Pazartesi, Aralık 26, 2022

Glass Onion: A Knives Out Mystery


Rian Johnson yetenekli bir isim ve her ne kadar ilk işlerine çok vakıf olmasam da "Looper" ve Knives Out"tan birçokları gibi ben de had safhada keyif almıştım. Her ne kadar sonuncusunu izlerken en çok keyif aldığım detaylardan biri olmasa da Daniel Craig'in canlandırdığı Benoit Blanc karakteri ile bir devam filmi çekileceğini duyduğumda ben de bir çok sinemasever gibi heyecanlanmıştım. Öte yandan film başladıktan bir yirmi dakika sonra bu heyecanımın yavaşça sönmeye başladığını hissetmedim desem yalan olur. 


Miles Bron (Edward Norton) isimli bir bilyoner pandeminin göbeğinde yakın arkadaş grubunu ikamet ettiği kendine tahsis edilmiş adasında davet ediyor bir hafta sonu için. Amaç ney? Bir cinayet oyunu oynamak. Kurduğu bu oyun çerçevesinde Miles öldürülecek ve arkadaşları da onun katilini bulmak için iki gün boyunca uğraşacaklar. Arkadaş dediysem, hikaye ilerledikçe öğreniyoruz ki hiçbiri de Miles'a bayılmıyorlar ama kariyerleri ile ilgili hususlardan ötürü hepsi de bir şekilde Miles'a bağımlılar ve bu çaresizlik durumu onları Miles'a içten içe diş bilemeye sevk ediyor. Adaya gelenler arasında hepsinin ortak arkadaşı ve bir nevi grubun kurucusu olduğu halde Miles'la ortaklıkları ters düşünce tüm grup üyelerince mahkeme huzurunda sırtından bıçaklanan Miles'ın eski ortağı Dani ve dünyaca ünlü detektif Benoit Blanc'ın da Miles'dan habersiz şekilde yer alması bu cinayet oyununun çok geçmeden gerçeğe dönüşeceğinin sinyalini veriyor.


Agatha Christie'nin "On Küçük Zenci"sini andıran setupı ile başlangıçta ilgi toplamayı başarsa da çok geçmeden bu hüsnüzanı boşa çıkarıyor "Glass Onion". Kimilerinin Elon Musk'a benzettiği Miles başta gelmek üzere tüm karakterler feci şekilde sıkıcı tipler ve ilk bölümün büyük bir çoğunluğunu dolduran "düzen bozuculuk", "zirvedeki yalnızlık" vs. tiratları dinlerken beynimin şiştiğini hissettim şahsen. İşin kötüsü filmin finali itibariyle bu insanların hakikaten de ne kadar boş beleş olduklarını teyit ediyor bir şekilde film ki bu noktada ben niye hayatımın iki saatini bunları izlemeye harcadım diye düşünüyor insan. Ortadaki gizem de çok zeka gerektiren bir yapıya sahip olmadığı gibi Dani karakterinin filmin macguffini olan peçete nezdindeki eylemleri de mantık sınırlarını zorlayacak saçmalıkta. Hikayenin göbeğindeki fazlasıyla klişe ve keyifsiz twistten sonra oraya kadar izlediğimiz kısımları farklı açılardan tekrar izletiyor bize Johnson, bir orta metraj öyküyü hile hurdayla uzun metraj olarak önümüze koyuyor resmen, onu da tempodan nasipsiz bir şekilde yapıyor. Geriye kalan tek şey fena olmayan oyuncu kadrosunu bir arada izlemek ama orada da Kate Hudson, Kathryn Hahn ve Janelle Monae isimli ıskalar seyir zevkini azaltıyorlar. Madelyn Cline'ın varlığı ve ilk kez izleme şansı bulduğum Leslie Odom Jr. dışında bir şey sunamayan bir hayal kırıklığı maalesef.

