lere gelindiğinde ismi mazide kalmış nostaljik isimlerden biri haline gelmişti. Ta ki birkaç yıl sonra tekrar seyirciye kendini hatırlatana kadar. Hakeza Richard Donner'ın filmleri de "Assassins" sonrası eskisi kadar sıcak karşılanmaz oldular ki peyderper elini ayağını çekti bu işlerden zaten rahmetli yönetmen.


Her iki isim de filmin kendilerine bir hayrının dokunmayacağını sezmiş gibi hikayeyle bağlantıları kopuk bir performans sergiliyorlar. Gerçi Donner sonradan verdiği röportajlarda filmden memnun kaldığını belirtse de gene de filminin temposunu ayarlamakta sıkıntı yaşadığı aşikar. Karakterlerin çoğunun vakitlerini birşeyleri beklemekle geçirdikleri bir hikaye zaten "Assassins", yönetmen de bu duruma biraz tempo katacak hamleler yapmaktan imtina etmiş nedense.


Stallone, her ne kadar genel olarak iyi bir oyunculuk gösterse de karakterinin depresyonunu fazla benimsemiş, çoğu yerde mırıltıyla konuşuyor resmen. Julianne Moore'la kimyaları da çok uyumsuz, senaryoda birbirlerine çekimleri daha aşikar şekilde yer verilen iki karakter arasındaki ilişkinin tonu zayıflatılmış olsa da Moore'un karakteriyle aralarında cinsel bir ilişkiden ziyade abi-kardeş ilişkisi varmış gibi bir görüntü oluşmuş iki aktörü yan yana koyunca.


Öte yandan gerek Moore, gerekse de Banderas hallerinden gayet memnun gibiler, ellerindeki malzemeyi azami şekilde kullanmak için canla başla çalışmışlar. Ardı ardına yaptığı "Philadelphia", "Interview With The Vampires" ve "Desperado" ile birlike Hollywood'a füze gibi giriş yapan Banderas bu filmden çok da zarar görmeden yola devam edip "Evita" ve "Zorro"ya doğru yol almıştı akabinde. Hakeza Moore da o dönem yükselmekte olan yıldızını daha da yükseklere taşımayı başardı sonraki yıllarda.

Salı, Ocak 25, 2022

Scary Movie 4 (2006) - David Zucker


Bir önceki filmi yapan ekibin aynen geri döndüğü "Scary Movie 4" seri ilerledikçe odak noktasının korku janrından dönemin popüler filmi neyse ona kayışının son halkası. Serinin son filmi olacağı duyurulmuştu vaktinde ama bikaç yıl sonra beşincisini de çektiler yepyeni bir kadroyla. Ben izlemedim ama artık ne kadar kötüyse serinin tabutuna çiviyi çakmış gibi görünüyor. Dördüncü filmin hedef tahtasına oturttuğu başlıca filmler "War of The Worlds", "Saw" ve "Grudge". Arada "Brokeback Mountain", "The Village""Million Dollar Baby"a da atıflar var -dediğim gibi,sadece adı "Scary Movie" filmin-. Shymalan her daim parodicilerin diline düşmek için popüler bir seçim olmuştur zaten. Tom Cruise, Michael Jackson ve George Bush'la da acımasızca dalga geçiliyor. Tom Cruise'un maymun versiyonunu canlandıran isimse Craig Bierko. Bu adamı ilk kez "The Long Kiss Goodbye"da izlediğimi hatırlıyorum, karizmatik bir ışıltısı vardı. Sonrasında kült bir film olan "The 13th Floor" ile de göze batmayı başarmıştı ama çok da gerisini getiremedi anlaşılan ki buraya düşmüş. Neyse. Kötü bir film değil "Scary Movie 4" ama çoğunlukla tebessümden öte bir tepki de yaratamıyor insanda. "Testere" serisinin Billy'si ve Regina Hall'un karakteri üzerinden uzaylıların sonunu getirmesi güldürdü baya onun dışında çok da hatırda kalan bir yanı yok. Dahlolan herkesin kreatif gazlarının tükenmekte olduğunu hissedebiliyorsunuz seyrederken.

