Çarşamba, Eylül 22, 2010

Ölmeye de değer, öldürmeye de, cehenneme gitmeye de..


Priest: "And what have been your sins, my son?"
Marv: "Well, Padre, I don't want to keep you up all night, so I'll just fill you in on the latest batch. These here hands of mine, they got blood all over 'em."
Priest: "You're speaking figuratively."
Marv: "When I need to find something out, I just go out and look for somebody that knows more than me, and I go and I ask them. Sometimes, I ask pretty hard. By way of a "for instance", I killed three men tonight. Tortured 'em first. You might say I been working my way up the food chain. First two were minnows small-time messengers. But it was Connelly, the money man, who fingered you, Padre."
Priest: "Dear Lord, man, this is a house of God."
Marv: "Just give me a damn name."
Priest: "Roark."
Marv: "You really are pushing your luck, Padre, feeding me garbage like that. It can't be that big."
Priest: "There's a farm at North Cross and Lennox. It's all there. Find out for yourself. And while you're at it, ask yourself if that corpse of a slut is worth dying for. "
Marv: "Worth dying for. Worth killing for. Worth going to hell for. Amen."

Rahip : "Ne günah işledin evladım?"
Marv: "Şey peder, bütün gece seni tutmak istemiyorum. Bu yüzden sadece son yaptığımı anlatacağım. Bunlar benim ellerim ve kan içindeler."
Rahip : "Mecazi konuşuyorsun."
Marv: "Bir şey bulmak istediğimde, benden daha çok bilen birilerini ararım ve gidip onlara sorarım. Bazen baya sert sorarım. Farzımisal bugün yanlışlıkla 3 kişiyi öldürdüm. Önce işkence yaptım. Besin zincirinde üst kademelere doğru tırmandığımı söyleyebilirsin. İlk ikisi küçük aracılardı. Fakat beni sana gönderen ispiyoncu Connelly'ydi."
Rahip : "Tanrı aşkına adam, burası Tanrı'nın evi."
Marv: "Bana sadece lanet olası bi isim ver."
Rahip : "Roark."
Marv: "Böyle saçmalıklarla şansını zorluyorsun peder. O kadar büyük olamaz."
Rahip : "North Cross ve Lennox'da bir çiftlik var. Hepsi orda, kendin bul. Bu arada kendine şunu sormayı da ihmal etme: 'ölü bi fahişe için ölmeye değer mi?'"
Marv: "Ölmeye de değer, öldürmeye de, cehenneme gitmeye de. Amin."
 
Sin City (2005) - Robert Rodriguez

Pazar, Eylül 19, 2010

"LOST"


Amerikan sineması uzun zamandır özgün işler çıkaramamakla eleştiriliyor. Biraz abartılan bi durum olsa da bu remake-reboot-sequel modasına kendilerini fazla kaptırdıkları bi gerçek. Amerikalıların sinemadaki bu sözde tıkanıklıklarının aksine tv dizileri son bir kaç yıldır altın dönemini yaşıyor denebilir. Gerçi benim adamların televizyonlarında yeni hangi dizi çıkmış, hangileri tutmuş başarılıymış takip edişimin geçmişi 4-5 yıldan öncesine gitmiyor o ayrı mevzu ama, neticede benim gibi çok da ilgili olmayan bi insanı bile ilgili hale getirdiklerine göre mevzubahis patlamanın 2000'lerın  ikinci yarısı itibariyle yaşandığı söylenebilir heralde.


Lost sözünü ettiğimiz yükselme devrinin bayraktarlığını yapmış bir dizi. "Fenomen" kelimesinin bi anlamı da "alışılagelenden farklı olan" ise "Lost" bu manada tam anlamıyla bi fenomendi. Birbirinden farklı hususiyetlere ve geçmişlere sahip bi düzine karakteri ıssız bi adada mahsur bırakmak gibi bi öncülden hareket eden "Lost" işi orda bırakmayıp bilimkurgu ve korku edebiyatından -ve sinemasından- ödünç aldığı gizemleri serpiştirmeye ahdetmiş bi yapıda çıktı izleyicinin karşısına. İşte bu nokta "Lost"un bugün eriştiği mertebeye ulaşmasında temel itici güçtü, insanlar kendilerini bu denli meraka sevkeden bi diziyi hasretle kucakladılar. İnternet kültürünün iyice gelişip serpildiği bir döneme denk gelme talihi de sağolsun tüm dünya üzerindeki izleyiciler "Lost"un namının kulakta kulağa yayılmasına vesile oldular, dizinin vadettiği gizemler üstüne komplo teorileri havada uçuştu 6 sezon boyunca.


