Cuma, Mart 31, 2023

Man of Tai Chi (2013) - Keanu Reeves


Keanu Reeves kamera arkasına geçtiği ilk filmi "Man of Tai Chi", şu ana kadar yönettiği yegane film olma özelliğini de taşıyor. Reeves çapında bir yıldızın yönetmenliğini yapacağı ilk filmi için Çin-ABD ortak yapımı bir dövüş filmini seçmesi neresinden baksanız özgün bir seçim ve kusurlarına rağmen ortaya çıkan işin kalitesi Reeves'in yönetmenlik kariyerinde devamını getirmemesinin daha da üzücü hale getiriyor.


Tiger Chen'in Chen isimli karakteri geçimini postacılıkla kazansa da esasında bir Tai Chi ustasıdır ve hünerini resmi dövüş turnuvalarında sergilemektedir. Görünürde bir güvenlik şirketinin patronu olsa da esasında illegal bir online dövüş turnuvasının yöneticisi olan Donaka (Keanu Reeves) çok geçmeden Tiger'ın yeteneğini farkederek onu dövüşmeye ikna eder. Başta yıkılma kararı alınan tapınağını kurtarmak için teklifi kabul etmiş olsa da zamanla kazandığı paranın ve yenilmemişliğin de katkısıyla egosu şişmeye başlar Tiger'ın ve Donaka'nın esas planının ne olduğunu da yavaş yavaş görmeye başlarız.


Tiger'ın tamamiyle bencillikten uzak bir amaçla bu yola girip zamanla gururuna yenik düşerek dönüşmesi hikayenin özü olmasının yanı sıra Donaka'nın da kovaladığı şey esasında. (SPOILER) Mevzubahis turnuvayı zengin bir azınlık için interweb bir reality showa dönüştüren Donaka, Chen'in nezdinde hem görkemli dövüşler sunmak hem de karakterindeki dönüşüm üzerinden bir drama deneyimi de yaşatmak istiyor seyircisine ve bunu başarıyor da. Tabii ki final itibariyle Chen hatasının farkına varıp Donaka'nın yolundan dönüyor ama gene de fikir ve işleniş bence ilginç. 


Reeves'in emektar görüntü yönetmeni Elliott Davis ile birlikte Arri dijital kameralarını kullanarak anaformik formatta çektiği filmin görselliği ideal güçte, ne çok göze batıyor ne de insana bir B filmi izlediği hissiyatı uyandırıyor. "SPL" ve "Flash Point" gibi filmlerden tanıdığımız Çinli müzisyen Chan Kwong-Wing'in müzikler için tercih edilmesi isabet olmuş, farklılığını hissettiriyor. Dövüş sahnelerini çekişi itibariyle takdire sayan bir kalite tutturmuş Reeves, yani bir Isaac Florentine değil kendisi ama gene de takip etmesi kolay, göze hoş görünen kavgalar izliyoruz. Finalde Tiger'la birebir kapıştığı sahne de bir oyuncu olarak "Matrix"te öğrendiklerini unutmadığını göstermekle gelmiyor, yaklaşmakta olan "John Wick" günlerinin de habercisi oluyor bir nevi.


Filmin ve Reeves'in en büyük günahı, "The Raid" ile bir iki yıl öncesinde müthiş bir patlama yapmış İko Uwais'i Tiger'ın karşısına çıkartıp Tiger'ın karakterinin İko ile dövüşmeyi reddetmesi. Yani hem Uwais gibi bir yıldızı cameo statüsüne düşürmüş hem de filmin en parlak olabilecek noktasına tıpa koymuş gibi bir şey olmuş. Her ne kadar filmi genel olarak beğensem de bu noktanın affedilir yanı yok. Neyse ki birkaç yıl sonra Tiger Chen'le Uwais dövüşür bir kapasitede bir araya geldiler "Triple Threat"de. Söz Chen'den açılmışken, her ne kadar iyi bir dövüşçü olsa da kesinlikle başrol insanı değil, Keanu Reeves gibi bir starın yönettiği filmle başrol kariyerine başlamış olması bile son 10 senede bu gerçeği değiştirmedi. Karizma kara deliği ekran duruşunun yanı sıra, saçma saç tasarımı da kendisine hiç yardımcı olmuyor genel olarak ama gene de tümüyle insanı filmden soğutacak ölçekte de değil.