Cuma, Ocak 21, 2022

Scary Movie 3 (2003) - David Zucker


Wayans'ları kovduktan sonra bir koyup beş getiren bu serinin başına geçecek birini aramaya başladı Weinstein'lar. Jason Friedberg ve Aaron Seltzer ikilisi ilk filmde kaçırdıkları şansı burada yakalamak isteyip bayrağı devralmaya talip olsalar da onların kafasında dönemin fenomenleri "Lord of The Rings", Harry Potter" ve "Star Wars"ın prequel üçlemesini dalgaya alan bir film yapmak vardı, adı da "Scary Movie 3: Episode I: Lord of the Brooms" olacaktı. Weinstein serinin korku filmleri çerçevesinden çıkmasını istemediği için bu fikri reddetti ve kariyerini parodi üzerine kurmuş olan David Zucker'a döndü yüzünü.


Zucker'ın daha önce bir çok kereler beraber çalıştığı Pat Proft ve kariyerinin henüz başlarında olan Craig "Chernobyl" Mazin tarafından yazılan senaryonun genel çatısı Night Shymalan'ın "Signs"ı ve "The Ring" üzerine kuruluydu bu sefer. Charlie Sheen Mel Gibson'ın parodisini yaparken Anna Faris'e de Naomi Watts düşmüş. Hatta ilk filmde "Scream" baz alındığı için Neve Campbell'ı çağrıştırsın diye saçını siyaha boyamış olan Anna Faris bu filme gelindiğinde de Watts'ı andırsın diyerek doğal saç rengi olan sarıya dönmüş. Wayans'ların bel aşağısına abanan mizah anlayışlarından ayrılmayı tercih eden Zucker ve ekibi serinin ilk "R-Rated" olmayan filmine de imza atmışlar bu filmle.

 
Adı korkunç bir film olsa da korku filmi olmayan bir çok popüler filme de göndermeler var. "8 Mile"la ilgili bir rap bölümü var ki ben o filmi izlememiş olduğum halde güldüm. "Matrix Reloaded"lar matrak geçen kısımlar da yoğun. "The Others"daki meşhur bir sahne vasıtasıyla Michael Jackson'a fena giydirilen bir sahne mevcut. Zucker'ın ve genel itibariyle parodi filmlerinin vazgeçilmez oyuncusu Leslie Nielsen varlığı ile filmi şenlendiriyor ama ben Jeremy Piven tarafından canlandırılan spikerin olduğu az ama öz bir iki sahneye güldüm en çok. Kariyerinin en başlarında bir Kevin Hart'a da rastlamak mümkün Anthony Anderson'ın yancısı olarak.


Öncüllerinin seviyesizliğine nispetle "Scary Movie 3"ün daha klas bir komedi anlayışı var Zucker ve ekibi sağolsun. Tabii son tahlilde zevk meselesi zira o seviyesizliğin komik olduğu yerler de yok değildi. Bir önceki filmle aşağı yukarı aynı bütçeye sahip olsa da (45 milyon dolar) yapım kalitesinin daha yüksek olduğunu söylemek mümkün, bunda usta görüntü yönetmeni Mark Irwin'le çalışılmış olması da etkili tabii. Seyirci de genel olarak gördüğünden memnun kalmış olacak ki dünya çapında 220 milyon dolar hasılat yapmış film, 3 yıl sonrasında bir devam filmi daha geldi zaten hal böyle olunca.

Desire and Fear


Here's the thing about feelings. They're so much easier to control than facts. Turns out, in my Matrix, the worse we treat you, the more we manipulate you, the more energy you produce. It's nuts. I've been setting productivity records every year since I took over. And, the best part, zero resistance. People stay in their pods, happier than pigs in shit. The key to it all? You. And her. Quietly yearning for what you don't have, while dreading losing what you do. For 99.9% of your race, that is the definition of reality. Desire and fear, baby.