Pazartesi, Aralık 19, 2022

Triple Threat (2019) - Jesse V. Johnson


Bu filmi ilk izlediğimde tam bir hayal kırıklığı olduğunu düşünmüştüm. Aradan geçen zaman zarfında direk video piyasasına çekilen bu tarz filmlerin ne kadar düşük bütçelerle ne kadar kısa sürelerle kotarıldığına daha fazla vakıf olunca filme karşı olan hissiyatım değişti açıkçası.


Tiger Chen'in Tony Jaa ve Iko Uwais'le beraber bir projede yer alma isteğinden doğmuş bir yapım "Triple Threat". O zamanlar ismi "Makeshift Squad" olan ve bir ara Chad Stahelski tarafından yönetileceği söylenen proje sonradan ölçek ve isim değiştirip son yıllarda Scott Adkins ile olan işbirliği sağ olsun dtv filmlerinin öne çıkan yönetmenlerinden biri haline gelen Jesse V. Johnson a teslim edilip "Triple Threat" adını almış. Projenin bu ekiple gerçekleşeceğinin haberini alan Scott Adkins de yanına Michael Jai White'ı da alarak son yılların en cool kastlatından birinin oluşmasına yardımcı olmuş. Stahelski'nin bu oyuncu kadrosu ile nasıl bir film ortaya çıkarabileceğini düşünmek eğlenceli olsa da neticede elimizdeki versiyon bu ve nihai ürün ne olursa olsun Tiger Chen'e sırf bu kadroyu bir araya getirmeyi başarması itibariyle bile tebrik etmek lazım, her ne kadar kendisi bir karizma olsa da..


Bir DTV filminden bekleneceği üzere hikaye "Triple Threat"in önceliklerinden biri değil; üç kez falan izlememe rağmen hala Celina Jade'in canlandırdığı zengin kızı niye öldürmek istediklerini hatırlamıyorum mesela. Ama kelimenin tam anlamıyla filmin arzu nesnesi kendisi ve Scott Adkins, Mike Jai White, Jeeja Yanin ve Michael Bisping'den müteşekkil bir paralı asker grubu kızı öldürmek için tutulmuşlar. Bu grubun önceden yollarının kesiştiği ve kazık atıp ölüme terkettikleri Jaa ve Chen de bunları haklamanın derdinde. Bu noktada devreye giren ve gene bu askerler yüzünden eşini toprağa vermiş, intikam peşindeki İko Uwais de her iki grubu kendince idare edip taşları oynatıyor. Sonuçta Jade'in hayatını kurtaran Jaa ve Chen'le Adkins ile tayfası arasında, İko'nun gizli arabulucu olduğu bir kedi fare oyunu başlıyor.  Jaa-Chen-Uwais üçlüsü hala İngilizceyi tam sökebilmiş değiller, özellikle ilk ikisi. O yüzden onları kendi ana dilleri dışındaki sahnelerde izlemek biraz acı veriyor.  Aralarında İngilizcesi en iyi olan ve en cool karaktere sahip olan Uwais'in master of puppets gibi herkesi idare etmesi filmi izlerken çok mantıklı gelmediyse de hepsini bir yere toplayıp Chen ve Jaa ile dikkatlerini dağıttıktan sonra grubu haklaması fena plan değil aslında. Adkins ve White kötü adam kategorisini keyifle dolduruyorlar ve gerek diyalog gerekse de oyunculuk itibariyle onları izlemek çok daha keyifli.


