Perşembe, Eylül 15, 2022

Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor

Yeşilçamın en bilinen yönetmenlerinden biri olmasının yanı sıra aynı zamanda en güçlü yapımcılarından da olan Memduh Ün hakkındaki bu kitap benzerlerinden farklı bir şekilde yönetmenin hayat öyküsünü paylaştığı bir hatırat ya da sinemasının özellikleri üzerinden başkalarının kelam ettiği bir yapıt değil. Yönetmenin kariyerindeki tüm filmleri en başından başlayarak sırayla izleyip filme dair hatırladıklarını ve aradan geçen zamanda filme dair görüşlerini paylaştığı orjinal bir çalışma. Memduh Ün bir Lütfi Akad kadar detaycı olarak anlatmıyor filmlerini, daha kısa ve öz paylaşıyor düşüncelerini. Öte yandan  Akad'a göre daha magazinel, haliyle okurken daha eğlenceli hale gelen bir tarzı var; Yeşilçamın arka planında dönen hadiseler, ünlü birçok isim hakkında hiç duymadığımız anektotlar paylaşıyor, dolayısıyla söz konusu filmi izlememiş olsanız bile Türk Sinema tarihine dair birçok ilginç bilgi edinmiş olarak kalkıyorsunuz kitabın başından. Atıf Yılmaz ile Lütfi Akad arası, sadece filmografi üzerinden ilerleyen bir anı kitabı denebilir. Gerçi okuduğunuz herşey hoşunuza gitmeyebilir, zira yönetmenin en sevdiğim filmlerinden biri olan ve bu kadar sevmemin temel sebebinin ana müzik olarak Henry Mancini'nin "The Night Visitor"ının hunharca kullanılması olduğu 1972 tarihli "Gönülden Yaralılar" hakkında yönetmenin müziğin gereksiz öne çıktığı ve seçilen müziğin çok kötü olduğu yönündeki sözlerini duymak benim hoşuma gitmedi mesela. Başka birçok sansasyonel anektot da okuyana batabilir belki, 40 yaşında evli ve çocukluyken 16 yaşındaki Fatma Girik'le ilişkiye girmiş bir adamın ağzından çıktıklarını düşününce üstelik. Öte yandan o zamandan ölümüne kadar beraber olduğu bu kadına olan hissiyatını okurken hissedebiliyorsunuz Memduh Ün'ün, o da işin başka bir boyutu. Fakat genel olarak baya uzunca bir süre içinde bulunduğu sektörün zirvelerinde gezinmiş bir adamın kendine güveni ve pervasızlığını hissetmek mümkün kitabı okurken. Tabii bu durum anlatılanların ilginçliğini ve değerini azaltan bir husus da değil. Gönül isterdi ki başka daha birçok oyuncu ve yönetmen böyle anılarını paylaşsın da karşılaştırma yapabilelim söylenenleri ama elde olan bu. Okuyun okutun efendim.

Cumartesi, Eylül 10, 2022

Kader Böyle İstedi (1968) - Ömer Lütfi Akad


Lütfi Akad'ın "Vesikalı Yarim"in hemen akabinde çektiği "Kader Böyle İstedi" Akad'ın başlayıp da istediği şekle sokamadığı bir senaryosuna Oğuz Aral ve Safa Önal'ın cila çekmesiyle ortaya çıkmış bir film. Babasının çok da rızasını almadan İstanbul'a üniversite okumaya gelene Nilüfer (Nilüfer Koçyiğit) halasıyla eniştesinin evinde kalmaya başlar. Aslında babası Nilüfer'i Önder Somer'in canlandırdığı karakterle evlendirmeyi kafaya koymuş, kız da bunun üzerine kaçmıştır bir nevi ama bunu film ilerledikçe öğreniriz, halası da kız dizinin dibinde tahsilini gördükten sonra çok da ses çıkarmaz bu asiliğine. Gel gör ki kader Nilüfer'in yolunu taksici Ahmet'le (İzzet Günay) kesiştirir ve aralarında gayet mahcubane başlayan yakınlaşma çok geçmeden aşka dönüşür ve Nilüfer soluğu Ahmet'le annesinin kaldığı evde alır. Öte yandan ne halasının ne de babasının Nilüfer'i kendine denk olmayan biriyle birlikte olmasına izin vermek gibi bir niyetleri yoktur, bunun için de ellerinden geleni ardlarına koymazlar, hikayenin sonu da kimse için mutlu bitmez ne yazık ki (yeşilçamın diğer örneklerine nispetle gerçek bir arabayla çekilmiş uçurum sahnesi takdire şayan).


