Perşembe, Temmuz 20, 2023

Extraction 2


Bu yıl da ne aksiyon filmi yaptı buralar... Hollywood'da son yıllarda gözlenen trendlerden biri de "John Wick"in başarısıyla birlikte dublör eskisi yönetmenlerin yaptıkları filmlerde görülen artıştı. Bu akımın mimarı sayılabilecek Chad Stahelski ve David Leitch'in yanı sıra J.J.Perry ("Day Shift"), Jesse Johnson ("Triple Threat", "The Debt Collector"), Scott Waugh ("Act of Valor", "Expendables 4") ve kardeşi Ric Roman Waugh ("Shot Caller", "Greenland"),  dikkat çekici işlere imza attılar. Bunların arasında Stahelski'den sonra stilize bir tarza sahip olmasıyla  en öne çıkan isimse "Extraction"daki yönetmenliği ile göz dolduran Sam Hargrave oldu. Marvel aleminde Chris Evans'ın dublörlüğünü yaparak isim yapan, o dönemde kanka olduğu Russo biraderlerin kanatları altında ilk yönetmenlik denemesini gerçekleştirme imkanı bulan Hargrave, pandeminin başlarında herkesin yeni yeni eve hapsolduğu vakitlerde "Extraction"la seyirciyi ekran başına kitlemeyi başarmıştı. Netflix'in portfolyösü içinde kalitesi ile göze batabilen nadir işlerden birinin devam filminin çekilmemesi pek olası değildi zaten ve nihayet izleme imkanı bulabildik.


İlk filmin sonunda nehre düştüğünü gördüğümüz Tyler Rake'in hastanede hayata döndürülmesi ile başlıyor devam filmi. Ekip arkadaşları tarafından hayatta tutulan depresif kahramanımız başta ölmesine izin vermediler deyi sitem etse de belki bunda da vardır bir hayır deyip nekahat devresine geçiyor ki çok geçmeden ex-baldızının Gürcistan sularında başının fena halde dertte olduğunu ve kurtarılmaya muhtaç olduğunu öğrenince tepe taklak atlıyor aksiyona.


Uzun tek plan çekimler çoğunluğun ağzını bir karış açık bıraksa da şahsen çok hazzettiğini söyleyemem. Hitchcock'un da tek plan çektiği fimi "Rope"dan sonra belirttiği üzere "filmler bi sebebi var ki kurgulanıyor", o yüzden iyi kesilmiş bir filmi tek plana her daim tercih ederim. Yani elbette izlerken kamera arkasında gerçekleşen sanatkarlığı ve zanaatkarlığı takdir etmemek elde değil fakat çoğu zaman hikayeye hizmet etmekten ziyade "bakın bakın size nasıl şov yapıcaz tarzı" bir züppelik de sirayet ediyor perdeye ister istemez. Hargrave'in ilk filmdeki kotardığı tek plan bende böyle bir hissiyat uyandırmamıştı, neticede aynı anda hem kendini kanıtlamaya hem de farklı bir şeyler sunmaya çalışan bir filmci olarak nefes kesici bir sahneye imza attığını düşünmüştüm. Bir devam filminden beklenenin öncülünün üzerine yeni birşeyler eklemesi gerektiği düşüncesiyle bu sefer çok daha uzun ve komplike bir tek planla karşımıza çıkmış yönetmen ve ekibi. İzlerken ister istemez "Daredevil"in 3.sezonundaki hapishane tek planını yad etmeme sebebiyet vermiş olsa da hücrelerde başlayıp "Raid 2"ye şapka çıkaran bir avlu isyanına dönüşen, sonrasında içerisinde arabaların,trenlerin ve helikopterlerin de dahlolduğu devasa sekansı ağzı açık bir şekilde izlememek elde değil. Yani kesmeler biraz bariz belli oluyor ama geri kalan herşey dört dörtlük.


Hikaye bu tek plandan müteşekkil Gürcistan ayağını tamamlayıp Berlin sokaklarına aktığında farklı tarzda olsa da aynı ölçüde hayran bırakan bir hüviyete bürünüyor zira artık olay burada Hemsworth'ün şovu olmaktan çıkıp Gülşifte Farahani ve kardeşini oynayan elemanın da göz doldurma fırsatı bulduğu bir şeye dönüşüyor. Farahani her daim sade oyunculuğu ile takdirimi kazanmış bir aktristti ama burada aksiyon sahnelerine ne denli organik olarak eklemlendiğini görünce hayran kaldım resmen, filmi Hemsworth'den kopardı koparacak neredeyse. Bir filmde güçlü bir kadın figürü nasıl portrelenir öğrenmek isteyen herkesin oturup "Extraction 2"yi seyretmesi lazım.