Cuma, Mart 24, 2023

The Quest (1996) - Jean-Claude Van Damme


"The Quest" Van Damme'ın bugüne kadar yönetmenliğini üstlendiğini yaptığı yegane film olması itibariyle önemli. "Sudden Death"in Amerikan gişesinde bekleneni verememesi üzerine kendisini "Bloodsport" ile ünlü yapan ve akabinde birçok kişi tarafından tekrar kullanılmış olan turnuva formatına geri dönüş yapmaya karar veren aktör tekrar turnayı gözünden vururum diye ummuş herhalde ama gerek seyircinin gerekse de kendisinin değiştiğini idrak edemediği için yan yatan denemelerinden biri olması bugün filmin yegane hatırlanan taraflarından.


Kötü bir yaşlandırma makyajı ile 90'larda açılsa da "Bloodsport" ile "The Quest"i ayıran en önemli faktör seçilen zaman dilimi. 1925 yılında geçen hikaye, prodüksiyon kalitesinin de yardımıyla ana karakterin New York'un arka sokaklarından başlayıp Tibet'e kadar giden bir yolculuğa sahip olduğu tarihi bir serüven filmi olma hüviyetini de taşıyor. Chris DuBois (JCVD) part time palyaço part time hırsız kişiliği ile zengin mafya tiplerinden para çalıp kol kanat gerdiği yetim çocuklara yediren gariban dostu bir tip. Bir gün mevzubahis mafyalardan biri kendisini ele geçirince kaçmak zorunda kalıyor ve soluğu bir gemide alıyor. Burada mürettebat olarak çalıştırılırken gemiyi ele geçiren Lord Dobbs (Roger Moore) tarafından ABD'ye geri götürülmek vaadiyle kandırılıp Siam'lı korsanlara satılan DuBois'nın yolu bir şekilde tekrar Dobbs'la tekrar kesişiyor beraber Altın Ejder turnuvasının yolunu tutuyorlar.


Filmin Randy Edelman imzalı başarılı müzikleri eşliğinde adım adım yaklaştığını gördüğümüz söz turnuva başlayana kadar neredeyse bir 60 dakika geçiyor, başladıktan sonra da her bir dövüş neredeyse göz açıp kapayıncaya kadar sona eriyor. Bir dövüş filmi için affedilemeyecek bir hata çünkü kimse Van Damme'ın Roger Moore ve James Remar gibi aktörlerle muhabbetlerini izlemek için oturmuyor "The Quest"in başına. Çok uzun bir film de değil aslında, sadece 95 dakika ama o süreden bir on dakika daha kısıp aksiyonu yoğunlaştırılsa çok daha farklı bir film olabilirmiş. Aslında dünyanın farklı bölgelerini temsil eden farklı stillerde yetenekli dövüşçüler toplamayı becermiş Van Damme ama görüntülediği dövüşlerin mevzuvahis kısalığı ve günümüz standartları baz alındığındaki yavaşlığı filme zarar veriyor. Sadece günümüz standartları da değil, Jackie Chan'in kendisini tüm haşmetiyle Amerikan seyircisine kabul ettirdiği "Rumble In The Bronx" ve turnuva formatını başarılı bir şekilde güncel bir pakette sunmayı başarmış "Mortal Kombat"in bir yıl sonrasında gösterime girmiş olması Van Damme'ın o dönemki dövüş filmlerindeki hareketleri gözlemleme ve kendini yenileme noktasında ne kadar yetersiz kaldığının bir ispatı aslında. Herhalde biraz da o nedenle The Quest"in akabinde kendisini Hong Kong üstadı Ringo Lam ve Tsui Hark gibi yönetmenlere teslim etmeyi tercih etti kendisi ama bu hamle de beklediği sonuçları vermedi ki o da başka yazıların konusu. 