Yeşilçam denince akla gelecek melodramlara benzer bir öyküye sahip olsa da gerek ekonomik diyalogları gerekse de Akad'ın serinkanlı sineması vesilesiyle benzerlerinden hem ayrılmayı hem de öne çıkmayı başaran bir yapıt "Kader Böyle İstedi". Görüntü yönetmeni Mike Rafaelyan'ın objektifinden yansıyan 60'lar İstanbul'unun çoğunlukla yağmurlu atmosferi, esasen bir araya gelmemeleri gereken ve bunun da içten içe idrakinde olan iki insanın bu bilinçle hislerine yenik düşmelerinin hüznünü görüntülere yedirmeyi başarıyorlar (tabii görebildiğimiz kadarıyla çünkü filmin youtube'daki versiyonunun görüntü kalitesi başarısız, keşke biri restorasyonunu yapabilseymiş). Bu noktada İzzet Günay'ın müthiş üzerine yakışan mahçup delikanlı performansının karşısında mahcup iyi yürekli kız rolünü dupduru güzelliğiyle birleşen Nilüfer Koçyiğit ikilisinin de filme katkısı büyük. Ben özellikle ilk kez izlediğim Koçyiğit'e hayran kaldım, çok derin bir oyunculuğu olmasa da rolüne müthiş yakışmış.


Tabii bir nevi evlilik gibi zengin ailesinin boyunduruklarına girmemek için evini terketmiş bir kızın özgür ruhlu olacağını var saydığımızda bir adama aşık olup evinin kadını, kaynanasının gelini olmaya hızlı bir şekilde uyum sağlamasını garipsemek mümkün, orda yönetmenin gelenekçi yanının ağır bastığı söylenebilir. Günümüz bakış açısında hepimize sinmiş olan bir cyniclik ile zaten öyle bir kızın çulsuz bir taksiciye dönüp bakmayacağı düşüncesine kendini kaptırmak da mümkün. Gene de Akad'ın filmi, üzerinden geçen yılların beraberinde getirdiği nostalji hissini de arkasına alarak iyi çekilmişliği ve şık oyuncuları sayesinde bu tuzaklara gark olmadan keyifle izleniyor. Akad kendisi de bu filmini çok sevdiğini anılarında ifade etmiş, hatta o kadar ki sonraki yıllarda bunun karbon kopyası olan iki film daha yaptığını belirtiyor (birisi Orhan Gencebay'lı "Bir Teselli Ver", diğeri de Tarık Akan ve Perihan Savaş ikilisinin yer aldığı "Esir Hayat")

Perşembe, Eylül 08, 2022

Where the Crawdads Sing


2018 çıkışlı bir hayli beğenilen bir romanmış bu ama "Normal People" ile birlikte meftunu olduğum Daisy Edgar Jones'un rol alacağını duyana kadar varlığından haberim olmayan bir yapıttı benim için. Tam olarak chick-lit addedilmese de o sularda çimmekten imtina etmeyen bir roman, uyarlamasından anladığım kadarıyla. Kitabın hayranı olan Reese Witherspoon filmin arkasındaki isim. Yönetmenlik koltuğuna oturan Olivia Newman daha önce gördüğüm kadarıyla ortalama beğenilmiş "First Match" isimli bir uzun metraj dışında "Chicago Fire" ve "FBI" gibi dizilerde yönetmenlik yapmış çoğunlukla. Kitabı senaryolaştıran daha önce "Beasts of The Southern Wild" ve Troop Zero" gibi beğeni toplamış filmlerin yazar hanesinde yer alan Lucy Alibar.


Film, feci bir aile ortamına doğan Kya'nın öyküsü. Babasının dayaklarına dayanamayan anne, Kya çok küçükken tüm çocuklarını arkada bırakıp terkediyor. Akabinde babadan yılan tüm kardeşleri de evden kaçıyorlar ve geriye Kya ile babası kalıyor bir tek. Çok geçmeden babası da çekip gidiyor ve sazlığın ortasında kalan ıssız evinde tek başına büyüyüp gidiyor Kya. Hikaye bizi Kya'nın kasaba ahalisince hakir görülen, o sebepten de pek ilişilmek istenmeyen bir kız olarak bu yaşa geldiğine inandırmaya çalışsa da karakteri Daisy Edgar-Jones gibi güzel bir oyuncuya oynattıklarından ben o noktada biraz koptum açıkçası, illa bir musallat olan olurdu diye düşünmekten kendimi alamadım zira ki çok geçmeden hikayenin sarışın yakışıklı oğlanı Tate de kapıda beliriyor zaten.
 