Burada Gürcü oyunculardan müteşekkil kötü adam kadrosuna da şapka çıkarmadan geçmemek lazım. David Berndhart'ın aralarında yer alması elbette karizmalarını arttıran bir faktör ama özellik Tornike Gogrichiani'nin başını çektiği bu ekibi yolda görseniz yönünüzü değiştirecek ölçüde rollerine adapte olmuşlar o derece. Zaten hikaye bazında bakıldığında da en iyi yazılan ve üzerine en çok düşünce sarfedilen karakterin Gogrichiani'nin canlandırdığı Zurab olduğu aşikar, bu minvalde de daha fazla ön plana çıkmayı başarıyorlar. Hakeza baldızı canlandıran da Tanatin Dalakishvili de hem güzelliği hem de oynculuğu ile takdiri hak ediyor.


Film serim ve düğümünde seyirciyi aksiyona boğduğu için son perdenin daha bir sade şekilde akması tercih edilmiş herhalde, yan karakterlerin farklı noktalardaki irili ufaklı dahillerine rağmen Rake ile Zurab arasındaki final kapışması daha ziyade bir düello niteliğinde ilerliyor. Yüksek adrenaline bağımlı hale getirilmiş kimi seyirciyi bu gösterişsizlik rahatsız etmiş olabilir belki ama ben daha münasip buldum. Filmin aksayamin tek noktası Rake ile Olga Kurylenko'nun canlandırdığı eski karısı arasında yaratılmaya çalışılan dramatik gerilim. İkilinin bir nevi hesaplaştıkları ufak bir sahne var ki baya bir kötü yazılmış olmasının yanı sıra bir hayli de kötü oynanmış, film ekibi bu sahneyi eklemeyi elzem görmüşler ama nasıl çekeceklerini bilememişler gibi. Ne konuşturacağını bilmedikleri yerde sessizliğin kollarına atsalarmış karakterleri acar olacakmış. Bu ufak kusurunu görmezden geldiğimiz takdirde aksiyon sinema tarihine adını altın harflerle yazdıracak bir yapımla karşı karşıyayız. Nasıl Sam Hargrave'in adı Chad Stahelski gibi Holywood aksiyonu denince akla gelen ilk isimlerden biri haline gelmeliyse Chris Hemsworth'un büyük bir gayret ve başarı ile hayat verdiği Tyler Rake'in de John Wick gibi aksiyon ikonları ile birlikte anılması elzem bence, en azından "Extraction 2"den sonra.

Perşembe, Temmuz 06, 2023

John Wick: Chapter 4


Chad Stahelski ile David Leitch 2010-2012 arası "John Wick"in hazırlıklarına başladıklarında yapmak istedikleri şey o dönem aksiyon sinemasını domine eden, seyircinin ne olup bittiğini anlamasına izin vermeden coolluk hissi uyandırma odaklı, hızlı kurgulu ve bol sallanan kameralı aksiyon tarzının zıddı bir işe imza atmaktı. En sonunda filmi bitirip sektörden insanlara göstermeye başladıklarında Wick in ve genel aksiyonun çok yavaş olduğu yönünde eleştiriler aldılar. Buna rağmen birçok seyirci bu tarz bir sadeliğe açtı ve "John Wick" fenomeni böylelikle doğmuş oldu.


İşin dürüstçesi şu ki sallanan kameraya karşı hissiyatım Stahelski ile birebir aynı olsa da filme yönelik düşüncelerim yukarıdaki ilk tepkiler ile aynı doğrultudaydı. Judo tarzı dövüş ekranda çok da güzel durmuyordu, sabit planlar köşede vurulmayı bekleyen dublörün göze batmasına çok olanak veriyordu, Keanu Reeves her ne kadar etkileyici bir iş çıkarsa da ister istemez yavaş kalıyordu vs. Ve bu benim için bir hayal kırıklığı kaynağı idi çünkü gerek Wick karakteri gerekse de yaratılan dünya çizgi romanvari özellikler taşıyor, insanda merak uyandırıyordu. Gene de bunlar seriden aldığım kekrimsi tadı önlemeye yetmedi, dördüncü filmin karşısına geçerken de bu hissiyatla oturdum, bir önceki filmde ne olduğuna dair çok da bir şey hatırlamadan.