Duyguların olayı da bu. Gerçeklerden daha kolay kontrol ediliyorlar. Benim Matrix'imde anlaşıldı ki size ne kadar kötü davranır, ne kadar manipüle edersek o kadar enerji üretiyorsunuz. İnanılmaz. Başa geçtiğimden beri verimlilik rekorları kırıyorum. En iyi tarafıysa hiç karşı koyma yok. İnsanlar bokun içindeki domuzdan daha mutlu bir şekilde kapsüllerinde kalıyor. Bunun sırrı ne mi? Sen ve o. Sahip olduklarını kaybetmekten korkarken sahip olmadıklarını sessizce özlüyorsun. Irkınızın yüzde 99,9'u için
gerçekliğin tanımı bu. Arzu ve korku bebeğim. 

The Matrix Resurrections (2021) - Lana Wachowski

Çarşamba, Ocak 19, 2022

13 Hours (2016) - Michael Bay


Michael Bay'in kendi çapındaki "Black Hawk Down" yeniden çevrimi denebilir "13 Hours" için, filmin bir sahnesinde atıf bile yapılıyor hatta. Hikaye ve şartlar farklı da olsa iki filmin temel aldığı olaylar arasında bariz benzerlikler de mevcut. Arap "Bahar"ının göbeğinde Kaddafi'den yeni kurtulmuş bir Libya. Kayıtlarda geçmeyen gizli bir CIA üssü. Tarih 11 Eylül 2012. Kaddafi'ye baş kaldırmış gruplardan birisi kimilerine göre bir protesto sonrası, kimilerine göre de önceden planlanmış bir şekilde ABD büyükelçiliğine saldırıyor. Orayı talan ettikten sonra da gözlerini CIA üssüne dikiyorlar. 13 saatte başlayıp biten bu sürede hayatta kalmaya çalışan Amerikalıların öyküsü izlediğimiz.


Olayı konu edinen Mitchell Zuckoff'un aynı isimli kitabı temel alınmış senaryo yazılırken. Belli oranda çatışma sahnesi içerse de 2 buçuk saate yaklaşan uzunluğunu dolduracak düzeyde aksiyonu olan bir film değil "13 Hours". Bunun yerine karakterlerine zaman ayırıp onları seyirciye tanıtmayı ve birbirleri arasındaki dinamikler konusunda bilgi vermeyi tercih etmiş yönetmen. Hikayenin merkezinde yer alan Jack Silva (John Krasinski) üssün güvenliğinden sorumlu GRS'in son üyesi, ekibin lideri Tyrone Woods (James Badge Dale) ile eskiden gelen bir hukukları var. Bu ikisi üzerinden önce ekibin diğer üyeleri Oz (Max Martini), Tig (Dominic Fumasa), Tanto (Pablo Schreiber) ve Boon (David Denman) ile tanışıyor, sonrasında da üstte görev alan CIA personeli ile haşır neşir oluyoruz. Libyalı Militanlar dışında filmin kötü adamı pozisyonunu ağırlıklı olarak dolduran isim Birim Şefi Bob (David Costabile) oluyor zira hem GRS ekibine karşı çok olumsuz bir tavır içerisinde hem de Amerikan Hükümetinin askerlere yönelik umursamaz olarak tasvir edilen tavrını simgelemek için tasarlanmış gibi duruyor karakter. 