"Lost"un ilk sezonu en iyi sezonu olma özelliğine sahip. Türlü türlü garip hadiselerin yaşandığı bir adada mahsur kalan kahramanlarımızın bu sırlı perdeyi aralamak için verdikleri çabaların yanısıra adaya bir türlü gelmek bilmeyen yardımdan umudu kesip kendi başlarına adadan kurtulmaya yeltenmelerine de şahit olduk bu sezon boyunca. Birbirine yeni yeni ısınmaya başlayan kazazedelerin birbirleri arasındaki ilişkiler de dizinin önemli motor güçlerinden biriydi ki "Lost"u benim için bu denli çekici kılan temel nokta bu olagelmiştir her zaman; karakterlerin birbirleriyle etkileşimleri ve adada oluşagelmiş bu komün hayatı. Zira bu küçük toplum(cuk) sadece gizemli güçlerle cebelleşmiyor aynı zamanda birbirleriyle de ister istemez bi iletişime geçiyor, bu durum da bazen dram,bazem aksiyon, bazen komedi dolu anların oluşmasına vesile oluyordu. Yani "Lost" aynı anda bilimkurgu, korku, dram ve komediyi bünyesinde barındırabilen türler üstü bi yapıya sahipti, en büyük meziyetini bu durum teşkil ediyordu. Bu sezon bütünü itibariyle birbirinden başarılı birçok bölüm içerse de bana göre en baba olanları "Pilot", "White Rabbit", "The Moth", "Homecoming", "Do No Harm" ve tabii ki büyük final "Exodus" olmuştur.

İlk sezonun sonlarına doğru ana karakterlerden Boone'u öldürerek bu konuda ellerini korkak alıştırmayacaklarını göstermiş olan senaristler, ikinci sezonda da bu duruşlarını koruyarak birden fazla ana karakteri dizinin dışında bıraktılar ama aynı zamanda yenilerini eklemekten de geri durmadılar. Bu sezon yapımcıların da ifade ettiği üzere ağırlıklı olarak "ambar"ın etrafında döndü. Başlarda karakterler arasındaki coğrafi bölünmenin neticesi olarak adayı kapsayan hikaye akışında iki başlı bi yapı hakim olsa da 8 bölüm sonrasında birlik bütünlük tesis edilmiş oldu. İlk sezonun ortasından itibaren nasıl ikinci sezonun sürükleyici unsuru olan ambarla ilgili bir hikaye açılımı yapıldıysa ikinci sezonun ortasından itibaren de üçüncü sezonun hikaye akışının belirleyicisi olan "diğerleri" üstüne bi açılım gerçekleştirildi. Malum olduğu üzere hikayedeki gizemlerin bi kısmı açıklığa kavuşurken açığa çıkandan çok daha fazla yeni gizem hikayeye yedirildi.


Üçüncü sezon "Lost"a dair ilk ciddi tepkilerin yükseldiği yıl oldu. İlk 6 bölüm sonrasında 3 ay süren bi ara tatile giren dizinin yaratıcıları, bu süre zarfında hem eleştirilen noktaları düzeltip hem de hikayenin gidişine dair daha net kararlar aldılar muhtemelen, zira dizinin 6 sezon sonunda noktalanacağı ilk olarak bu dönem duyuruldu. Yapımcıların hikayenin gidişatına dair net bir fikre sahip olduklarını çeşitli platformlarda defalarca kereler ifade etmiş olmalarına rağmen izleyenlerde bu yönde bi izlenim oluşmuş değildi zira "Lost"un tüm yayın hayatı boyunca karşılaştığı en temel eleştiri olan çözdüğünden daha fazla bulmaca sunma durumuna dair tepkiler bu devrede ayyuka çıktı. Bana göreyse, tüm bu tepkilere karşın 3.sezon "Lost"un son iyi sezonu olmuştur. "Diğerleri" merkezli ilk bölümlerin ardından Jack'i geride bırakarak gerçekleştirilen kaçış, sonrasında onu geri alma çabaları, bu arada Locke'ın malum mallıkları neticesinde diğerleri ve kazazedelerimiz arasında gerçekleşen kaçınılmaz çatışma ile noktalanan sezon bütünü itibariyle şahane bi izlek tesis etmişti bana göre. Ayrıca kazazedelerin oluşturduğu komün hayatının da dizinin fonunda yer aldığı son sezon da bu yıl olmuştur. Gene çoğunlukla Hurley üstüne olan episodlarda hayat bulsa da Lost"un mizah ağırlıklı bölümlerine de bu sezondan sonra rastlamak mümkün olmamıştır. Aynı zamanda dizinin sonraki gidişatının ilk izlerini verse de neticede son derece şık olan finalini de hesaba katarsak nezdimde 3.sezonun 2.den daha makbul olduğunu söyleyebilirim heralde. Özellikle "Every Man for Himself", "I Do", "Tricia Tanaka Is Dead", "The Brig" ve hususiyle de "Left Behind" bu sezonun en ilgi çekici episodları olmuştur.