Chad Stahelski ve ekibine helal olsun, yukarıda yazdıklarımın hepsini yalattılar bana, uzun zamandır izlediğim en iyi aksiyon filmlerinden biri olmuş "JW4". Wick'in 3 filmdir ortalığı karıştırmasından gına getirmiş olan yüksek masa tayfası anladığım kadarı ile sadrazamları gibi bir şey olan Marquis'yi (Bill Skarsgard) Wick'in üzerine salıyorlar, o da tüm aristokratlığı ile Wick'in etrafındaki çemberi nefes alınamaz hale getirmek için saldırıyor; Winston'ı (Ian McShane) ve Continental'i piyasadan siliyor, Wick'in Caine (Donnie Yen) ve Koji (Hiroyuki Sanada) gibi kadim dostlarını ya üstlerine salıyor ya da birbirine kırdırıyor vesaire. İşin sonunun çok da parlak bir yere çıkmadığını, öyle böyle bu herifi haklasa bile yerini çok geçmeden başkasının alacağını en sonunda idrak etmeyi başaran John da bu sefer farklı bir yol izlemeye karar veriyor.


Neredeyse 3 saatlik süreye sahip filmin konusu genel olarak bu ve her ne kadar bu sürenin heralde yüzde sekseni aksiyona vakfedilmiş olsa da ilk filmden bu yana hikayenin perdedeki hengameye hatırı sayılır bir destek attığı ilk film bu. Wick'in bu mevzuyu herkesi öldürerek bitmeyeceğini anlayıp sulhle nasıl çözeceğine odaklanması güzel bir açılım olmuş, akabinde gelen aksiyonu da daha derinlikli hale getiriyor. Gene ilk filmden bu yana serinin en iyi oyuncu kadrosuna sahip filmi olmasından mütevellit herhalde filmdeki karakterler de daha hafızalara kazınan, daha iyi tasarlanmış tipler. Normalde Skarsgard'a çok aşina değilim ama körpe görüntüsüne rağmen iyi bir gerçek kötü olmayı başarmış. Donnie Yen'in Caine'i aktörün kalibresi ile orantılı şekilde gerek ailesi için bunları yapıyor oluşu gerek John'la çok gerilere gidiyor olmaları ile seyirci olarak çok kolay özdeşleştiğimiz bir tip. Sanada John'a sadık Continental müdürü rolünde vefası ile seyircinin gönlünde taht kurmayı başarıyor. Clancy Brown, Ian McShane ve Laurence Fishburne gibi aktörlerin sırf aynı karede yer alıp iki kelam etmelerini dinlemek bile bir filmi izlemek için yeter bir neden olabilir aslında ama keşke uzun sürenin daha fazla kısmı bu aktörlere ayrılsaydı diye düşünmedim de değil izlerken, McShane haricinde biraz geri planda kalıyorlar çünkü. Bir tek İzci karakterinden çok hazzetmedim, oynayan aktör çok başarısız olmasa da karşısındaki ekibin seviyesine ulaşabilmekten de çok uzak bir kişilikti. Karakterin de hikayeye neredeyse etkisi sıfır, komple çıkarılsa bir şey eksileceğini sanmıyorum. 