Bu hadise koptuğu zamanlar Obama hükümeti, özellikle de Başkan yardımcısı Hillary Clinton olaya yeterince hızlı cevap verilmememesinden mütevellit ağır eleştirilere maruz kalmışlar. Yönetmen Michael Bay devletin üst kademesine direkt laf sokmaktan itina ile kaçınsa da film boyunca altını kalın bir şekilde çizdiği bir husus bu, askerlerin terkedilmişliği. "13 Hours"u en ilgi çekici kılan özelliği hiçbir şekilde filmlerinin derinliği ile tanınan bir yönetmen olmayan Bay'in burada alenen bir meram anlatmaya çalışıyor olması. Son karesi çamurun içinde yüzen bir Amerikan bayrağı olan bir Bayhem prodüksiyonundan bahsediyoruz, filmde de militanların tüfekle bayrağı taradıkları bir sahne de mevcut. Normal alameti farikası göndere çekilmiş, gururla dalgalanan bayrakları yer yer ağır çekimle göstermek olan bir adam bu. Gel gör ki son 20 yıl içerisinde ülkesinin 11 Eylül, Afganistan ve Irak gibi süreçleri başarılı bir şekilde atlatamadığını ve dünyanın patronu hüviyetini öyle ya da böyle kaybetmenin eşiğinde olduğunu idrak etmiş gibi görünüyor yönetmen ve "13 Hours" üzerinden bunun bir nevi yasını tutuyor.


"Black Hawk Down"ın Somali ahalisini ele alışına benzer bir şekilde, hikayeye süs diye yerleştirilmiş ve böyle rollerde ne işi olduğunu anlamadığım, normalde karizma abidesi bir aktör olan Peyman Muadi tarafından canlandırılan tercüman karakteri dışında ne Libya ne de Libyalılara dair en ufak bir ilgisi yok yönetmenin. Karakterlerin hepsi birbirini yerken çekirdek çitlemeyi de ihmal etmeyen bu garabet kavme karşı şaşkınlıklarını gizlemekten öteye gitmiyorlar, tam da bu nedenle kendilerine sordukları soru bu: biz burada ne halt ediyoruz? O ülkenin o hale gelmesinde bir süper güç olarak ABD'nin ne denli rolü vardır gibi gibi sulara hiç girmiyor Bay. Bir sahnede Silva'ya da söylettiği gibi onun gözünde bu askerler "kendileri için hiç bir anlam ifade etmeyen bir ülkede, kendilerini ilgilendirmeyen bir kavganın ortasında canlarını kurtarmak" durumunda kalan adamlar. Yönetmenin bu yaklaşımı birçoklarınca yüzeysel, ırkçı ve düpedüz cahilane olarak değerlendirilmeye müsait olsa da açıkçası bulundukları yer ahalisi kendilerinden kurtarmakla vazifelendirilmiş kahraman asker motifindense Bay'in kusurlu ama en azından samimi yaklaşımı benim nezdimde çok daha makbul. "13 Hours"un abisi "Black Hawk Down"a nispetle kulağı geçen boynuz olabildiği alanlardan biri bu.


Siyasal tonları bir tarafa bırakırsak, karakterlere odaklanışı ile de Bay'in belki de olgun filmlerinden birisi bu. Bir kere oyuncu seçiminde dört dörtlük bir iş çıkarılmış; Dale ve Krasinski dışındaki tanınırlık düzeyi düşük aktörlerin seçilmesi karakterlerin inandırıcılığını arttırmış. Ekibin bir birleriyle olan diyalogları olsun, herbirinin fiziksel olarak optimum görüntüleri olsun, en iyi yaptıkları iş askerlik olan bir grup adamın hikayesini izlediğimi bana kabul ettiriyor film ve aktörler de rollerinin hakkını fazlasıyla veriyorlar. Gerçi Dale'in performansı yer yer biraz kasıntıydı ama genele vurduğunda lider rolünde parladığı bir gerçek. Krasinski hikayenin kalbi ve sadece komedi konusunda usta olmadığını kanıtlıyor. Bu ikisi dışında Max Martini, Pablo Schreiber ve Trablus üssünden Bingazi'ye yardım için gelen ekibin  lideri Glen rolünde Toby Stephens dikkat çekmeyi başarıyorlar. 