Sonuçta bu filmi şahane oyuncu kadrosu birbirini tekmelesin diye izliyoruz ve film de bu anlamda bekleneni veriyor. Jesse Johnson bu tarz filmler bazında düşünülünce ortalamanın üzerinde bir yönetmen olsa da daha tam anlamıyla kendini geliştirebilmiş bir isim değil, buna rağmen Tim Man'in koreografisi ve hepsi birbirinden iyi kadrosu ile filmin dövüş sahneleri göz doldurmayı  başarıyor. Açılışı Jaa vs Uwais'le yapıp sonradan Uwais vs. Chen ile devam eden dövüş festivali ortalarda daha ziyade klasik silahlı çatışma ve kaçıp kovalamaca aksiyonlarına evrilse de finalde bize -her ne kadar biraz saçma sona erse de- bir adet Uwais vs. Jai White ve Adkins'in hem Jaa hem de Uwais'le kapıştığı başarılı bir dövüş izletiyor. Sırf bu final bile filmi izlemek için yeterli bir neden aslında. Gerçi biraz fazla karanlık bir mekan seçilmiş ama dövüş koreografisi filmin olanakları düşünülünce gayet başarılı bir şekilde hayata geçirilmiş. Adkins ve White finale gelene kadar tekmelerini değil de çenelerini konuşturuyorlar ki yukarıda da belirttiğim gibi bunu da izlemesi keyifli ama gene de öncesinde de ikisinin dövüştüğü bazı sahneler olsa daha iyi olurmuş, özellikle White. Şahsen Uwais gibi üst düzey bir örneğin her dövüşten mağlup ayrılmasını mantıklı bulmadım ama bildiğim kadarıyla son derece alçakgönüllü olan aktör buna çok ses çıkarmamış diye düşünüyorum. Son tahlilde bu kadro çok daha büyük ölçekli bir yapımda bir araya gelmeyi haketse de içinde yaşadığımız dönemde ancak bu kadarı mümkün oluyor ve dövüş filmlerinin hayranları olarak bize bununla yetinmek düşüyor. Meraklısı herkese tavsiye edilir.

Cuma, Aralık 09, 2022

The Night Comes for Us (2018) - Timo Tjahjanto


Gareth Evans bavulunu toplayıp memleketine dönünce Endonezya'da bir "şimdi bizim dövüş filmlerimizi kim çekecek" kaygısı oluştu heralde. O yüzden daha ziyade korku filmleriyle tanınmış Timo Tjahjanto gibi adamlar "ben doldururum o boşluğu" deyip atıldılar piyasaya. Önce "Headshot" ile birlikte ben yaparsam böyle bir şey olur diyen Tjanjanto bu filmle birlikte "kendi" çıtasını yukarı taşımaya çalışmış. Burada "kendi" lafının altını tekrardan çizmek istiyorum


İki "Raid" arasında Gareth Evans'ın da projeye dahliyle gerçekleşmesi beklenen yapım, sonradan bir ara öldü diye duyulmuştu ama galiba Netflix ve "Headshot" sayesinde tekrar aktif hale geldi, tabii Evans olmaksızın. Triadın Endonezya'daki en namlı infazcılarından biri (Joe Taslim) bir gün vicdana gelip aslında öldürmesi gereken bir küçük kızı koruması altına almaya karar verir, ondan sonra amiyane tabirle tüm dünyayı karşısına alır ki bunlardan biri de eski can dostudur (İko Uwais). Hikaye bu. "Headshot"tan sonra bunu izledikten sonra rahatlıkla söylenebilir ki yönetmen için senaryo çok da öncelik değil, hatta hiç değil. Hani iyi kötü işimizi görsün, bizi a'dan b'ye taşısın gibi bir kaygısı da yok. Karakterler giriyor çıkıyor, araya flashbackler falan sokuluyor ama seyirci bunların arasında bir bağlantı kursun, hikayenin bir bütünlüğü olsun, bu adamlar nereden gelmiş, kendilerini nasıl bu noktada bulmuşlar vesaire, bunların bir altını dolduralım gibi şeyleri hiç dert edinmemiş Tjahjanto. Uwais'le Taslim'in bellerinden yukarısı çıplak, tapınak tarzı bir yerde geçen bir sahne var mesela. Burası neresi, yetiştikleri yer mi vesaire, cevap vermeye tenezzül etmiyor film, bir daha da görmüyoruz zaten. "Headshot"ta da böyle hiç bir yere bağlamayan, koyacak yeri herhalde seyircinin bulması istenen alakasız geri dönüşler vardı, aynısının tıpkısı burada da mevcut.