Nihai film bazında konuşup dövüş sahnelerini baz almadığımızda Van Damme'ın yönetmenliği o kadar da fena değil aslında. İşlediği tarihi dönemi görsel olarak yansıtmakta başarılı, belli bir noktaya kadar tarihi bir serüven romanı okur gibi bir hava oluşturmayı başarıyor "The Quest".  Kickboxer"ın Tong Po'su ve JCVD'nin çocukluk arkadaşı olan Michel Qissi'nin kardeşi Abdel Qissi "Lionheart"da olduğu gibi burada da final boss'a hayat veriyor. Heybetiyle ekranı doldurduğu aşikar olsa da "Lionheart"a benzer şekilde kötü koreografiden mütevellit bir "bu adamı bu kadar amansız yapan neydi ki" sorusunu sormanız olası final bölümünde.


Roger Moore'un biyografisinde hiç de hayırla yad etmediği bir yapım olmasıyla da ünlü "The Quest". Aktörün anlattıklarına bakılırsa Van Damme ve yapımcı Moshe Diamant'ın çok kötü organize ettikleri çekim süreci Rambo 3"ü yönetmesiyle de bilinen yardımcı yönetmen Peter MacDonald sayesinde bitirilebilmiş. Moore dışında James Remar, Aki Aleong, Louis Mandylor gibi karakter aktörleri de filme bir ağırlık katsalar da senaryonun karakterlere yaklaşımındaki özensizlik tüm çabalarını boşa çıkartıyor. Velhasılı, çocukken defalarca izlenmiş olsa da yetişkin olarak niye böyle yapıldığının idrak edilemediği, tümüyle nostaljik filmlerden "The Quest".

Pazar, Mart 19, 2023

Hard Target 2 (2016) - Roel Reiné


DTV aksiyon filmlerine iyiden iyiye sardığım bu zamanlarda bu sektörün en faal ve bilinen yönetmenlerinden olan Hollandalı Roel Reine ile canımız ciğerimiz Scott Adkins'i buluşturan bu filmi izlememek olmayacaktı. Ben ilk kez bir filmini izliyor olsam da Reine iş yapmış aksiyon filmlerinin DTV devam filmlerini yaparak kariyerini oluşturmuş bir adam. "Death Race 3", "Scorpion King 3", "The Man with The Iron Fist 2" ve "The Marine 2" bunlardan bazıları. Bugünlerde "Halo" gibi üst düzey dizilerde yönetmenlik yaptığı için artık statüsünü bir nebze yükselttiği söylenebilir.


Orjinal "Hard Target"ı izlemeyeli uzun zaman olduysa da gördüğüm kadarıyla iki film arasında konsept dışında herhangi bir ortak nokta bulunumuyor. En yakın arkadaşını ringde öldüren Wes ki bu Adkins oluyor, günlerini Tayland'da üç-beş kuruşa sokak dövüşleri yaparak geçirmekte. Robert Knepper'ın suretinde bir kötü adam kendisine yüklü bir miktar karşılığında gücünü kanıtlayabileceği bir müsabaka teklif eder. Müsabaka'nın yapılacağı yere geldiğinde ise zengin bir grup piçin avcı, kendisinin de av olduğu bir oyunun içine atıldığını idrak etmesi çok vaktini almaz.