B sınıfı dövüş filmlerinin yılmaz takipçileri nezdinde hatırı sayılır yeri olan Marko Zaror ve Scott Adkins de Wick alemine katılan yeni isimler.  Zaror zaten Şili menşeli bir isim ve anaakım sinemaya eklemlenme şansının bu filmdeki rolünden öte geçmesi biraz güç açıkçası. Sondaki suratına köpek işetme sahnesi son derece yersiz olsa da Marquis'nin ikinci adamı olarak belli bir ağırlığı var, bundan iyisi şamda kayısı onun için. Adkins cephesinden bakınca olaylar biraz daha farklı. Tür hayranları nezdinde ağırlığı bir hayli fazla olsa da anaakım sinemaya gelince kendisine kötü kameolardan öte şans verilmemiş bir isim Adkins ve kendisinin hayranı olan benim gibi birçok kişi bu filmle birlikte artık hak ettiği yere gelmesinin önü açılacak diye umut ediyorduk. Filmin afişlerinin ortaya çıkması ile birlikte aktörün şişman kıyafeti giydirilmiş bir halde belireceği belli olunca bu ümitler biraz suya düşmedi değil. Yani Adkins'in hayat verdiği Killa karakteri ile Sammo Hung'a bir saygı duruşunda bulunulduğu aşikar. Adkins de aksanı, eğlenceli tikleri, üçlü masa sahnesindeki oyunculuğu ve en nihayetinde şelale altında Wick'i patakladığı sahnelerde olabilecek en iyi şekilde bu karakteri canlandırmış bence. Öte yandan bu rolün aktörün kariyerinde çok da dramatik bir değişime rol açacağını düşünmek de zor biraz. Stahelski gibi kendini sisteme kabul ettirmiş bir ismin Adkins gibi böyle bir şansa aç olduğunu bildiği bir yeteneğe filminde yer verirken bu karakteri tercih etmesi biraz manasız geldi bana. Stahelski'nin yıllar önce Adkins'e bu film yıldızlığı işlerini bırakıp kendi dublör ekibine katılarak kariyerine David Berndhart gibi bu yönde devam etmesi yönünde teklif yaptığı biliniyor. Adkins o zaman bunu reddedip bildiği yolda gitmeye devam etmiş, belli ki Stahelski de bu reddi çok kişisel almamış ve aralarındaki ilişkiye bir halel gelmemiş. Öte yandan Stahelski'nin Adkins'e filmde yer verirken ne kadar renkli ve eğlenceli tasarlanmış olursa olsun ona bir fatsuitin arkasında gömülü kalacağı bir karakteri teslim etmesi nereden bakarsanız bakın aktörün potansiyeline ve yapabileceklerine dair bir önyargının işaret ediyor kanaatindeyim. Bu noktada Stahelski'nin yapmaya çalıştığı şeyin Adkins'e ihtiyaç duyduğu patlama fırsatını vermek değil filmine aktörün varlığı ile değişik bir renk katmak olduğu aşikar


Bu noktadaki eleştirilerimize burada noktayı koyarsak sadece serinin en iyi değil son yılların en iyi aksiyon filmlerinden biri ile karşı karşıya olduğumuz aşikar. Stahelski daha önceki filmlerde göze batan eksikliklerini kapatmayı başardığı gibi iyi yaptığı şeyleri daha da üst düzeylere çıkarmayı başarmış. Paris'in göbeğinde vuku bulan araba kovalamacası, tepe kamerası ile gerçekleştirdiği single shot çatışma sahnesi ve merdivende gerçekleşen final bölümü gibi bir çok unutulmaz sekansla bezenmiş "JW4". Ufak komedi dokunuşları ile renk katmaktan da kaçınılmamış, Wick'in güç bela merdiveninin başına vardıktan sonra karşısında bulduğu Zaror'un tekmesi ile paldır küldür başladığı noktaya geri döndüğü sahneyi kahkahalarla izledim. Bu kadar üst seviye aksiyondan sonra finalin klasik bir düello ile yapılmış olması ne kadar ince ve şıksa John'ın mücadelesini başarıyla tamamladığı yerde kendisi için herşeyin başını ve sonunu temsil eden eşinin adını son bir kez zikrederek son nefesini vermesi de bir o kadar dramatik olmuş. Filmin olağanüstü gişe başarısının etkisiyle bir devam filmi söylentisi daha dolanmaya başladı ama umarım gerçekleşmez zira son derece g0zel bir finalle noktalamayı başarmışlar seriyi. Zirvede bıraksalar en iyisi, alkışlarla uğurluyoruz.

Çarşamba, Temmuz 05, 2023

Amnesia: The Bunker


İlk Amnesia oyununu beğenerek oynamış olsam da geliştirici firma Frictional Games'in yaptığı diğer oyunların bir türlü içine girmeyi başaramadım. Birçoklarınca övülmelere doyulamamış "SOMA"yı iki kere oynamaya yeltenip biraz ilerleyince sıkılarak bırakmışlığım var. "Amnesia: The Bunker"ın selefi olan "Amnesia: Rebirth"ü niye yarıda bıraktığımı hatırlamıyorum bile. O yüzden hep ilgimi çeken içeriklerden oyun çıkartmalarıyla takdirimi kazanan bu ekiple bozulan ilişkimi düzeltmek için bir fırsat olarak dört gözle beklemiştim "Bunker"ı. Heyhat, makus talih gene değişmedi.