4.sezon "Lost" için o yılın finalinin ismi gibi sonun başlangıcı oldu. Geride bırakılan sezon finalinde açığa çıkan adadan ayrılışın nasılını gördük sezon boyunca, aynı zamanda adadan ayrıldıktan sonra kurtulan 6'lının ne alemde olduğunu da. Flashbacklerin yerini flashforwardlar aldı malum. Bu sezon aynı zamanda Jack'in kişiliğindeki kaymanın da başlangıcına tekabül ediyor. Öyle ki bu dönüşüm neticesinde karakterinin mezmele bi hale bürünmesi görüntü olarak Matt Fox'a da sirayet etti, son 3 sezonda resmen göçtü adam. Dizideki depresif izlek sadece Jack'le sınırlı kalmayıp bütüne yayılmıştı sezon boyunca. Adadan ayrılışın nasıl bir dramatik hadise neticesinde gerçekleştiği ve geride kalanları korumak adına ayrılanların ne sebeple yalan söyleme durumunda kaldığı bu sezonun sürükleyici soruları oldular. Gerçi bi sonraki sezondan da öğrendiğimiz üzere ortada o kadar da abartılacak bi durum yoktu. Gene 3.sezonda Benjamin Miles'ın doldurduğu herşeyi bilen kötü adam pozisyonunu bu yıl Charles Widmore işgal etti. Dizinin gidişatında kesin bir viraja tekabül etse de bütünü itibariyle başarılı bi sezondu "Lost" için. "Ji Yeon", "Something Nice Back Home" ve özellikle yaydığı buram buram kötü bir şey olacak hissiyatıyla gayet vurucu nitelikteki sezon finali son derece izlemesi keyifli bölümler olmuştu.


5.sezon birçoklarınca başarılı addedilse de benim nezdimde o kadar makbul olamadı. Herhalde bu hissiyatımda yalnız değildim ki dizinin reytingleri bir önceki yıla göre düşüş gösterdi. Ama ne kadar hoşnutsuz olsak da "Lost"a sırt çevirme gibi bi lüksümüz yoktu. Bu sezon "Oceanic 6"in ne etmeye adaya dönmeye karar verdiği üzerine duruldu başlarda. Herbir karakterin makul ve ya değil kendince bir gerekçesi mevcuttu. Bu arada geride kalanlar da başlarda biraz sıkıntı çekseler de netice itibariyle mevcut durumları itibariyle hiç de hallerinden şikayetçi değillerdi diğerlerinin zannettiği gibi. Bu arada yeni kötü adamımız "değişmiş" John Locke oldu, ne derece değiştiğini sezon sonuna doğru anlayabildik. 5.sezon bütünü itibariyle sıkıcı bi sezon olsa da gene hoş ve vurucu bi finalle noktayı koydu.