Filmin en büyük sorunu tüm zamanların en iyi DTV filmlerinin bazılarında yer almış bir yıldızının olması. Hal böyle olunca ister istemez Adkins klasikleriyle kıyaslama yaparken buluyorsunuz kendinizi ki bu noktada "Hard Target 2"nin hiç şansı yok. Senaryoda kötü adamları sadece kötülük yapmaktan öte bir işlevleri olsun diye bol bol diyalog yazılmış anlaşılan. Aktörler iyi olduğu için bu durum sırıtmıyor, özellikle de Knepper. Ama gene de o süreyi aksiyonla bezeseler daha makbule geçerdi. Aynı durum Wes için de geçerli, karakterin kefaret ihtiyacı ve pişmanlığı üzerine rahat bir yarım saat harcandıktan sonra aksiyona dalabiliyoruz. Sonuçta hiçbirimiz aktörün oyunculuğuna hayran olduğumuz için izlemiyoruz bu filmleri ve hikayeye abanmaya yeltenen her Scott Adkins filmi potansiyel aksiyonundan feragat etmiş olmakla kalmıyor, izleme süresini de gereksiz yere uzatıyor. Burada Reine'nin artık John Woo'ya özenme ya da gönderme kaygısı yapmasından mıdır nedir bilmiyorum ama her bir aksiyonu slow-mo ile çekme saplantısına girmiş olmasının da payı büyük. Yani neyse ki Adkins kendi dublörlüğünü yapabilen bir adam, dolayısıyla kamerayı stratejik pozisyonlara sokup yüzünü gizleme gereği olmuyor burada ama gene de bir noktadan sonra artık sıkılıp filmi sardırarak izleme ihtiyacı hissediyorsunuz. Başkasının stiliyle gerdeğe girmemek lazım, ancak kendinizi küçük düşürüyorsunuz. Gene de hakkını komple yemeyelim, DTV filmlerinin çoğuna hakim olan o ucuz estetiğin ötesine geçirmeyi başarmış filmi, olduğundan daha pahalı gözüküyor. Fakat gene de beklediğimi bulamadığımı da belirtmem lazım.

Superman: Man of Tomorrow (2020) - Chris Palmer


Bu filmi ilk çıktığında yakalayamamıştım, "Legion of Super-Heroes "dan keyif alınca dönüp bir göz atmak farz oldu. "Flashpoint Paradox" ile başlayan DCAMU devamlılığının "Apokolips War" ile sona ermesiyle DC ve WB Animations'ın yelken açtığı yeni bir devamlılılığın ilk ayağını oluşturup aynı bu zamanda bu devamlılığın isim babası olma sıfatını da taşıyor film; Tomorrowverse. 
 
 
 
 
 
Bu yeni serüven farklı bir seslendirme kadrosunun yanı sıra yeni bir animasyon tarzını da beraberinde getiriyor. Her ne kadar izlememiş olsam da gördüğüm kadarıyla "Archer" ismindeki animasyon diziyi hatırlatan, rotoskop tarzı bir yöntem benimsenmiş. Öncekilere alışan gözler ilk başta bir nebze yadırgasa da açıkçası daha parlak bir renk paletine sahip ve öncüllerinin karanlık stilinden ayrışmaya yeltenerek daha light sulara yelken açan bu yeni tarzı ben bir hayli beğendim.


"Man of Tomorrow" hem gazetecilik hem de süperkahramanlık kariyerinin henüz başlarında bir Clark Kent'in hikayesini anlatıyor. Lois Lane, Lex Luthor gibi klasik karakterler de Clark ve Superman ile burada tanışıyorlar, yeni bir devamlılıkta olduğumuzu da bu vesileyle idrak ediyoruz. Gerek önceki filmleri izlememiş birisi için, gerekse de birçoğunu izlemiş olsa bile bu devamlılık noktasında kafası karışmış benim gibi birçok izleyici için de ideal bir başlangı noktası oluşturuyor film. 