Tate, Kya'nın çocukluğundan beri gelen bataklık habitatının canlılarına olan merakını paylaşıyor, bu vesileyle Kya'nın evinde okuma yazma öğrenmesine de vesile oluyor. Tabii çok geçmeden aralarında romantik bir yakınlaşma da hasıl oluyor. Gel gör ki oğlanın üniversiteye gitmesi gerekince yakınlaşma akim kalıyor. Aşk acısını sazlık canlılarına dair yazı ve çizimlerine abanarak unutmaya çalışan Kya buradan kendine bir ekmek kapısı bile çıkarmayı başarıyor. Bu noktada Kya'ya ilgisi kabaran bir başka uzun yakışıklı oğlan (Harris Dickinson) da Kya'nın gönlünü çalmayı bir noktaya kadar becerse de niyetinin çok da iyi olmadığını anlamamız uzun sürmüyor ki hikayenin diğer kısmını oluşturan mahkeme boyutu da buradan ortaya çıkyor zaten.


Ergen kız fantazisi ile cinayet gizemi gibi birbiriyle çok da ilintisi olmayan iki ayrı damar üzerinden ilerlemeye çalışan film bunlardan sadece birini gerçekleştirmeye müsait bir potansiyele sahip olduğu için eğreti bir şekilde başlayıp bitiyor. Gizem boyutunda öldürülenin kimliği ile niye öldürüldüğü zaten film ilerledikçe bariz hale geldiği için geriye merak edilecek tek şey nasıl gerçekleştiği kalıyor ki o kısmı da göstermemeyi tercih ediyor filmciler. Buradan hareketle seyirciyi son sahnedeki ifşa ile şaşırtmaya dönük, cılız bir çaba içine mi girdiler ya da başka bir motivasyonları mı vardı bilemesem de son tahlilde olmamış yani. Geriye kalan da vahşi doğa ortamında büyümesine rağmen daha ziyade insan ahalisiyle mücadele etmek durumunda kalan ve bu itiş kakıştan başı dik bir şekilde çıkmayı başaran genç, güçlü bir kadın karakter hikayesi. Şahsen çok da meraklısı olduğum bir anlatı olmasa da filmin mütevazi gişe başarısı ve internet ortamında beğenenlerinin az olmamasından da anlaşılacağı üzere alıcısı bir hayli mevcut bir mesel bu. Öte yandan aralarında babayı canlandıran Garret Dillahunt ve avukat rolünde David Strathairn gibi isimlerin de bulunduğu oyuncu kadrosuna rağmen Edgar-Jones'un varlığı dışında filmi izlenebilir kılan pek de bir şeyin olmadığı gerçeğini değiştirmiyor bu. Görüntü yönetmeni Polly Morgan'ın Alexa dijital kameraları ile çektiği anamorfik resimleri belli ber çekiciliğe sahip olsalar da Edgar-Jones'un yaşlandırıldığı sahnelerdeki berbat makyaj çalışmasını perdeleme noktasında kifayetsiz kalmışlar. Onun dışında sinemasal olarak söylenebilecek çok da bir şey yok zaten. Meraklısına.


Çarşamba, Eylül 07, 2022

Bir Sinemacının Anıları + 'Rejisör' Atıf Yılmaz

Lütfi Akad'ın anı kitabı ne kadar formal ve bilgilendirici ise Atıf Yılmaz'ın anıları da bir o kadar informal ve eğlenceli. Çocukluğundan başladığı hikayesini film sektörüne girdiği sürece kadar belli bir disiplinde anlatmayı başarsa da sonrasında daldan dala atlayan Yılmaz gene de yer verdiği birçok eğlenceli anektotla son derece eğlenceli bir okumalık sunuyor, hatta yer yer sesli bir şekilde güldürmeyi başarıyor da. İçinden geçtiği dönemlerin Türkiye'sini tüm renkliliği ile anlatabilmesinde takdire şayan bir şey var Yılmaz'ın. Dolayısıyla sinemamızın önemli isimleri ile ilgili yer yer tabloide varan kimi anıları da sansasyonelliklerinden çok bu yönleri itibariyle zenginlik katmışlar kitaba. Hayatı da kendisi de birçok filmi gibi eğlenceliymiş Atıf Yılmaz'ın. Bu arada kendisine dair iki anı kitabı gözüküyor vikipedi gibi yerlerde; birisi bu, diğeri de sonradan ismi "Söylemek Güzeldir" olarak değiştirilmiş "Hayallerim, Aşkım ve Sen" isimli kitap. Gel gör ki gugılda yapılacak ufak bir araştırma ile görmek mümkün ki bu ikisi arasındaki yegane fark kitapların sonunda yer alan önsözlermiş, yoksa ortada yegane bir hatırat var yani. Üşenerek yazdığını söyleyen bir adamdan iki anı kitabı çıkması pek akla yatmıyordu zati. İkisini birden alma hatasına düşmemek lazım diyerek bu notu kapatalım.