Birinci Dünya savaşı fonunda başlayan oyun, yaralı bir fransız askerinin girdiği komadan uyandıktan sonra sığınakta kimsenin kalmadığını farketmesiyle başlıyor. Sağda solda bulduğumuz notlardan bu sessizliğin sebebinin askerlere musallat olan bir yaratık olduğunu, bu yaratık dışarı sarkmasın diye de sığınağın ağzının bomba ile kapatıldığını öğreniyoruz. Önce hırlamaları ile müşerref olduğumuz, çok geçmeden yüzyüze de tanışma imkanı yakaladığımız bu mahlukatla birlikte mahsur kaldığımız bu mahzenden çıkmaya çalışırken mevzunun bir önceki "Amnesia" oyununun yanı sıra bu oyunun başında karakterimizin yaralandığı hadise ile de yakınen ilintili olduğunu öğreniyoruz oyun ilerledikçe. 


Tabii ilerleyebilirseniz. Zaten hikaye çok öncelikli bir faktör değil "Bunker" için, gıdım gıdım ilerlerken güç bela kendimiz çıkarımlıyoruz bu yazdıklarımı. Frictional Games hem klostrofobik bir ortama oyuncuyu hapsedip stres yaptıralım, aynı zamanda level tasarımına da ekstra fon aktarmak zorunda kalmayalım diyerekten bir taşla iki kuş vurmayı hedeflemiş. Jeneratörün olduğu bir odadaki kandili yakarak oyunu save yapma imkanınız var, oyun ilerledikçe birkaç noktada daha varmış bunlardan ama ben keşfedemedim açıkçası. Belli odaları dolaşıp dolaşıp tekrar buraya gelerek save yapma durumunda kalma oyunun seyirciyi germe çabalarından birisi heralde ama beni sinir etmekten öteye geçemedi açıkçası. Bu odadaki jeneratörü sağda solda buldumuz mazot bidonlarını dökerek çalıştırıyoruz ve böylelikle sığınağın diğer bölümlerini ışıklandırabiliyoruz. Bu noktada oyun elimize bir köstekli saat de tutuşturuyor, mazotun ne zaman tükenip jeneratörün duracağını takip edebilelim diye. Tutuşturuyor tutuşturmasına da zaten sinir bozucu derece az hazneye sahip envanterde yer işgal etmek dışında bir işlevi olduğunu söylemek zor. Oyun bu tarz şeylerden kısarak bizleri uyuz etme pahasına bir stres yaratma peşinde. Bir harita yapmışlar, ne yönde ne olduğunu hatırlayabilmek için fotoğrafik hafıza lazım, dönüp dönüp kendinizi daha önce gittiğiniz yerlere tekrar gitmiş olarak bulmanız çok olası. Zaten jeneratör ha öldü ha ölecek diye koşturuyorsunuz, öldüğünde de oyunun elimize verdiği bir başka zamazingo olan fırfırlı fenerle uğraşmak durumunda kalıyorsunuz. Karanlıkta kalınca yegane dostunuz bu oluyor çünkü ama fırfırının çıkardığı gürültü ışıktan korkup sesi duyunca kanı bitlenen yaratığın üzerimize yürümesi için davetiye çıkarıyor. Önceki oyunlarda benimsenen hayatta kalmak için saklanma taktiğinin yerini gene sınırlı sayıda bir cephaneye sahip olsa da beylik tabancamıza sarılabilme özgürlüğü almış, yeri geldiğince kullanıyoruz da. Oyunun yoksunluklardan tansiyon yaratma stratejisi başlarda amaçladığı gerilim atmosferini yaratabiliyor olsa da çok geçmeden devamlı karanlık ve devamlı klostrofobik mekanın da katkısıyla yerini iç baymaya bırakıyor. Esas korku unsurumuz olan yaratık da bundan nasibini alıyor maalesef. Başlarda gürültülü bir tehditten ibaretken nereden çıkacak korkusuyla yürek hoplatan mahluk, arz-ı endam ettikten sonra bu esrarengizliğini kaybettiği gibi olur olmaz yerlerde belirerek de korkutmaktan ziyade "gene mi bu" tarzı bir uyuz olma hissiyatına garkediyor oynayan kişiyi. 
 

Uzun sözün kısası, olmamış olamamış maalesef. Optimizasyonu, çok da üst düzey olmayan bilgisayarımda rahatça çalışabilen nadir güncel oyunlardan biri olmasıyla takdirimi kazanan "Bunker"ı gerçekten sevip saymak istemiş olsam da oyunun bu noktada bana çok da yardımcı olduğunu söyleyemiyorum ne yazık ki.