Olayların başlaması neredeyse 45 dakika - 1 saati buluyor ve bu süre zarfında hem hikayenin baş figürleri hem de lokasyonun coğrafyasına ilişkin geniş geniş bilgi sahibi oluyoruz. Bay'in filmlerinin uzunluğu genelde seyir zevkini negatif etkileyen bir noktadır ama burada yönetmenin zamanını isabetli kullandığı aşikar. Çatışma başladıktan sonrası ise zaten kendisinin uzmanlık alanı. İlk kez çalıştığı görüntü yönetmeni Dion Beebe'nin ("Collateral", "Equilibrum") ısrarı üzerine ilk kez dijital kamera ile çalışan yönetmen görsel azametten bir nebze feragat ediyor olsa da silahlar konuşmaya başladığındaki kaotik atmosferin etkili tasvirinde dijital daha uygun bir seçim olmuş sanki. Bay ile ilk kez çalışan bir başka isim olan İskoç müzisyen Lorne Balfe'nin film için bestelediği müzikler de her ne kadar yüzde 90'ı itibariyle sıkıcı olsa da albümde yer alan ve finalde özellikle Krasinski'nin eşiyle yaptığı telefon konuşmasında seyirciyi vuran 9 dakikalık "Forgotten" isimli bir parça var ki bestecinin imza attığı en güzel müziklerden biri. İlgilisinin mutlaka kulak vermesi şart.


Son söz olarak, yönetmenin sinemasına merakı olan ya da "Black Hawk Down" ya da "Lone Survivor" gibi yapımları keyifle izleyen herkesin mutlaka göz atması gerekn bir yapım "13 Hours".

Salı, Ocak 18, 2022

TB20: Black Hawk Down - Ridley Scott


Filmlerinin sahip olduğu görsel güç itibariyle sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden biri olsa da senaryodan çok da anlayan bir adam değil Ridley Scott. Anlayan demeyelim de sallayan bir adam değil. Arada Gladiator gibi örnekler çıkıyor ve turnayı gözünden vuruyor ama çoğu zaman hikayenin kafasında yarattığı imajlar Scott'ı o kadar heyecanlandırıyor ki hikayeyi arka plana rahatlıkla atabiliyor. Yönetmenin filmografisinin en nadide örneklerinden olan "Black Hawk Down" bunun en güzel örneği.


90'ların Somali'sinde düzenledikleri bir operasyonu fena halde batıran Amerikan askerlerinin öyküsü malum "Black Hawk Down". Kıtlığın eşiğinde olan ülke iç savaş halinde ve taraflardan biri BM'nin gıda yardımlarını bloke etmekle meşgul. BM kuvvetinin bir parçası olan Amerikan güçleri özgüvenleri sağolsun bir iki üst düzey somaliliyi ele geçirerek durumu çözüme kavuşturma planı yapıyor ve operasyon böylelikle hayata geçiyor. Fakat sahadaki durum planlanandan bir hayli farklı gerçekleşiyor ve operasyona katılan iki helikopter yerel milislerce düşürülüyor. Düşen personeli kurtarma çabaları da bütün gece süren bir muharebeye sebep oluyor. Hadisenin sonunda 300 ila 2000 somaliliye karşılık olarak 19 Amerikan askeri hayatını kaybediyor. "Black Hawk Down" bu 19 asker ve arkadaşlarının öyküsü elbette.