Ve en nihayetinde büyük final sezonuna eriştik...Bir önceki yılın sonunda gerçekleşen "hadise"nin vaat ettiği üzere karakterlerimizin uçak kazası hiç gerçekleşmemiş olsaydı ne halde olacaklarına dair vizyon, bu sezon için flashback yada flashaforwardların ikamesi oldu. Ama durumda bir bokluk olduğu daha en başından belliydi zira kimseyi bıraktığımız gibi bulamıyorduk (Jack'in gene boşanmış ama çocuk sahibi bir baba olması, yada Sawyer'ın dolandırıcı değil polis olması gibi...). 6.sezon bu zamana kadar perde arkasında kalmış olan kukla oynatıcılarının kapıştığı bir yıl oldu. Merak edilen tüm soruların cevaplarına sahip oldukları düşünülen Richard, Jacob ve "Kara Duman/Siyahlı Adam"ın neticede kendilerine verildiği kadar bilgiye sahip olduğunu anlamak televizyon tarihinin en büyük hayal kırıklıklarından birini oluştursa da çok da beklenmedik birşey değildi. Çünkü geride bırakılan 6 sezonluk süre zarfında neredeyse her bölüm başına birer tane düşecek şekilde izleyiciye o kadar çok bilinmeyen sunulmuştu ki bir noktadan sonra bunları toparlamanın imkan dışı olduğu aşikardı, bir arkadaşımın da ifade ettiği üzere Lost ancak böyle bitebilirdi, kafalarda "noldu lan şimdi?" sorusunu her daim bırakarak. Zaten son sezonun başından itibaren seyircinin istediği cevapları alamayacağı belli olmuştu çünkü mevcut bilinmeyenlerinin üstüne boyna yenileri inşa ediliyordu. Tapınak sakinleri üzerine son derece gereksiz bi şekilde 6 bölüm harcanmasının ardından tümüyle Richard'a odaklanılmış 9.bölümle birlikte izleyicinin ağzına bi kaşık bal sürülmüş gibi oldu. Sezonun en başarılı bölümü olan, Jin ve Sun'ın dramatik bi biçimde can verdiği "The Candidate"in akabinde gelen "Across the Sea" ile birlikte daha önce seyirciler olarak başladığımız noktaya geri dönmüş olduk. Esas oğlanlarımız Jacob ve "Siyahlı Adam"ın geçmişinin hikaye edildiği bu bölümle görmüş olduk ki bu adamların da adanın ne menem bi yer olduğuna dair bi fikirleri yok. "Lost"un takipçilerine atmaya bayıldığı "fake"lerden biri de bu olageldi zaten, önce Ben Miles için herşeyi bilen adam dedik fos çıktı, sonra sırasıyla Widmore, Locke, Richard, Kara Duman ve Jacob... Ben birçokları gibi içerdiği gizemler vesilesiyle "Lost"un cazibesine kapılan bi adam olmadım hiçbir zaman, yukarda da ifade ettiğim üzere karakterler ve aralarındaki ilişkiler benim için hep ön planda oldu. Ama gene de, öyle herbir soruya cevap verilmesinden geçtim, şöyle bi nebze olsun tatmin hissi vererek öykünün bi nihayete varmasını bekliyor insan, böyle baştan savma biçimde olayı Araf"la ilişkilendirip "anlattık oldu" diyerek değil...


Tüm bunların ardından "Lost"a vakit ayırdığımıza pişman mıyız? Tabii ki hayır, benim için hala tüm zamanların en iyi dizisi olma hüviyetini koruyor, yakın bi gelecekte de bu payeyi başka birine devretmesi olası değil. Hem Josh Holloway, Matthew Fox, Jorge Garcia, Evangeline Lilly, Mark Pellegrino, Nestor Carbonell, Maggie Grace başta gelmek üzere izlemesi son derece keyifli kastı ile hem de herbir bölümü bir sinema filmi kalitesinde filme alınmasıyla her daim tekrar tekrar izlemeye değer bir dizi ki şu ana kadar zaten ilk üç sezonu itibariyle birkaç kere hızlı hızlı geçerek de olsa tekrar etmişliğim var. Bundan sonra hayatımızda "Lost" olmayacak, peki yerini doldurmak mümkün olacak mı?...Zor, zira giden gelmiyor...