Hikayeyle uğraşmayı zül addeden yönetmen tüm mesaisini dövüşler ve kana vakfetmiş. Daha doğrusu dövüşler esnasında ne kadar kol bacak kırılabilir, muhtelif organları en kanlı biçimde nasıl bedenden ayırabiliriz, bunlar üzerine çalıştırmış hayal gücünü. Yarım saati rahalıkla kesilebilecek 2 saatlik bir filmden bahsediyoruz ve yüzde sekseni bu şekilde ilerliyor. "Raid 2"nin halihazırda abartılı olan kan revan oranının 4'e katlanmış hali "The Night Comes For Us". Yönetmen "benim esas işim korku aslında" demeye çalışır gibi içinde gudubet yaratıklar yerine bol miktarda dövüş sahnesi içeren bir "Evil Dead" yapmaya çalışmış belli ki, niyet bu. Özellikle Taslim ile Uwais arasında gerçekleşen nihai dövüş o kadar vahşi ki normalde gore sahnelerde gözünü ekrandan ayırma ihityacı hissetmeyen ben bile filmi sardırma ihtiyacı hissettim -gerçi bunun sebebi rahatsızlıktan ziyade sıkılmaydı ama, neyse-. Açıkçası burada gördüklerimden sonra  yönetmenin yaptığı korku filmlerine bir göz atma isteğim hasıl oldu. 


Ama iş dövüş filmi yapmaya gelince, orada bir kendini durdurması lazım Tjahjanto'nun, ya da birisi bu adamı durdurmalı. Zira filmdeki dövüşler çok iyi tasarlanmadıkları gibi bitmek bilmiyorlar ve bayıyorlar. İçerdikleri kan revan abartısı da eklenince filmde olan bitene iyice duyarsız hale geliyorsunuz. Taslim bir kasap deposuna giriyor, en az 4-5 kişi var içeride. Hepsinin Taslim tarafından çeşitli kanlı yollarla bertarafını seyrediyoruz ama ne hikmetse herkes Taslim'e saldırmak için sırasını bekliyor. Kalabalık sahnelerin hepsinde durum aynı şekilde. Bunun kabahatini dövüş koreografisinden sorumlu olan Uwais'le Very Tri Yulisman'a yüklemek mantıklı olsa da başka bir yönetmenin elinde daha kifayetli işler çıkaracaklarına da şüphem yok. Zaten oyuncu olarak da filmi sırtında taşıyor denebilir Uwais için zira ne zaman ekranda belirse film bir şaha kalkıyor, -özellikle çinli lezbiyeni patakladığı sahne insanın yağlarını eritiyor-. Filmin ortasında ortaya çıkıp güzelliği ile gene göz kamaştıran Julie Estelle de "TNCFU"yu çekilebilir kılan özelliklerden. Kadronun bir diğer öne çıkan üyesi de beyaz saçlı ölüm makine bir suikastçiyi canlandıran Hannah Al Rashid. Estelle ile Rashid arasınd kavga filmdeki nadir iyi dövüşlerden biri zaten.


Başrolde yer alan Joe Taslim, "Raid"de çok olumlu bir intiba bırakmıştı izleyen herkeste ama buradaki performansına bakarak söyleyebilirim ki yan rollerin oyuncusu, bir filmi sürükleyecek çapa sahip değil maalesef kendisi. "Headshot"ta da yer alan Sunny Pang, burada da karizmatik bir performans sergilemiş ama gene zırt pırt İngilizce konuşmaya başlaması sinir bozuyor. Tıpkı filme dair şeylerin yüzde sekseni gibi. "The Night Comes For Us" ilk çıktığında türün meraklılarınca ilgiyle karşılanmıştı ama ama buraya kadar okuduklarınızdan anlayacağınız üzere ben bu güruhun arasında yer almıyorum. Anlaşılan sessiz azınlığın bir parçası da değilim zira bir ara bir devam filmi söylentisi çıktıysa da arkası gelmedi hiç. Wikipedia'ya bakılırsa yönetmen de korku filmlerine dönüş yapmış. Uwais de son birkaç yıldır safi Hollywood'da takılmaya başladı zaten. Gönül ister ki Endonezya menşeli dövüş filmlerin sonu olmasın bu ama mümkünse başka yönetmenlerin elinden çıkma işler görelim.

