Pazartesi, Ağustos 16, 2021

The Suicide Squad


Warner Bros'un DC kahramanlarını son 10 senede nasıl bulamaç haline getirdiği kendi başına ayrı bir film olabilir aslında. Biraz da Chris Nolan'ın marifetiyle filmlerin genel koordinesini üstlenmesi için Zack Snyder gibi halihazırda bölücü bir ismi tercih etmek, "Man of Steel" ile Snyder'ın "vizyon"unun ne menem bir şey olduğu apaçık görüldüğü halde "Batman vs Superman"i de kendisine teslim etmek, o film herkes tarafından itin makatına sokulunca David Ayer'in "Suicide Squad"ını bulamaç etmek vs. derken birbirinin üstüne binen hadiselerden müteşekkil bir keşmekeş.


Muhtemelen stüdyonun en başta yapmak istediği şey Nolan'ın "Dark Knight" üçlemesinin kurduğu temel üzerinden hareket eden, ciddiyeti bol geyiği az filmler yapıp Marvel filmlerinden böylelikle ayrışmak, seyirciye farklı bir şeyler sunmaktı. Bu minvalde yönetmen koltuğuna Snyder ve Ayer gibi isimlerin getirilmesi manalı bir seçim. Öte yandan bu adamlara teslim edilen "Superman" ve "Suicide Squad" gibi materyallerin ciddiyetten ziyade daha gevşek, geyiğe teşne yorumlamalara daha müsait birer fikri mülk olduklarını da idrak edebilmeleri lazımdı. Çok uzaklara gitmeye gerek yok, Richard Donner'ın "Superman"i ya da DC Animasyon evreninin sıkı örneklerinden olan "Assault On Arkham" gibi filmler bunun en güzel örnekleri. Ayrıca "BVS"nin gösterime girdiği süreye değin Marvel'ın işinde iyice uzmanlaşıp seyirciyi en optimum tarzda eğlendirecek derecede filmlerini formüle etmeyi başarmış olması seyircinin beklentilerinin de ister istemez Marvel ürünleri baz alınarak programlanmasına vesile olmuştu. Hal böyle olunca "BVS"ye dair yapılan en temel şikayet unsurlarından birinin filmin tonu olması da bir sürpriz değildi.


Bu noktada Marvel'ın rahle-i tedrisinden geçmiş James Gunn gibi bir ismin WB'nin ve "Suicide Squad"ın 5 yıl önce ihtiyaç duyduğu yönetmen olduğu su götürmez bir gerçek. Geç olsun güç olmasın deyip bu durumun tadını çıkarmak da bir seçenek elbette ama ilk filmin tortularının Gunn'ın filminin mevcudiyetine sindiği gerçeğini de göz ardı etmek mümkün değil maalesef.


"-The- Suicide Squad" filmi birçok yönüyle garip bir yapım. Devam filmi desen değil, reboot desen o da tam sayılmaz, arasatta bir yol tutturmaya çalışmışlar. Önceki filmden buraya terfi edebilen sadece 3 karakter var, onların biri de filmin başında telef oluyor zaten. Hadi Margot Robbie çok tutan bir seçimdi Harley Quinn için, kendi ayrı filmini falan da yaptı, dolayısıyla yeni bir SQ filminde yer almaması söz konusu olamazdı. Amanda Waller karakteri Squad'ın varoluş sebebi, Viola Davis de karakter için biçilmiş kaftan, dolayısıyla onun varlığı da kaçınılmaz. Hadi Rick Flag'e de Joel Kinnaman'ın hatırına eyvallah diyelim ama Boomerang'ın, yani Jai Courtney'nin bu filmde ne işi var? Ne karakter ne de oyuncu ilk filmde herhangi bir ekstra olumlu izlenim bırakmayı becerememişlerdi, buraya yer verip daha 10 dakika olmadan öldürtmek neden?


Bunları bir kenara bırakırsak gayet eğlenceli başlıyor film. İlk 15 dakikası itibariyle gerek gore gerekse de mizah olarak tam kıvamında bir ton yakalamayı başaran yönetmen Gunn Bloodsport (Idris Elba), Peacemaker (John Cena), Ratcatcher 2 (Daniela Melchior), King Shark (Sylvester Stallone)  vs. den müteşekkil yeni karakterlerle de bizi haşır neşir etmeyi başarıyor. Waller'ın emriyle sahip oldukları alien bir teknolojiyi bertaaraf etmek üzere darbe sonucu lideri değişmiş bir Latin Amerika ülkesine gönderilen ekibin öncelikli amacı ana gruptan ayrı kalan Flag ve Quinn'i bulmak oluyor ve filmin 3'te 2'si bununla geçiyor zaten. O esnada Harley ile ilişkisi üzerinden bu ülkenin yeni lideri, onun generali ve ülke içindeki muhalif gerillalar ile tanışıp filmin politik tonlamalarıyla muhatap oluyoruz. Film ilerledikçe bu ABD'nin uluslararası politikalarına yönelik bir eleştiriye dönüşüyor ama tarihte 15-20 yıl geriye gidersek anlamlı olabilecek düzeyde bir derinliğe sahip. Ne Dünya ne de Amerika Gunn'ın eleştirisini yaptığı haldeler şu an,  ayrıca böylesi bir film için biraz gereksiz bir çaba bu kadar politizasyon.