Neresinden baksan fiyasko olan operasyonda öldürülen askerlerin cesetlerinin sokalarda sürüklendiği görüntüler zamanında ABD'de o denli infiale yol açmış ki dönemin başkanı Clinton ordusunu uluslararası anlaşmazlıklardan uzak tutmaya karar vermiş bu hadiseden sonra. Mark Bowden isimli bir yazar olay üzerine "Black Hawk Down: A Story of Modern War"adında bir kitap yazmış, okuyanların öve öve bitiremediği başarılı bir yapıt anladğım kadarıyla. Eskilerin star yapımcılarından Jerry Bruckheimer kitabın haklarını satın aldıktan sonra Bowden kendi kitabını uyarlamış, onun uyarlamasını Bruckheimer Ken Nolan diye bir senariste teslim etmiş. Nolan'ın senaryosu Steven Zaillian, Stephen Gaghan, Eric Roth ve  kendi dialoglarını yazmayı tercih eden Sam Shepard'ın elinden geçtikten sonra tekrar Nolan'ın kucağına düşmüş ve çekimler boyunca senaryo yazımını sürdürmüş. Filmi izleyince senaryodaki bu yalapşaplık durumunu hissetmemek imkansız.


Askeri tarih hakkında az çok bilgisi olan herkes ABD ordusunun Hollywood filmlerinde tasvir edildiği gibi bir "best of the best" olmadığını bilir. Süpergüç olmasının getirdiği teknolojik üstünlükleri sonuna kadar kullanan bir yapılanma olsa da iş sıcak çatışmaya geldiğinde çok da başarılı olmayan bir askeri güç olagelmiştir ABD ordusu; Vietnam ya da 2.Dünya Savaşı üzerine yapılacak okumalarda bunu görebilmek mümkündür. Mogadişu Muharebesi de bu zincirin son halkalarından biridir esasında ama Ridley Scott ve Jerry Bruckheimer ikilisinin elinde haksızlığa karşı mücadele eden iyi niyetli kahraman askerlerin öyküsüne dönüşür. Her ne kadar filmin introsunu bölgenin o dönemki mevcut durumu özetleyen, etkileyici karelerle bezeli bir montajla yapmış olsa da Scott'ın röportajlarından ve filmde herhangi bir Somalili danışmana yer verilmemesinden anlaşılabileceği üzere hikayenin Somali boyutu ve ülkenin iç dinamikleri yönetmenin umurunda değildir. Zamanında örtük bir ırkçılık içerdiği yönünde suçlamalara da maruz kalmıştı film ki Somali ahalisinin betimlenişine bakarak bu intibaya kapılmamak elde değildir. Tek işi bağırıp çağırarak Amerikalara ateş açmak olan bir yamyam kabilesi gibi resmedilmiş Somalililer kadar esasında operasyonun nihayete ermesinde önemli rol oynayan Pakistan ve Malezya askerlerinin de esamesi okunmaz filmde.

 
Karşı tarafı derinlikli betimlemekten bilinçli olarak kaçınan Scott çatışmadan arta kalan vakitlerinde ABD askerlerine kamerasını dönürdüğünde de klişere sığınmaktan kendini alamaz. Askerlerin birbirleri arasındaki diyalogları dinlerken gözlerinizi devirmekten bir hal olursunuz. Silah arkadaşı için canını ortaya koyan metin asker prototipini dibine kadar sömürür yönetmen. Hikayeyi ve karakterlerini yüzeysel tutarak tasarruf ettiği tüm enerjiyi çatışma ortamını tüm canlılığı ile tasvir etmeye harcaması ise "Black Hawk Down"u hem yönetmenin repertuarında hem de sinema tarihinde ayrıksı bir yere koyan temel özelliğidir. Kieslowski'den devraldığı Polonyalı görüntü yönetmeni Slawomir Idziak ("Üç Renk:Mavi", "Gattaca") ile birlikte askeri okullarda örnek olarak gösterilecek düzeyde başarılı bir muharebe ortamı yaratmayı becerir yönetmen. Kendilerini kötü bir kaderin beklediğini filmin adından bildiğimiz kara şahinler sahilde süzülürken hem huşu hem de bir heybet içinde takip eden kamera helikopterlerin şehre doğru yöneldiği o şahane planla bize bambaşka bir filme geçiş yapmak üzere olduğumuzu hatırlatır. Filmin en akılda kalan kareleri adına yaraşır biçimde içinde Kara Şahinleri barındıran resimlerdir; operasyonun başladığını ifade eden "I repeat, Irene", helikopterlerin ilk yere değişi ve tabii ki en unutulmazı olan "We've got a Black Hawk down" sahnesi.