Salı, Eylül 14, 2010

Best of OST: The Last Samurai - Hans Zimmer


Eğer kısmet olur da bu soundtrack yazılarının devamı gelirse ismi en çok zikredilecek isim Hans Zimmer olur heralde, zira kendisi film müziklerinin Spielberg'i gibin bişey. 100'ün üzerinde filmin bestecisi olan Zimmer'in benim gözümde en kıymetli işi ise hakkı hiçbir vakit yeterince teslim edilmemiş bir başyapıt olan "The Last Samurai". Edward Zwick'in isteyince en baba ustalara taş çıkartacak bi yönetmenlik sergileyebileceğini ele güne gösteren film ara ara kamusal alanda kıl tüy hareketler yapsa da her zaman iyi bi oyuncu olan Tom Cruise'un da kariyerinin en iyilerindendir aynı zamanda. Karakterinin şahane tasarlanmış olmasından da güç alarak girdiği her sahnede bi karizma tesis eden Ken Watanabe de "Last Samurai" vesilesiyle uluslararası bi yıldız konumuna yükselmişti, ama aynı şeyi gene filmin sahip olduğu güzelliklerin başında gelen Koyuki için söylemek mümkün olmadı ne yazık ki. Zamanında kimilerince "doğuluları içine düştükleri bunalımdan ancak bi batılı kurtarabilir" tarzında oryantalist bi fikriyatın uzantısı olarak algılanan film bana göre bu ithamları haketmediği gibi son derece vicdanlı ve politik olarak kendini doğru konumlandırmış bi senaryoya sahipti ki yazar hanesindeki isimlerden biri "Gladiator"ün yazar kadrosunda da yer almış olan John Logan'dı. Neticede ortaya çıkan yapım "Gladiator" gibi sinema tarihinin en iyi epik filmlerinden biri olmuştur bana göre..

İçersinde birçok unutulmaz sahne barındıran "The Last Samurai", bu sahnelerdeki gücünü yönetmen Zwick'in becerisi ve görüntü yönetmeni John Toll'un şahane çerçevelerinin yanısıra Zimmer'in bestelerine de borçludur. Hepsi birbirinden şahane 11 beste içeren soundtrack albümündeki parçaların birini diğerinden ayırmak çok adil olmasa da nispeten öne çıkan örneklerin "A Small Measure of Peace", "The Way of the Sword", "Red Warrior", "To Know My Enemy" ve "Safe Passage" olduğu söylenebilir. 50 kere izlenmiş olsa da kendini tekrar tekrar izletebilecek güçteki bi film için daha uygun bir müzisyen ve soundtrack düşünmenin mümkün olmadığı yapım, bir sinema yapıtının nihai hali için müziğin ne denli önemli bi unsur olduğunun en önemli örneklerinden olmakla kalmaz, aynı zamanda Hans Zimmer'in de şu ana kadarki kariyerinin en nadide örneği olma özelliğine sahiptir.

 1. "A Way of Life"

2. "Spectres in the Fog"

3. "Taken"

4. "A Hard Teacher"

5. "To Know My Enemy"

6. "Idyll's End"

7. "Safe Passage"

8. "Ronin"

9. "Red Warrior"

10. "The Way of the Sword"

11. "A Small Measure of Peace"

Pazar, Eylül 05, 2010

This is your life...


And you open the door and you step inside
We are inside our hearts
Now imagine your pain is a white ball of healing light...
That's right your pain
The pain itself is a white ball of healing light

I DON'T THINK SO

This is your life,good to the last drop
It doesn't get any better than this

This is your life...
And its ending one minute at a time

This isn't a seminar, this isn't a weekend retreat...

Where you are now, you can't even imagine what the bottom will be like

Only after disaster can we be resurrected
It's only after you've lost everything that you are free to do anything
Nothing is static
Everything is falling apart

This is your life...
It doesn't get any better than this
This is your life...
And its ending one minute at a time

You are not a beautiful and unique snowflake
You are the same decaying organic matter as everyone else
We are all part of the same compost heap
We are the all-singing all-dancing crap of the world
You are not your bank accounts
You are not the clothes you wear
You are not the contents of your wallet
You are not your bowel cancer
You are not your grande latte
You are not the car you drive
You are not you fucking khakis

You have to give up
You have to give up
You have to realize that someday you will die
Until you know that,
You are useless

I say
Let me never be complete
I say
May I never be content
I say
Deliver me from Swedish furniture
I say
Deliver me from clever art
I say
Deliver me from clear skin and perfect teeth
I say
You have to give up
I say
roll the ball and let the chips fall where they may

This is your life...
It doesn't get any better than this
This is your life...
And it's ending one minute at a time

You have to give up...
You have to give up...
I want you to hit me as hard as you can!
I want you to hit me as hard as you can!