Pazartesi, Temmuz 03, 2023

Waco: American Apocalypse


Waco kuşatmasının 20.yıldönümü vesilesiyle Netflix finansmanında çekilen bu 3 bölümlük belgesel dizi mevzubahis olay üzerine yapılmış ilk iş değil elbette ama bu durum hem konuya vakıf olanlar hem de olmayanlar için ideal bir seyirlik olduğu gerçeğini örseleyemiyor. Olayın geçmişten gelen izlerine çok dalmadan direk kuşatma sabahından konuya giriş yapan dizi hem operasyonda görev yapmış ajanlara hem de o esnada David Koresh ile birlikte Mount Carmel'de ikamet etmekte olan bazı isimlere de mikrofon uzatarak her iki taraf cihetinden olayların nasıl geliştiğini aktarıyor izleyiciye. Orjinal bir ekleme olarak Netflix'in parasını kullanıyor olmanın da rahatlığı ile görsel efekt yoluyla olayın geçtiği coğrafyanın detaylı bir panoramasıyla karşımıza çıkmış filmciler. Çok da aman aman bir etkisi yok ama gene de hadiseyi daha detaylı idrak etme yönünden etkisini yadsımak da güç. Öte yandan böylesi sıradışı ve trajik bir olayı gerçekleşirken orada olanların ağzından dinlemek eklenebilecek tüm görsel efektlerden daha etkili. Özellikle yerleşkeden ilk tahliye edilen çocuklardan olan ve akabindeki baskında babası öldürülen Heather Jones ile gene çocuğundan ayrı kalmamak için istemeye istemeye de olsa Koresh'den ayrılmaya ikna edilen sonra da akıl akıl almaz bir şekilde tutuklanan Kathy'nin söylediklerini dinlemek çok değişik bir şey. Hadise nereden baksan tutarsızlık nereden baksan ahmakça bir niteliğe sahip olduğu için kendinizi iki tarafa da uyuz olurken aynı zamanda iki tarafa da hak verirken bulmanız mümkün. Koresh gözlerinin önünde alenen ergen kızlardan müteşekkil bir harem kurarken bunu yadırgamak şöyle dursun mazur göstermeye çalışan müritlerini dinlerken sinirlenmemek elde değil. Öte yandan ne kadar dangalakça da olsa kendi halinde yaşayıp giden bir güruhun kapısına topla tüfekle abanıp kendini rezil eden ATF ajanlarını da insan vah vah şeklinde izleyemiyor. Koresh'in yaklaşan bir kıyamet söylemine hem kendini hem de etrafındakileri inandırdığı, kuşatmayı da kendisinin hakiki bir tanrı elçisi olduğu iddiasını kanıtlamak için kullandığı açık. Öte yandan ölüp gitmesinin üzerinden 20 sene geçmiş, o zamandan beri kıyamet kopmamış, İsa Mesih gelmemiş, deccal ortalarda yok, kimse Koreshle birlikte göğe çekilmemiş, ortada çoluk çocuk bir grup insanın telef oluşunun trajedisinden başka bir şey kalmamış, buna rağmen bu dindar tayfa halen neyin kafasını yaşıyor, nasıl bir indoktrinasyona maruz kalmışlar da bu hale gelmişler insan hayret ediyor. Olayın güvenlik güçleri tarafına bakınca ileri düzey kifayetsizlikten ileri gelen bir ne yapacağını bilememe halinin süreç boyunca herkesi ele geçirdiği aşikar. Zaten ilk baskını ellerine yüzlerine bulaştırmışlar, e sonrasında madem zorla giremedik kendi istekleri ile çıkaralım diye uğraşılmış ama neredeyse iki ay boyunca bununla uğraşmak da gerçekten sabır isteyen bir iş. Gerçi "gel çocuğunun başında dur ne işin var içerde" diye güç bela ikna edip dışarı çıkardıkları kadını "vay efendim sen devletin ajanına ateş ettin" deyip kodese tıktıktan sonra hangi akla hizmet içerdekilerle daha fazla diyalog kurabileceklerini zannettiler aklı sır erdirmek güç olsa da Koresh ve ahalisi ile bu kadar muhatap olduktan sonra bir noktada birilerinin "eeh yeter artık" deyip sazı eline almasında çok da şaşılacak bir şey yok. Süre uzatıkça Amerikan medyası tarafından tefe konulmalarının da etkisi büyük aslında, belgeselin eksik kaldığı noktalardan biri bunun üstünkörü geçilmesi olmuş. Onun dışında Amerikan tarihinin trajik sayfalarından biri hakkında gayet ilgi çekici bir 3 saat geçirmek isteyenlete şiddetle tavsiye edilir.