Bu noktadan sonra mevzuyu ABD-Somali ayrımından öte taşımayı başarır yönetmen. Tıpkı kaygı dolu bakışlarla fikir babası olduğu operasyonun felakete doğru yol almasını izleyen Sam Shepard'ın canlandırdığı general karakteri gibi, filmin başından itibaren iyi kötü içli dışlı olduğumuz bir grup gencin amansız bir çatışmanın ortasında kalışına şahitlik ederiz şahit. Bu noktada filmin kusursuza yakın oyuncu seçimleri de bu özdeşleşmeyi kolaylaştırır. Esas adı John Stebbins olan ama Somali'den döndükten sonra öz kızına tecavüz ettiği için hüküm giymesinden mütevellit ordunun ricası üzerine ismi film için değiştirilern Grimes'ı canlandıran Ewan McGregor'ı hariç tutarsak ya kariyerinin başlarında olan (Tom Hardy, Orlando Bloom,  Hugh Dancy, Nikolaj Coster-Waldau, Ioan Gruffudd, Matthew Marsden) ya da kariyeri patlama yapmanın eşiğinde olan (Josh Hartnett, Eric Bana) isimlerin yanı sıra her daim filmi sırtlayabilecek sağlam karakter oyuncularıyla da (Tom Sizemore, Jason Isaacs, Sam Shepard, William Fichtner, Kim Coates, Zeljko Ivanek, Jeremy Piven, Razaaq Adoti, George Harris, Treva Etienne) bezeli dört dörtlük bir kasta sahiptir film. Eric Bana oynadığı karakterin cool oluşu sayesinde oyuncu kadrosunun en göze batan ismi olmayı başarır ama en keyifli performansı böyle roller için yaratıldığını düşündüğüm Tom Sizemore verir. Kariyerinin sonradan aldığı hali düşününce biraz hüzün verici bir durumdur bu.
 

Daha önce Scott ile "Gladiator"da çalışmış olan ve kariyerinin en iyi işlerinden birine imza atan Hans Zimmer burada Afrikalı müzisyenlerle işbirliği yaptığı kendi deyimiyle deneysel bir çalışmaya imza atar. Film içinde gayet etkili ve uyumlu olsa bağımsız olarak dinlendiğinde o kadar da etkileyici olmayan Soundtrack albümünün en bomba parçası Rachid Taha'nın artık klasik hale gelmiş parçası "Barra Barra" olmuştur zaten. Onun dışında "Hunger", "Chant", "Synchrotone" ve "Leave No Man Behind"a da bir şans verilebilir.
 

11 Eylül'ün gölgesinden vizyona girmiş ve ABD halkının "Terörle Savaş" döneminde ordusuyla olan güven ilişkisini tazelemek gibi bir işleve de hizmet etmiş olan "Black Hawk Down" dünyanın bir hayli değiştiği son 20 yıl içinde hala beğeniyle izlenebilen bir film olma statüsünü tüm askeri ve politik bağlarından ayrı tutulduğunda ayakta kalmasını sağlayan sinemasal gücüne borçludur. Aynı zamanda Ridley Scott'ın resimlerle hikaye anlatımının gelmiş geçmiş en büyük üstatlarından biri olduğunun da en büyük kanıtlarından biridir.

