Pazar, Ekim 30, 2011

Terri


Terri, normalden bi hayli şişman bir gencin lisedeki tutunamasa öyküsü basitçe. Daha doğrusu anlatmaya yeltendiği şey bu,ama bunu o kadar basitçe yapmaya çalışıyor ki sıradanlık seviyesine iniyor. Terri, amcasıyla yaşayan, şişmanlığı sebebiyle sınıf arkadaşlarının alay konusu olan, bu sebepten ötürü lise müdürnce düzenlenen özel terapi seanslarına katılmak durumunda kalan bir genç. Edepsiz bi durum vesilesiyle lise maymuna dönüştürülen bi başka "kaybeden" Heather'la arkadaşlık etmeye başlamasıyla hikaye biraz gelişecek zannediyorsunuz ama olmuyor. Yani filmin A'dan B'ye ilerlemek gibi bir derdi yok, A çevresinde dolanıp durmayı tercih ediyor. Aslında filmin oyunculukları iyi, başroldeki Jacob Wysocki, çok eğlenceli bir müdür portresi çizen John C.Reilly ve esas kız Olivia Crocicchia izlenesi performanslar sergilemişler. Ama yönetmen ve senaryo hanesindeki çaba o kadar vasat ki filmi kurtaramıyorlar. Aslında böyle çok basit öyküler etrafında dönüp bi şekilde eğlenceli olmayı başaran Amerikan bağımsızlarını hep sevmişimdir, "Terri" de bu vesileyle ilgimi çekmişti, fakat film bittiğinde elinizde kalan sıkıcı bir 8o dakka oluyor.

Perşembe, Ekim 27, 2011

Paranormal Activity 3


Oren Peli'nin yarattığı korku fenomeni Paranormal Activitiy serisi, üçüncü bölümüyle arz-ı endam etti. Her sequel'i selefinin bir prequel'i olarak devam eden filmler(ki bence seriye dair akıllıca ve özgün hamlelerden biri) vesilesiyle fragmanlarda da belirtildiği gibi "aktivite"nin nasıl başladığına vakıf oluyoruz peyderpey. Her yıl çerez parasına bir film yapıp çuvalla para kaldırma faaliyetini Testere serisinden devralan P.A. filmleri, nitelik itibariyle de Testere filmlerinin sergilediği erozyondan uzak, istikrarlı bir kalite tutturmuş görünüyorlar(Rotten Tomatoes'a göre ilk film %82, 2.si %59, bu film de %70 oranında eleştirmenin beğenisi toplamış). Bu durumda, artık başarılı bir korku filmi yapımcısı haline gelmiş olan(bkz. Insidious) Oren Peli'nin seri üzerindeki hakimiyetini sürdürmesinin katkısı tartışılmaz. Bununla birlikte P.A-3'ün öncülleri ölçüsünde başarılı bir film olduğunu belirtmek güç. Bu tespitimiz işin korkutma kısmını kapsamıyor,orda öncüllerinden hiç de geri kalmamışlar. Fakat senaryo ayağında aksamalar söz konusu. Bunun temel sebebi de yapımcıların para makinası haline gelen seriye burda nokta koymak istemeyip, bir filme daha kapı aralamak istemelerinden kaynaklanmış. Hatta öyle ki, bir çeşit 2 filmi bir arada çekme durumu söz konusu gibi duruyor zira filmin fragmanlarında yer alan görüntülerin nerdeyse yüzde 80'i bu filmde yok. Şu haliyle, P.A.-3'e ait olarak gösterilen fragmanlar aslında 4.filme ait gibi görünüyor. Bazıları bu durumdan hoşnut olsalar da, ben kendimi kandırılmış gibi hissetmedim desem yalan olur. Bunu bir şekilde göz ardı etseniz dahi, filmin hikayesi ortadan bölünmüş gibi duruyor, bi nevi matrix reloaded vakası söz konusu. Bu yarım kalmışlık hali hikayenin akışı ve gelişiminde de bi eksiklik hissi oluşturuyor. Devam filmi, belki bu filmin senaryo açıklarını kapatcak nitelikte çıkar ama şu haliyle bir olmamışlık var 3.filmde. Burdan filmin kötü yada keyifsiz olduğu sonucu çıkmasın. Paranormal filmleri son yıllarda korku sinemasının Rec serisiyle birlikte yüz akı haline gelmiş durumdalar. Fakat bütüncül bakıldığında serininin ilk iki filmine kıyasla daha kusurlu bir film Paranormal Activity 3.

