Pazartesi, Eylül 20, 2021

Poster child for the next millennium!

The next thousand years is right around the corner, Kevin, and Eddie Barzoon-take a good look, because he's the poster child for the next millennium! These people, it's no mystery where they come from. You sharpen the human appetite to the point where it can split atoms with its desire, you build egos the size of cathedrals, fiber-optically connect the world to every eager impulse, grease even the dullest dreams with these dollar-green, gold plated fantasies until every human becomes an aspiring emperor, becomes his own god, and where can you go from there? And as we're scrambling from one deal to the next, who's got his eye on the planet? As the air thickens, the water sours, and even the bees honey takes on the metallic taste of radioactivity. And it just keeps coming, faster and faster. There's no chance to think, to prepare. It's buy futures, sell futures, when there is no future!

Eddie Barzoon...ona iyi bak, çünkü o gelecek bin yılın alâmeti farikası. Bu insanların nereden geldiği sır değil. İnsan iştahını öyle bir körüklersin ki arzusuyla atomları parçalayabilir hale gelir. Katedral boyutunda egolar inşa edersin. Dünyayı fiber optik kablolarla her hevesli dürtüye bağlarsın. En bayağı hayalleri bile, bu dolar yeşili altın süslemeli fantezilerle cilalarsın, tâ ki her insan, gözü yükseklerde bir imparator, kendi kendisinin tanrısı olana dek. Oradan nereye gidebilirsin ki? Ters yöndesin! Lanet olsun. Biz bir işten diğerine koşturup dururken gezegene kim göz kulak olur? Hava bulanıp sular ekşidikçe, arıların balı bile radyoaktivitenin metalik tadını aldıkça bunlar böyle hız kazanarak artar. Düşünmeye, hazırlanmaya fırsat yok. Gelecekler alınıyor, gelecekler satılıyor. Halbuki gelecek falan yok ortada.

Devil's Advocate (1997) - Taylor Hackford

Malignant


Her yeni James Wan filmi bir sinemasever için önemli bir hadise ama filmin türü korku olunca bu daha da önemli hadise haline geliyor. Sonuçta sinema dünyasına bir değil ("Saw") iki değil ("Insidious") tam üç tane ("Conjuring") yeni korku mülkü sunmuş bir adamdan bahsediyoruz. Dolayısıyla yönetmenin iki Aquaman filminin arasına sıkıştırdığı "Malignant"ın gelişi kutlu bir hadise addedilebilir. Öte yandan Wan'ın filmografisinin diğer örneklerine kıyasla aynı etkiyi yakalayacak mı ondan da şüpheliyim.


Yönetmenin eşi Ingrid Bisu'nun bir fikrinden yola çıkarak senaryosu yazılan "Malignant" kocasından şiddet gören Maddie'nin gene bir başka arbedeli akşam sonrası kocasını ölü bulup kendisinin de saldırıya uğramasıyla başlıyor. En azından esas karakterimizin hikayesine girişimiz böyle, yoksa intro kısmında filme ismini de veren habisle müşerref oluyoruz biir nevi. Dolayısıyla tam anlamıyla bir whodunnit sayılmaz "Malignant" ama hikayenin anlam çerçevesi de filmin sonuna doğru aşina olduğumuz sürprizle bir hayli ilintili dolayısıyla oraya değinmeden konuyu anlatmak da güç. Ama neticede içine polisiye, kardeş sevgisi, kan bağı, şüpheli bir şekilde düşüp duran bebekler vesaire bir dolu ögenin doluştuğu bol kanlı-kesmeceli bir öykü karşımızdaki.