Welcome to Fight Club

If this is your first night...

You have to fight!

7th Symphony - Apocalyptica


Canımız ciğerimiz Apocalyptica'nın heyecanla beklediğimiz yeni albümünü dinleme imkanı bulduk nihayet. En başından kanaatimizi ifade etmek babından şunu söylemekte fayda var, beklentilerim ölçüsünde başarılı bi albüm değil. Daha doğrusu bütünüyle bi başarısızlıktan bahsetmek söz konusu olmasa da bugüne değin ortaya koydukları en zayıf çalışma olduğu söylenebilir. Neticede müzisyen bi insan olmamam hasebiyle bu albümdeki müzikal yeniliklerin, farklılıkların ayırdına varamasam da bi dinleyici olarak kanaatim, bir önceki albümleri "Worlds Collide"de çok da farklı bi noktada olmadığı. Farklılık albümdeki parçaların dinlenilebilirliğinin öncekilere nazaran daha düşük olması ki burda Eicca Toppinen faktörü etkili gibi geldi bana. Apocalyptica'nın bugüne kadarki şarkılarının bir çoğu Toppinen tarafında üretilmiş yapıtlar fakat bu albümde besteci olarak bir parça daha geri planda kalmış, daha kollektif çalışılmış, bu da direkt olarak etki etmiş bence. En başarılı parçalar sırasıyla "On the Rooftop with Quasimodo", "Broken Pieces", "Sacra", "Not Strong Enough" ve "Beautiful". Daha önceki yazıda merakımı ifade ettiğim Lacey Mosley'nin vokal yaptığı "Broken Pieces", Apocalyptica'nın bugüne kadarki şarkıları arasında üst sıralarda yer alabilecek bi çalışma olmasa da albümün yüz aklarından. Bunların dışındakiler insanda tekrar dinleme isteği uyandırmıyorlar, hatta "End of Me" ve "Bring Them to Light" gibiler tam bir fecaat. Fakat son tahlilde "7th Symphony"nin vasatın üstünde olduğu söylenebilir, özellikle beklenti içinde olduğumuz yeni albümlerde yaşadığımız hayal kırıklığını baz alırsak...

Perşembe, Eylül 02, 2010

Roman Polanski: Wanted and Desired


Roman Polanski'nin çalkantılarla bezeli hayatının en civcivli kısımlarından birini kendine malzeme eden başarılı bir belgesel. Çoğu insanın malumudur ya mevzuyu bi kere daha hatırlamak gerekirse; 1977 yılında Polanski 13 yaşında bi kıza cinsel ilişkiye girmekten tutuklandı. Daha doğrusu başta aralarında tecavüzün de bulunduğu altı ayrı suçtan yargılanıyordu ama daha sonraları Polanski'nin suçluluğunu kabul etmesi üzerine sadece reşit olmayan biriyle ilişkiye girmekten suçlu bulundu. Eyalet hapishanesinde 90 gün psikiyatrik gözetim altında tutulmasına karar verildi ama 42 günün sonunda salıverilmesi amerikalılarda yeterince ceza çekmediği hissiyatı oluşturdu. Tekrar yargılanacağını aklı kesen Polanski de soluğu avrupada aldı, o gün bugündür de ABD'ye ayak basmış değil.


Steven Soderbergh'in yapımcılığında, Marina Zenovich'in yönetmenliğinde çekilen "Wanted and Desired", Polanski'nin tutuklanması ile açılıyor, Avrupa'ya kaçışı ile de son buluyor. Arada geri dönüş kabilinden yönetmenin hayatındaki travmatik hadiselere de değiniliyor ki adamın psikolojik altyapısı hakkında fikir sahibi olunsun. Zaten ailesini yahudi soykırımında kaybetmiş, hamile olan eşi (güzeller güzeli Sharon Tate) Manson çetesince katledilmiş bir adamdan bahsediyoruz. Özellikle ikinci hadise sadece yönetmenin hayatında değil o dönemin dünyaya bakış açısı göz önüne alındığında da travmatik etkileri olan bir hadise. Dünyayı değiştirebileceğine inanan, özgürlükçü, kural tanımaz çiçek çocuklarının hakim olduğu 60'lı yılların sonunda gerçekleşen Tate'in katliamı, belgeselde de ifade edildiği üzere o dönemin bitişini belgeleyen, insanların kendi evlerinde dahi kendilerini güvende hissedemeyeceklerini tüm dünyaya ispat eden bir hadise olmuş.