Yönetmenin 50 yıllık sinema yaşantısı boyunca verdiği kimi röportajların derlemesinden oluşan "Rejisör: Atıf Yılmaz" ise hatıratının aksine biraz yavan bir okuma deneyimi sunuyor maalesef, özellikle hatıralarını okuduktan sonra. Rahmetli -kendi hatıratında da etraflıca yer verdiği- belli başlı birkaç kanaate varmış uzun sinema yaşantısı boyunca ve maalesef yıllar boyunca neredeyse verdiği her röportajda bunları tekrarlamış da tekrarlamış. Bu durum hem Atıf Yılmaz gibi sinemamızın simge isimlerinden birinin bir hayli sabit fikirli olduğu yönünde bir izlenim bırakmasının yanı sıra kitabı da okumayı sıkıcı hale getiriyor, bir noktadan sonra atlaya atlaya ilerlemeye başlıyorsunuz. Derlemeyi yapan arkadaş tekrara düşülen yerleri kırpma yoluna gitseymiş keşke, daha rafine bir yapıt ortaya çıkabilirmiş. Şükran Kuyucak Esen'in gerçekleştirdiği gibi birçok spesifik filminin arka planına inmeye çalışan, bir iki bilgilendirici röportaj var Allah'tan da komple zaman kaybı değil

Perşembe, Eylül 01, 2022

İki Şafak Arasında


Yönetmen Selman Nacar'ın açıkça İran sinemasından esinlendiği belli olan ilk filmi "İki Şafak Arasında" ismiyle müsemma bir şekilde bir şafaktan diğerine tam bir günü anlatıyor, merkezine Kadir (Mücahit Koçak) isimli karakteri alarak. Kadir abisiyle babalarından devraldıkları bir deri fabrikasının işletmesiyle meşgul. Görüştüğü de bir kız var, akşamına ailesiyle tanışmaya gidecek. Halihazırda bunun gerginliğiyle başlayan gün fabrikada bir işçinin kaza geçirmesiyle Kadir için daha da bunalım bir hale geliyor. Abisi ve babası, Erdem Şenocak'ın müthiş bir aymazlıkla hayat verdiği avukat karakteri ile birlikte yaralanan işçiden çok bu kazanın kendilerine çıkaracağı kafa ağrısını nasıl bertaraf edeceklerine odaklanırlarken Kadir daha ziyade her iki tarafın da hakkının gaspedilmediği bir çözüm yolu bulmanın peşine düşüyor. Fakat gün ilerledikçe anlıyor ki bu sandığından çok daha zor olacak ve en sevdikleriyle karşı karşıya gelmesini gerektirecek.


Hikayenin nereye doğru gittiğini kestirmek çok zor olmasa durgunluğuna rağmen insanı sıkmayan bir ritmi var "İki Şafak Arasında"nın. Kadir acı verici derecedeki sıradanlığı ile çoğu Türk seyircisinin özdeşleşmekte güçlük çekmeyeceği bir karakter zaten; ailesinden kalan işi devralmış ama büyük abinin gölgesinde ve bunun getirdiği bir eziklik var hep üzerinde. Bu ezikliğin bir getirisi olarak bir çok sahnede ısrarlara dayanamadığı için yapmak istemediği şeyleri yaparken görüyoruz kendisini. Söz konusu olan başka bir insanın hayatı, arkasında bıraktığı eşi çocuğu olunca üzerine serpilen bu ölü toprağından sıyrılma yönünde bir gayret sergiliyor Kadir, vicdanının sesini dinleyerek. Ama onu da bir noktaya kadar götürebiliyor ki hikayenin en göze batan kusuru da bu bence. Karakterin içine düştüğü ikilemi gösterip açık bir uçla filmin noktalanması karakterin gün içinde yaşadığı bu duygusal devinimlere biraz ihanet eden bir seçim olmuş, önündeki iki seçenekten birini tercih etmiş haliyle film noktalansaydı çok daha anlamlı olurdu kanaatindeyim.


Uluslararası birkaç ayrı fonun birleşimi ve Rumen bir görüntü yönetmeni ile çekilen film, gerçekten de prodüksiyon kalitesiyle göz doldurmayı başarıyor ve niye birçok uluslararası festivale kabul aldığını belli ediyor. Gerçi ses tasarımı noktasında biraz sıkıntısı yok değil, en azından televizyonda izlendiğinde diyalogları duymakta sıkıntı yaşadım ben. Tamamı Uşak'ta çekilmiş olsa da açıkçası kenti son derece kısıtlı olarak kullandığı için şehrin yerlisi olarak bunu ben farketmekte bir hayli zorlandım. Uşak'ın görsel olarak çok da bir imkan ve çeşitlilik barındırmamasının da bunda etkisi vardır tabii. Fazla bilindik isimlerden oluşmayan oyuncu kadrosu hikayenin sadeliği ile gayet uyumlu olmuş, her biri de gayet iyi oynamışlar. Son kertede bir ilk film için gayet başarılı, son yılların kayda değer yerli yapımlarından bir tanesi olmuş "İki Şafak Arasında".