James Wan kariyerinin ilk dönemlerini düşük bütçelerle geçirse de "Insidious"la bir kez daha kendini kanıtladığından beri belli bir prodüksiyon kalitesinin altına düşmedi. Ama "Malignant"ın girişinden itibaren gerek estetik olarak gerekse de yönetmenlik tercihleri olarak o ilk dönem filmlerine öykünen bir görüntüsü var. "Conjuring" serisiyle kendinden emin bir korku filmi nasıl yapılır dersi vermiş birisi değil de Sam Raimi gibi üstatlara öykünen yeniyetme bir yönetmen sanki kameranın ardındaki, en azından filmin ilk yarısı itibariyle görüntü bu şekil. Gerçi "Malignant" hikayesi itibariyle "Conjuring"lerden ya da "Insidious"lardan, hatta yönetmenin hakkı yenen filmlerinden olan "Dead Silence"dan bile bir hayli farklı. Dolayısıyla da değişik bir anlatım yolunu tercih etmek istemesi çok şaşırtıcı olmasa da bir nebze yadırgama hissiyatı uyandırmıyor da değil.


Sadece korku açısından değil, filme enjekte edilmeye çalışılan müstehzi hava itibariyle de farklı "Malignant". Gerçi yönetmen önceki filmlerine de ara ara komik anlar yerleştirmeyi sevse de buradaki yan karakterlerin çoğu filmin ağır hikayesini bir hayli hafifletecek şekilde de tasarlanmış. Koca oyuncu kadrosunun içinde rolünü ciddiyetle ifa etmek durumunda kalan yegane isim de Maddie'yi canlandıran Annabelle Wallis olmuş ki bu filmin aleyhine işleyen bir nokta. Zaten çok ilginç bir aktris değil, hal böyleyken kızkardeşini oynanyan Maddie Hasson sempatisiyle sahne çalarken Wallis'in yüzünde korku dolu bir ifadeyle hikayeyi ilerleymeye çalışması gerek oyuncu gerekse de film için olumlu bir görüntü oluşturmuyor. Dolayısıyla hikaye twistinin yer aldığı üçüncü perdesine kadar sarkıyor biraz film.


Öte yandan katilin hüviyetini öğrenmemizle birlikte korkuyu bagaja atıp komple aksiyona abanıyor "Malignant" ve burada "Fast Furious" serisinden bir film yönetmiş Wan ile muhatap oluyoruz, prodüksiyon da bütçesini bir nebze belli etme şansı yakalıyor. Hikayenin gudubet karakteri görünüşe bakılırsa John Wick'ten hallice bir tip ve kıvrak figürleriyle ortalığı birbirine katmayı başarıyor ki filmin eğlence katsayısının da arttığı bölümler bunlar. Hikayenin sürprizi çok abandone edici olmasa da büyük ölçüde iyi kamufle edildiği de bir gerçek. Öte yandan bu karakterin doğaüstü becerilerini nasıl edindiği hususunu da çözebilmiş değilim, hikayenin genel yapısı içinde o kısım bir nebze eğreti duruyor.


Son tahlilde yönetmenin en iyi filmlerinden olmasa da son 20-25 dakikasının öncesini kurtardığı bir film "Malignant". Yönetmenin farklı birşeyler denemeye çalıştığı aşikar, belli ölçüde başarı kaydettiği de söylenebilir. Öte yandan yeni bir "Conjuring" bekleyenleri büyük bir hayal kırıklığı bekliyor onu da belirtmeden geçmemek lazım.