Belgesellerin ne derece tarafsız olduğu ya da olabileceği tartışmaya açık bir konuysa da "Wanted and Desired" bu manada kıvamında bi çalışma denebilir, 13 yaşında bi kızı iğfal etmiş bi adama karşı tarafsız kalmak gerekir mi o da ayrı bir tartışma konusu tabii. Polanski'nin işlediği bu yüz kızartıcı suçtan ötürü ABD mahkemelerinde yargılanma sürecini Polanski'yi yargılamadan aktaran belgeselin kötü adamı olarak amerikan yargı sistemi ve davayı yürüten yargıç seçilmiş. Davalı, davacı, onların avukatları, savcı vs. davaya bi şekilde dahil olmuş herkesin görüşüne başvuran yapıt, son tahlilde izlemesi bir hayli keyifli, kişiler ve vakıalar üzerinden ele aldığı döneme bi şekilde ışık da tutan, türünün iyi örneklerinden bi çalışma.  

Here you are all equally worthless


"I'm Gunnery Sergeant Hartman, your senior drill instructor, from now on you will speak only when spoken to, and the first and the last word out of your filthy sewers will be "Sir". Do you maggots understand that?
"Sir. Yes Sir!"
"Bullshit I can't hear you. Sound off like you got a pair!"
"Sir. Yes Sir!"
"If you ladies leave my island, if you survive recruit training, you will be a weapon. You will be a minister of death praying for war. But until that day you are pukes. You are the lowest form of life on Earth. You are not even human, fucking beings. You are nothing but unorganized grabastic pieces of amphibian shit. Because I am hard you will not like me. But the more you hate me the more you will learn. I am hard but I am fair. There is no racial bigotry here. I do not look down on niggers, kikes, wops or greasers. Here you are all equally worthless. And my orders are to weed out all non-hackers who do not pack the gear to serve in my beloved Corps. Do you maggots understand that?"

"Ben Uzman Çavuş Hartman, eğitiminizden sorumluyum. Sadece size bir şey söylendiğinde konuşacaksınız. Ağzınızdan çıkacak ilk ve son sözcük ''efendim'' olacak. Anladınız mı pislik herifler?
"Efendim, evet efendim!"
"Sizi duyamıyorum. Bağırın, taşaklı herifler olduğunuzu gösterin."
"Siz ana kuzuları bu adadan kurtulabilirseniz, acemi eğitimini bitirebilirseniz çakı gibi olacaksınız, savaşmak için yalvaran ölüm makineleri olacaksınız. Ama o gün gelinceye kadar bir bok değilsiniz! Bu dünyadaki en aşağılık yaratıklarsınız. İnsan bile değilsiniz! Siz düzensiz, bir boka yaramayan yaratıklarsınız! Çok sertimdir, beni sevmeyeceksiniz. Benden ne kadar nefret ederseniz, o kadar öğrenirsiniz. Çok sertim, ama adilim! lrklar arasında ayırım yapmam! Zencileri, Yahudileri ve İtalyanları aşağılamam. Burada hepiniz aynı ölçüde değersizsiniz! Bana, sevgili Deniz Kuvvetlerimizi kıçını toplayamayan beceriksizlerden kurtarmam emredildi. Anladınız mı pis herifler?"
 
Full Metal Jacket (1987) - Stanley Kubrick

Şahane Afişler : Terminator Salvation


Tam olarak beklentileri karşılayacak düzeyde olmadığı kesinse de gereğinden fazla üzerine gidilmiş bi filmdi "T4". Üzerinden defalarca geçilmiş senaryonun dağınıklıklığından muzdarip olsa da sırf şahane renk paleti, göz alıcı görselliği ve seriye yeni bir yön vermeye yeltenmesiyle bile kaydadeğer bi filmdi halbuki. "Çarli'nin Melekleri"nden "Terminator"e terfi etmiş bi adamdan daha fazla ne bekleniyodu ben onu merak ediyorum. Filmin yazı sebebi afişi de barındırdığı görsel meziyetlerinin bi nevi habercisisi gibiydi.