Perşembe, Aralık 08, 2022

Enola Holmes 2


Popüler kültüre iyice yerleşmiş bir erkek karakter üzerinden kadın kahraman yaratma akımının en arsız örneklerinden biriydi "Enola Holmes". Yanlış anlaşılmasın, Sarah Conner'lara, Ellen Ripley'lere saygımız sonsuz ama halihazırda erkek kahramanlar üzerine kurulmuş fikri mülklerin popülaritesini kullanıp reformist feminist hikayeler çıkarma gayretini de çok etik bulmuyorum açıkçası. Yapabiliyorsunuz özgün birşeyler koyun ortaya seyredelim. Ya da Charlize Theron'u taklit edin mesela, kadın "Atomic Blonde"dur "Furiosa"dır uğraşıyor en azından.


1888 İngiltere'sinde bir kibrit fabrikası üretim yöntemlerinde bir değişiklik yaparak kızıl fosfordan beyaza geçmeye karar verdi. Fabrika bu sayede baya kara geçse de bu değişiklik aynı zamanda işçilerini birer birer hasta edip telef etmeye başladı. Sanayi devrimine yaraşır bir şekilde fabrika yönetimini bunu göz ardı etmekte bir beis görmedi tabi. Diğer taraftan işçiler için bu bardağı taşıran son damlaydı çünkü üç kuruş para için köle gibi çalıştıkları yetmiyormuş gibi ıvır zıvır hatalar yüzünden fırça yiyip yerine göre para cezası alıyorlardı.


Bu grev hareketini kendisine fon yapıyor "EH2"nin girişinde Enola'nın genç yaşında kendi dedektiflik ajansını kurduğunu öğreniyoruz. Gel gör ki ilk filmde yaşananları Sherlock'un becerisine mal etmekte genel popülasyon. Enola'nın genç bir kızcağız olmasının getirdiği ön yargı da var tabii. Derken bir gün bir kız çocuğu kızkardeşi Sarah'yı bulması için Enola'dan yardım istiyor(Bu Sarah, söz konusu grevin önemli figürlerinden birisi kabul edilen Sarah Chapman'ın ta kendisi). Hemen mevzuya atlayan Enola işe kızkardeşlerin çalıştığı kibrit fabrikasından başlıyor ve çok geçmeden Sarah'nın kayboluşu ile fabrika yönetimi arasında bir ilişki olduğunu idrak ediyor. 


Bu arada tekrar yolunun kesiştiği abisi Sherlock da uğraştığı son davadan yana dertli çünkü hükümet üyelerine şantaj yapan bir şahsı bulamamakta kendisi. Çok geçmeden iki davanın birbiriyle ilintili olduğunu görüyoruz tabii ki (SPOILER!!). Sherlock anlatısının en önemli figürlerinden olan Moriarty, Sherlock'un aradığı kişi. Bu filmler illa ki başat karakterleri cinsiyet değişimine maruz bırakacaklar ya buradaki Moriarty de tabii ki siyahi bir kadına dönüşmüş ama orada da tam bir kasting faciasına imza atmışlar. Neyse, bu Moriarty ile Enola'nın peşinde olduğu fabrika sahipleri arasında bir ilişki var. Fabrikatörün oğlu ile de Sarah arasında. Olay yüksek sosyete düzeyinde geçince ilk filmde tanıdığımız ve burada artık bir konta dönüşmüş olan Tewkesbury de bir şekilde olaya dahil oluyor ve Enola-Sherlock-Tewkesbury üçlüsü mevzunun köküne inmeye çalışıyorlar.