Pazartesi, Eylül 13, 2021

Michael Collins (1996) - Neil Jordan


Bayadır izlemek istediğim filmlerden biriydi "Michael Collins". İrlanda tarihine özel bir ilgim olduğunu söyleyemesem de İrlanda-Krallık çatışması ve IRA'nın kuruluşu gibi hadiseler her daim merak uyandırmaya teşne şeyler. Michael Collins de bu sürecin merkezinde yer alan bir kişilik. Birinci Dünya Savaşı dönemindeki kaostan faydalanmak isteyen İrlandalıların gerçekleştirdikleri ve hüsrana uğradıkları ilk kalkışmada kendini hapiste bulan Collins hapisten çıkar çıkmaz başlattığı gerilla faaliyetleriyle İngilizleri canından bezdirip masaya oturmaya ikna etmiş bir nevi. Öte yandan İrlanda'nın siyasi durumu üzerine İngilizlerle vardığı anlaşma, beraber mücadele verdiği arkadaşlarının başını çektiği bir çok İrlandalı tarafından kabul görmeyince ortaya çıkan iç savaş ortamında bu sefer eski silah arkadaşlarına karşı bir nevi Kraliyet adına savaşır bulmuş kendini. Daha fazla kan dökülmesin diye İrlanda Cumhuriyeti prensibinden taviz verdiği bu anlaşma halkın çoğunluğu tarafından kabul görse de kendi sonunu getirmiş ve muhtemelen eski yoldaşlarından biri tarafından pusuya düşürülerek 31 yaşında suikaste kurban gitmiş. Bir hayli trajik bir karakter yani esasında ama kendisini konu edinen filmin aynı ölçüde bir drama kalitesine sahip olduğunu belirtmek zor


Neil Jordan'ın filmi tam olarak yukarıda bahsettiğimiz süreci konu ediniyor ama bu tarihi dönem hakkında birşeyler okumak filmi izlemekten daha eğlenceli. Zaten biraz araştırma yapmaksızın filme dalmanın seyir zevkini azaltacağına şüphem yok zira tarihi arka plan hakkında çok da fikir vermeden paldır küldür konuya giriyor film. Filmlerinin senaryosunu çoğunlukla kendi yazan Jordan süreci kaba hatlarıyla hikayesine yedirmeyi becerse de dramatize etmekte çok başarısız. İyi de prodüksiyon kalitesine sahip film halbuki. Jim Sheridan ile birlikte İrlanda sineması deyince akla gelen ilk isim olan ve özellikle o dönem peşi sıra çektiği "Vampirle Görüşme" ve "Ağlatan Oyun" filmleri sayesinde kariyerinin zirvesinde yer alan yönetmenin bu tarihi kişilik üzerine bir film yapacağını duyunca açmış kesenin ağzını İrlanda resmi mercileri -ki zamanında özellikle İrlanda'da sağlam da gişe yapmış film. Öte yandan üzerinden geçen 25 sene içinde filmin İrlanda haricinde çok da iz bıraktığını söylemek güç zira Jordan bu trajik bir kaderi olan adamın üzerinden bittiğinde seyirciye tesir etmiş bir film çıkarmayı başaramıyor. Garip kurgu tercihleri var, diyaloglar pat diye kesiliyor, hikayenin nefes alacağı yerlerde ani geçişler yapılıyor. Bu filmden sonra bir kez daha idrak ettim ki Liam Neeson'ın 90'lardaki oyunculuğundan hazzetmiyorum. Adam ağır abileri oynamakta dört dörtlük bir aktör ama bu filmdeki gibi heyecanlı çoşkulu karakterlere sıra geldiğinde itici oluyor bir şekilde. Genelde her filmde parlamayı başaran Alan Rickman bile sümsük bir karakteri canlandırdığından mıdır nedir, sönük kalmış. İrlanda aksanı zamanında çok eleştirilmiş Julia Roberts yönetmeni bizzat arayıp filmde yer almak istemiş ve muhtemelen filmin global cazibesi artsın diye filmde yer verilmiş. Aksanına çok da önem vermediğim için performansı bana batmadı ama gereksiz ve kötü anlatılmış bir aşk üçgeninin ortasında betimlenmekten de öte geçemiyor zaten karakteri. Usta aktörler Charles Dance ve Stephen Rea de çok zaman geçirmeden hikayeden çekiliyorlar zaten. Netice de bekleneni veremeyen bir film sevgili okur, mevzubahis döneme özel bir ilgi söz konusu değilse vakit kaybetmeye gerek yok.