Daily Planet'te stajyerlik yapan Clark, henüz ne isim ne de kıyafet itibariyle süper kahraman kimliğini oluşturabilmiş değil, halk onu "uçan adam" olarak biliyor. Türünün ya da gezegenlerinin son örneklerini avlamayı kendine borç edinmiş Lobo, son Kriptonlu olan Clark'ın kellesi için dünyaya gelince ikisi çarpışıyorlar ve Superman bir şekilde Lobo'yu alt etmeyi başarıyor. Öte yandan o hengamede Lobo'nun kimyasallarına maruz kalan basit bir bina görevlisi insanlarını enerjilerini emerek giderek daha fazla büyüyen bir parazite dönüşüyor. O kadar ki bir noktada Superman bile bu yaratık karşısında çaresiz kaldığı için Luthor ve Lobo ile elele vermek durumunda kalıyor.


Superman'in muhtemelen tüm zamanların en popüler kahramanlarından birisi olmasına karşın benim hiç bir zaman ne izlemekten ne de okumaktan keyif aldığım bir karakter olmadı açıkçası. Bunda neredeyse tanrısal güçlere sahip olmasının karaktere kusursuzluğuyla orantılı bir sıkıcılık katmasının payı büyük. Öte yandan "Man of Tomorrow"da karşımıza çıkan Superman hem Lobo hem Martian hem de Parasite tarafından yeri geldikçe pataklanan bir figür haline gelmiş ve körpeliği ile birleşince bu sıkıcılık faktörü bertaraf edilmiş.


Güçlerinin farkında olsa da bir yaratık olarak algılanıp dışlanma korkusuyla kendini tümüyle dünya ahalisine ifşa etmekten imtina eden bir Clark var burada karşımızda. Normal bir insanken istemeden bir yaratığa dönüşerek ailesi başta gelmek üzere herşeyini kaybeden kapıcının trajik hikayesi ile paralel ama ters yönde giden hikaye izleği sayesinde finale doğru kendini ifşa etmesi ile hem dünya gezegeni sakinlerinin insanlığına hem de parazitin içindeki insan olan kapıcıya ulaşmayı başaran Superman, hem Parazitin kendini feda etme pahasına insanlığı büyük bir felaketten kurtarmasına vesile oluyor hem de kendi içindeki güven sorunlarını da çözümlemiş oluyor. Bu özgüvenini yeni yeni kazanan Superman yorumunu şahsen çok tuttuğumu söyleyebilirim, seslendirmeyi yapan Darren Criss de bu versiyon için çok ideal bir seçim olmuş. Daha genç ama yaşlı versiyonundan ukalalıkta geri kalmayan Lex'de Zachary Quinto başarılı. Lois Lane'in öncekilerden çok farklı olan görünümünü şahsen çok beğendim, Alexandra Daddario da bence bu Lois'e uyan bir sese sahip. Espritüel yanıyla filmin gizli kahramanı olan Lobo ve ona ses veren Ryan Hurst de filmin en bomba tarafını oluşturuyor, davudi sesiyle Martian Manhunter'ı seslendiren Ike Amadi de hakeza.


10 sene önce piyasaya hızlı bir giriş yapmış olsa bugünlerde Hollywood'dan afaroz edilmiş gibi görünen Max Landis'in kaleminden çıkma "Superman:American Alien" isim çizgi romandan filmi uyarlayan, daha önceden "Reign of Superman"de çalışmış olan Tim Sheridan özellikle parazitin hikayesi kapsamında duygusal olabilen yeri geldiğinde Superman'in hafif, umut şırıngası kimliğini vurgulayan bir hikaye ortaya çıkarmış. İlk yönetmenlik denemesinde Chris Palmer, görsellik olarak önceki DC filmlerini domine eden Sam Liu'nun tarzını aratmayan, bir işçilik göstermiş.


DC nin ekran uyarlamaları söz konusu olduğunda -gerçi ben bu Arrowverse dizilerini izlememiş olsam da- batırmadığı yegane platform bu DTV animasyon filmleri, bundan daha önce de birçok kereler söz ettik. Önceki devamlılığın sona ermesi ile birlikte birçoklarının kafasında eski kalitenin muhafaza edilebileceğine dair bir soru var gibiydi, neyse ki "Man of Tomorrow" bu manada yüreklere su serpen bir film.