Perşembe, Eylül 08, 2022

Where the Crawdads Sing


2018 çıkışlı bir hayli beğenilen bir romanmış bu ama "Normal People" ile birlikte meftunu olduğum Daisy Edgar Jones'un rol alacağını duyana kadar varlığından haberim olmayan bir yapıttı benim için. Tam olarak chick-lit addedilmese de o sularda çimmekten imtina etmeyen bir roman, uyarlamasından anladığım kadarıyla. Kitabın hayranı olan Reese Witherspoon filmin arkasındaki isim. Yönetmenlik koltuğuna oturan Olivia Newman daha önce gördüğüm kadarıyla ortalama beğenilmiş "First Match" isimli bir uzun metraj dışında "Chicago Fire" ve "FBI" gibi dizilerde yönetmenlik yapmış çoğunlukla. Kitabı senaryolaştıran daha önce "Beasts of The Southern Wild" ve Troop Zero" gibi beğeni toplamış filmlerin yazar hanesinde yer alan Lucy Alibar.


Film, feci bir aile ortamına doğan Kya'nın öyküsü. Babasının dayaklarına dayanamayan anne, Kya çok küçükken tüm çocuklarını arkada bırakıp terkediyor. Akabinde babadan yılan tüm kardeşleri de evden kaçıyorlar ve geriye Kya ile babası kalıyor bir tek. Çok geçmeden babası da çekip gidiyor ve sazlığın ortasında kalan ıssız evinde tek başına büyüyüp gidiyor Kya. Hikaye bizi Kya'nın kasaba ahalisince hakir görülen, o sebepten de pek ilişilmek istenmeyen bir kız olarak bu yaşa geldiğine inandırmaya çalışsa da karakteri Daisy Edgar-Jones gibi güzel bir oyuncuya oynattıklarından ben o noktada biraz koptum açıkçası, illa bir musallat olan olurdu diye düşünmekten kendimi alamadım zira ki çok geçmeden hikayenin sarışın yakışıklı oğlanı Tate de kapıda beliriyor zaten.
 

Tate, Kya'nın çocukluğundan beri gelen bataklık habitatının canlılarına olan merakını paylaşıyor, bu vesileyle Kya'nın evinde okuma yazma öğrenmesine de vesile oluyor. Tabii çok geçmeden aralarında romantik bir yakınlaşma da hasıl oluyor. Gel gör ki oğlanın üniversiteye gitmesi gerekince yakınlaşma akim kalıyor. Aşk acısını sazlık canlılarına dair yazı ve çizimlerine abanarak unutmaya çalışan Kya buradan kendine bir ekmek kapısı bile çıkarmayı başarıyor. Bu noktada Kya'ya ilgisi kabaran bir başka uzun yakışıklı oğlan (Harris Dickinson) da Kya'nın gönlünü çalmayı bir noktaya kadar becerse de niyetinin çok da iyi olmadığını anlamamız uzun sürmüyor ki hikayenin diğer kısmını oluşturan mahkeme boyutu da buradan ortaya çıkyor zaten.


Ergen kız fantazisi ile cinayet gizemi gibi birbiriyle çok da ilintisi olmayan iki ayrı damar üzerinden ilerlemeye çalışan film bunlardan sadece birini gerçekleştirmeye müsait bir potansiyele sahip olduğu için eğreti bir şekilde başlayıp bitiyor. Gizem boyutunda öldürülenin kimliği ile niye öldürüldüğü zaten film ilerledikçe bariz hale geldiği için geriye merak edilecek tek şey nasıl gerçekleştiği kalıyor ki o kısmı da göstermemeyi tercih ediyor filmciler. Buradan hareketle seyirciyi son sahnedeki ifşa ile şaşırtmaya dönük, cılız bir çaba içine mi girdiler ya da başka bir motivasyonları mı vardı bilemesem de son tahlilde olmamış yani. Geriye kalan da vahşi doğa ortamında büyümesine rağmen daha ziyade insan ahalisiyle mücadele etmek durumunda kalan ve bu itiş kakıştan başı dik bir şekilde çıkmayı başaran genç, güçlü bir kadın karakter hikayesi. Şahsen çok da meraklısı olduğum bir anlatı olmasa da filmin mütevazi gişe başarısı ve internet ortamında beğenenlerinin az olmamasından da anlaşılacağı üzere alıcısı bir hayli mevcut bir mesel bu. Öte yandan aralarında babayı canlandıran Garret Dillahunt ve avukat rolünde David Strathairn gibi isimlerin de bulunduğu oyuncu kadrosuna rağmen Edgar-Jones'un varlığı dışında filmi izlenebilir kılan pek de bir şeyin olmadığı gerçeğini değiştirmiyor bu. Görüntü yönetmeni Polly Morgan'ın Alexa dijital kameraları ile çektiği anamorfik resimleri belli ber çekiciliğe sahip olsalar da Edgar-Jones'un yaşlandırıldığı sahnelerdeki berbat makyaj çalışmasını perdeleme noktasında kifayetsiz kalmışlar. Onun dışında sinemasal olarak söylenebilecek çok da bir şey yok zaten. Meraklısına.