Ortalarda karakterlere ilişkin birbiri ardına gelen backstoryler ile biraz gereksiz bir dramaya boğuluyor hikaye. Yani Gunn'ın her bir karakterine göstediği özeni görebiliyoruz ama sahnelerin filme yedirilişi itibariyle hikayeyi zenginleştirmeye çalışmaktan ziyade "bakın karakterleri nasıl da öne çıkarıyorum"un altını çizmeye çalıştığı intibasını edinmek de mümkün. Komedi, dram, aksiyon ve politik eleştiri, hepsini bir potada eritmeye çalışıyor Gunn ve bu durum hikayenin bir saatten fazla süren 3 üncü perdesi ile daha daha da garip bir hal alıyor. Bir sahnede özdeşleştiğimiz karakterlerin dramatik biçimde telef oluşlarına şahit olurken iki dakika sonrasında King Shark'ın bir akvaryumu keşfederkenki sevincini izlerken buluyoruz kendimizi. Sadece tonal olarak oradan oraya atlamakla kalmıyor film, zaman açısından da gereksiz sincaplıklalara girip ritmini zedeliyor ve süresini gereksiz yere uzatıyor. Gunn'ın "Guardians of The Galaxy" dışında filmlerini izlemedim, bu filme gelen tepkilerden anladığım kadarıyla buraya kadar bahsettiğim şeyler bir çok insana yadırgatıcı gelmiş gibi görünmüyorlar ama bana gayet battılar diyebilirim. 


Kasting de bir acaip. Herşeyden önce King Shark için Stallone'un tercih edilmesi olmamış. Hem konuşması çok spesifik olduğu için Stallone'u göz önüne getirmeden Shark'ı görmem mümkün olmuyor, hem de ne bileyim "sana ancak bu yakışır" der gibi koca Stallone'a bu karakteri teklif etmek, saygısızca geldi bana, gerçi gerek Gunn gerekse de Sly cephesinde alan memnun satan memnun ama... Idris Elba kaliteli ve izlemesi keyifli bir aktör ama neticede bir Will Smith değil -ki artık Will smith bile bir Will Smith değil, eski forsunun uzağında-. Bol karakterli bir kadronun parlak yancısı olmaya daha müsait bir isim, ön plan insanı değil. Ön plan demişken kastın ve hikayenin en popüler isimleri olan Harley Quinn ve Margot Robbie'nin bir Idris Elba'dan daha geri plana atılmış olmasının da affedilir yanı yok. Gerçi tümüyle Harley'ye ayrılan ve bir hayli göz boyadığı bölümler var ama gene de çok daha fazla ekran süresine sahip olmalıydı diye düşünüyorum. İnsan ister istemez hayıflanıyor, sinema tarihinin en ideal eşleşmelerinden bir tanesi denebilir Robbie'nin Harley'si için ama şimdiye kadar yer aldığı uyarlamaların hiçbiri bu durumu tümüyle değerlendirmeyi başaramadılar ki "Birds of Prey" özelinde en kabahatlilerden birinin Robbie'nin kendisi olduğu da aşikar. Gişede yarattığı hayal kırıklığına bakılırsa gerek "Suicide Squad"gerekse de Harley için devam filmi olasılığının düşük olduğu göz önünde bulundurunca kaçırılan fırsata üzülüyorum bir seyirci olarak.


Öte yandan John Cena'nın çok büyük bir hayranı sayılmasam da kendisine verilen kısıtlı süreyi hakkıyla değerlendirdiği için kendisini takdir etmek lazım. Kinnaman da bu sefer kendisine verilen mizah boyutunu güzel kullanmış. Kastın esan ışıldayan güneşi ise sıçanları kontrol etmek gibi iğrenç bir süper güce sahip olmasına rağmen sevimliliği ile filme ışık katmayı başaran Daniela Melchior olmuş. Sonraki işlerini merakla bekliyoruz.


Neticede garip bir film "The Suicide Squad". Kötü bir film değil kesinlikle ve başından sonuna ilgiyle takip ettiriyor kendini ama birbiriyle alakasız o kadar unsuru var ki resmin bütününü görmeye çalışınca batıyorlar insanın gözüne. İkinci kez izlesem daha fazla beğenecekmişim gibi bir his var içimde.