Feminik bir filmden bekleneceği üzere burada da olabildiğince tiksinç bir şekilde portrelenmiş bir erkek karakter filmin esas kötü adam pozisyonunu dolduruyor; David Thewlis tarafından canlandırılan yozlaşmış polis müfettişi Grail. Thewlis'ten çok hoşlanmasam da ağır başlı karakterleri canlandırma noktasında etkili bir aktördür, buradaki gibi kötülük timsali bir karakter içinse uygun bir tercih olmamış bence, fazla abartı ve karikatürize bir oyunculuk sergilemiş. Enola'nın bir noktada kendisini hapishane benzeri bir enstitü'de bulmasında da bu arkadaş etkili bir rol oynuyor. Elinden çok da bir iş gelmeyen Sherlock da çareyi ilk filmde de beliren siyahi obez ninja arkadaştan yardım istemekte buluyor, bu vesileyle bir başka hazzetmediğimiz aktris Helena Bonham Carter'ın anne Holmes da kurtarma operasyonuna dahil oluyor. En ufak bir inandırıcılık gayesi güdülmeksizin birer aksiyon kahramanına dönüştürülen bu iki bacı Enola'yı kurtarmayı başarıyorlar güçlü feminizmleriyle(!).


Bu arada Tewk ile Enola arasındaki yakınlaşma mevzuları da devam ediyor bir yandan ama güçlü bir kadından bekleneceği üzere aklını böyle şeylerle bulandırmak istemiyor Enola, o yüzden elinden geldiğince öteliyor oğlanı. Yani bu kafa yapısındaki bir filmin Enola'yı hetero yapması bile mucize ama aynı zamanda Tewk'ün de bir maskülenlik idolü olmak gibi bir iddiası yok zaten. Oynayan çocuğun bir hayli androjen sıfatı bir yana, oğlanın kıza dansetmeyi, kızın da oğlana dövüşmeyi öğrettiği bir ilişki bunların ki. Filmin bir noktasında Enola "ben ne zaman adam oldun dersem o zaman adam olursun" gibi bir cümle bile kuruyor hatta. İlk öpücük noktasında bile ilk adımı atan Enola oluyor ki Brown'ın senaryoda böyle bir sahne olmamasına rağmen doğaçlama yaparak oğlanı öpmesi sektördeki mahremiyet koordinatörlerinden bir tarafından eleştirildi geçtiğimiz günlerde.


Millie Bobby Brown esasında gerek güzelliği gerekse de oyunculuğu ile filmi izlemek için yegane neden olsa da en nihayetinde sempati duyması hiç de kolay olmayan bir karaktere hayat verdiği de bir gerçek. Film alttan alta "ne kadar güçlü olursan ol, herkesin müttefike ihtiyacı vardır" mesajı vermeye çalışıyor ve Enola bunu gönülsüz gönülsüz kabullenenip gerek Sherlock, gerekse de Tewk ile daha yakın olana kadar Sherlock "sen geri dur" deyince kameraya bakarak triplere girmek gibi bir dolu ukala hareket izlemek zorunda kalıyoruz kendisinden. Cavill'in Sherlock'u da sağolsun namına yaraşır beceriklilikten yoksun olduğu yetmezmiş gibi kasıntı mı kasıntı. Cavill gibi yetenekli bir adam neden böyle bir yorum tercih etmiş anlamak mümkün değil. Oyuncu kadrosunun en parlak isimleri güzelliğiyle kendini belli etmeyi başaran Sarah Chapman rolündeki Hannah Dodd ve woke kasting anlayışının nadir isabetli örneklerinden olsa da olması gerekenden çok daha az sürede ekranda beliren Lestrade rolündeki Adeel Akhtar.


İlk filmi de yazmış olan senarist Jack Thorne esasında gayet kollektif bir hareket olan grev hadisesini Enola'ya bağlansın diye Sarah Chapman merkezli bir olguya dönüştürmüş. Otantik olmasa da bu tarz filmler için olağan bir uygulama. Öte yandan çok sürükleyici bir hikaye anlatımı yakalanamadığı gibi mesaj verip dönemin seksizmini ters yüz etme çılgınlığı ile hikayeyi ikinci plana atma noktasında hiç de imtina etmemiş kendisi yönetmenle birlikte. 
 

Pandemiye denk gelip Netflix'e devredilmeseydi bir devam filmine sahip olacağını hiç zannetmediğim "Enola Holmes" bu filmin finalindeki sürpriz karakter introsuna bakılırsa ikinci bir devam filmine sahip olacak gibi görünüyor. Heyecanla bekliyor olacak mıyız peki,elbette hayır.