Perşembe, Ekim 13, 2011

The Art of Getting By

  
Emma Roberts'ın oyunculuk yeteneği kimilerince tartışmalı olabilir, ünlü bir aileden geliyor olmanın verdiği avantajı kullandığı da düşünülebilir. Fakat şurası bir gerçek ki mevzu bağımsız filmlere geldiğinde hatun ilgi çekici projeler seçmeyi biliyor. Scream 4 ve Valentine's Day gibi stüdyo filmlerinin arasına mutlaka bir iki indie film sıkıştıran Roberts'ın filmogrofisinde hem Lymelife ve It's Kind of a Funny Story gibi ortalama üstü filmler, hem de Winning Season gibi düpedüz şahane filmlere rastlanabiliyor. Üstelik bu filmlerin birçoğunda birbirine benzeyen mesafeli ama aynı zamanda çekici genç kız karakterleri canlandırıyor ve işin gerçeği bunu da çok iyi başarıyor. Oyuncunun yer aldığı son bağımsız The Art of Getting By yada değiştirilmezden önceki evvel ismiyle The Homework ise bu saydığımız örneklerin yanında zayıf kalan bir film ne yazık ki.

Film lise son sınıf öğrencisi George'un etrafında dönüyor. Liseden mezun olup iyi bir üniversiteye gitme şansı olan, resme eli yatkın George, tam hayatının bu civcivli döneminde bir anda ölümlü olduğu gerçeğini idrak ediveriyor ne hikmetse. Bu aydınlanmanın akabinde günlük hayata dair tüm rutinleri anlamsız bulmaya başlıyor, buna ders yaşantısı da dahil. Etrafındaki yetişkinler gidişatın iç açıcı olmadığına dair kendisini uyarmaya yeltenseler de George'un zihniyatında devrim yaratan şey gene çok klişe bir şekilde karşı cinsten birine duyduğu ilgi oluyor. Bundan belki bir beş-on yıl önce, Maslow'un ihtiyaçlar piramidinin ilk iki katmanında hiç bir sıkıntısı olmayıp kendini böyle varoluşsal buhran triplerine sokan George gibi bu tarz karakterler insana bi nebze anlamlı gelebiliyordu ama yaş 30'a yaklaştıkça ancak iç kaldırıyor, izlerken çocuğun ağzının ortasına bi tane yerleştiresiniz geliyor. Karakterin bu denli itici olmasında Freddie Highmore'un son derece kazma oyunculuğunun da katkısı tartışılmaz. Çocukken rol aldığı Finding Neverland'daki oyunculuğuyla herkesi kendine hayran bırakan Highmore'un yaşı ilerledikçe aynı parlak performansını aratıyor olması üzücü. Emma Roberts'ın karakterinin çok da iyi işlendiğini söylemek güç, ama gene de üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor filmi izlenebilir kılan başat etkenlerden biri olmayı başarıyor. Yan karakterlerde Michael Angarano, Blair Underwood ve Elizabeth Raeser de keyifli oyunculuklar sergilemişler. Kastından aldığı güç ve ortalama bir yönetmenlik performansıyla klişe bir hikayeyi sıkmadan seyircisine aktarmayı başarsa da son tahlilde çok akılda kalıcı bir olmayı başaramıyor The Art of Getting By.

Tales From The Script (2009)



Tales From The Script, aynı isimle yayımlanan bir kitabın ek ürünü (ek ürün, bu durumda kullanılabilecek en uygun ifade heralde). Gerçi okuma imkanımız olmadı ama söylenenlere bakılırsa kitap, film için bir nevi kılavuz hüviyetindeymiş. Paul Robert Herman ile birlikte kitabın yazarlarından olan Paul Hanson'ın yönetmenliğini üstlendiği belgesel Hollywood'da senaryosunun filme dönüştüğünü görme şansına mazhar olmuş irili ufaklı birçok senaristle yapılmış röportajlardan müteşekkil. Belgeselde kimler yok ki...  Bugün daha ziyade yönetmen kimlikleriyle kendilerini kabul etttirmiş olan Frank Darabont, John Carpenter, Paul Schrader (Taxi Driver, Hardcore, Last Temptation of Christ), Peter Hyams (2010, Time Cop, End of Days), Ron Shelton (Bull Durham, White Men Can't Jump) gibilerden tutun da sadece senarist olarak da bi şekilde nam yapmayı başarabilmiş Shane Black( Lethal Weapon, Last Boy Scout), John August(Corpse Bride, Big Fish), John D.Brancato(The Game, Terminator 3),Larry Cohen(Phone Booth, It's Alive), William Goldman(Butch Cassidy and Sundance Kid, The Ghost and The Darkness),David Hayter(X-Men, Watchmen), Jonathan Lemkin(Devil's Advocate, Shooter), Bruce Joel Rubin(Ghost, Jacob's Ladder, Deep Impact) ve Guinevere Turner(American Psycho) gibi irili ufaklı birçok isim belgesele katkıda bulunuyor.