Pazartesi, Ocak 17, 2022

Scary Movie 2 (2001) - Keenen Ivory Wayans


Keenan Ivory Wayans'ı zamanında televizyonda denk geldiğim, kadrosunda Jon Voight'un da olduğu bir aksiyon filmi dışında bir şeyde izlememiş olsam da 90'lar televizyonunda baya bilinen bir isimmiş esasında. Sinema aleminde de "I'm Gonna Git You Sucka" ve "Don't be a Menace" gibi parodi filmleri ile de biliniyormuş. Bu janr çerçevesinde düşünülünce tecrübeli bir isim sayılabilir yani. Buna rağmen Weinstein'lar kendisine çok güvenmemiş olacak ki ilk filmin gişesini görene değin kendisine devam filmi onayı vermemişler, verdikten sonra da ertesi yıla yetişsin diye baskı yapılmış yapım ekibine ve 9 ay gibi bir sürede yazımı, çekimi ve postu tamamlanmış "Scary Movie 2"nin. Bu süreçte bir hayli yıpranan Wayans'ın devam filmlerinden elini çektiği duyulmuştu zamanında ama yakın tarihte Marlon Wayans'ın yaptığı bazı açıklamalara bakılırsa Weinstein'lar tarafından yaratıcısı oldukları seriden kovulmuşlar bir nevi.


Senaryoyu yazabilmek için 130'dan fazla korku filmi izleyen Wayans kardeşler bu sefer hedef noktası olarak doğaüstü korku ve lanetli ev alt türünü seçmişler. "Exorcist", "Haunting", "Amityville Horror" "Poltergeist", "House on Haunted Hill", "What Lies Beneath" benim gözüme çarpanlardan bazıları. Arada o senenin göze batan yapımlarından "Hannibal" ve "Hollow Man"e de göndermeler var.  İlk filmde ölmüş olmalarına rağmen Anna Faris, Regina Hall, Marlon ve Shawn Wayans'ın karakterleri burada da yer alıyor. Onlara ek olarak kadroya Tim Curry, Tori Spelling, Kathleen Robertson gibi isimler katılıyor. 
 

Filmin başında yer alıp daha da görünmeyen James Woods'un oynadığı rolü normalde Marlon Brando canlandıracakmış ama sağlık durumu iyi olmayan aktörün performansı da başarısız bulunup Woods'la tekrar çekilmiş. Bu vesileyle introsu yapılan lanetli eve tüm karakterlerini toplayan film, artık acele yazılan senaryodan kaynaklı olsa gerek, birbirinden bağımsız skeçlerle ilerleyip evdeki lanetin sona erdirildiği finale bağlanıyor direk. 
 

Gene ilk filmdeki gibi belden aşağılık hali had safhada ama ilk filmden bir tık daha yüksek şekilde seyirciyi iğrendirerek güldürmeye çalışmaya dönük agresif bir tavır var. İyi bir aktör olan Chris Elliott'ın canlandırdığı uşak karakterinin filmdeki tek işlevi bu, seyircinin midesini kaldırmak. Artık buna kimin güleceğini düşündüler bilmiyorum ama bu karakterin olduğu her sahne diğer aktörleri de aşağı çekmeyi başarıyor, özellikle saçmalıkta zirve yapan finaldeki "Charlie's Angels" bölümünde ayyuka çıkan bir vaziyet bu.
 

Senaryonun yanı sıra prodüksiyon kalitesinde de aceleye gelmişlik hissediliyor ilkine kıyasla, ucuz b filmi estetiği hakim filmin geneline. Öte yandan arada başarıyla kotarılmış bölümler de yok değil. Ağzı bozuk papağan; Tori Spelling'le erkek hayaletin, Marlon Wayans ile de kadın hayaletin tanıştıkları sahne; Faris'in sarışın elemanla soğuk depoda mahsur kaldığı kısım; o dönem popüler olan bir Nike reklamının parodisi olan basketbol dansı ve David Cross'la hayalet arasındaki düello bölümü eğlendirmeyi başaran sahneler. 
 

Kalitedeki düşüşe rağmen ilkinden ne fazla ne de az eğlendirebilen "Scary Movie 2" serideki son filmden sonra en kötü gişeyi yapmış olsa da bir hayli ucuza mal olduğu için yapımcılarına kar ettirmeyi başarmıştı.