"Tales..." Hollywood'da bir senaryo yazarı olmanın ne anlama geldiğine dair gayet içeriden bir portre. Belgesele katkıda bulunan birçok isim, bu zorlu serüvene atılma süreçlerinden kariyerlerinin bir çok iniş ve çıkışlarına dair samimi beyanatlarda bulunuyorlar. Belgesel süresince kurmaca film sektöründe bir senaristin konumunun ne olduğuna dair bir fikir edinmekle kalmıyor, aynı zamanda Hollywood'da film yapım sürecinin zaman içinde ne tarz dönüşümler geçirdiğine ilişkin de bir fikrimiz oluyor. Neticede ortaya çıkan tablo, hiç de güllük gülistanlık olmuyor. Senarist olarak kendilerini kabul ettirmek için mücadele veren bir çok isim, prodüksiyon aşamasında olabildiğince arka plana atılmaktan yakınıyor, bazıları bir filmle yakaladıkları başarının devamını getirememenin sıkıntısını çekiyor, sonuçta maddi açıdan başarıya ulaşan çoğu kalibre ismin bile kreatif bir tatminsizlik içinde olduğu görülüyor. Belgeselin son bölümünde herbir yazarın kişisel bir hesaplaşmaya tutunduğu bölüm bu manada son derece ilginç bir nitelik arzediyor. Zaten belgesel süresince birçok ünlü senaristin ilgi çekici beyanatlarına tanıklık etme imkanına sahip oluyorsunuz. Bu manada görüşülenler arasında en kıdemli kabul edilebilecek olan Goldman'ın söyledikleri biraz daha muteber kaçıyor. Eskiden Butch Cassidy gibi bir filmi 5-10 milyon dolara yapmak mümkün iken bugün aynı şeyin sözkonusu olmadığı belirtiyor Goldman örneğin,çünkü kendi ifadesiyle "everything is fucking expensive". Bazılarınca bir savaş alanına benzetilen film yapım sürecinin karmaşıklığına ve sürece etki eden faktörlerin çetrefilliğine dem vuran en uygun ifade de Goldman'dan geliyor;"nobody knows anything". Filmin kötü adamı yapımcılar,çünkü yazma ve yaratma sürecine uzaklıkları itibariyle senaristlerin gözünde en büyük problem kaynağını bu güruh oluşturuyor. Sadece yapımcılar değil, yönetmen ve starların da süreç içinde yazarların yapıtlarının olduğundan çok farklı bir hale gelmelerine sebep oldukları bir sır değil, set ortamında bir çok senaryonun yeniden yazıma tabi tutulduğu bilinen bir şey. Şüphesiz, her hikayenin içerdiği her bir karakterin perspefinden ayrı ayrı yorumlanması mümkün,dolayısıyla film yapım sürecine ilişkin sıkıntılara yönetmenler yada yapımcılar nezdinde yaklaşan başka bir yapımın da  senaristlere dair bir iki sözü olabilir. Fakat bu filmde yanıstıldığı haliyle yazar tayfasının tecrübeleri çok esaslı duruyor. Gerçi belgeselde ifade edildiği üzere "kendilerine özsaygıları düşük,egoist bir güruh" olarak nitelenen senaryo yazarlarının günün sonunda sektör içindeki konumları ne olursa olsun genel bir tatminsizlik içerisinde oldukalrı seziliyor. Ama tabii bu sadece bu grubun, insanoğlunun doğasına dair bir defo, haliyle bu hususta yapılabilecek bir şey de yok.