Perşembe, Kasım 03, 2011

The Adventures of Tintin: The Secret of the Unicorn

Benim için bu yılın şu ana kadarki en büyük sinema olayı olan Tenten filmini en nihayetinde izleme olanağı bulduk. Tenten çocukluğumuza dair nostaljik bir figür olduğu kadar çizgi roman deyince aklımıza gelen ilk örneklerden. Zira bizim çizgi romana dair ilk deneyimlerimiz Amerika menşeli süper kahramanlardan çok, Tenten, Red Kit, Tommiks gibi Avrupa'dan çıkma çizgi romanlara dayanır. Tenten, dünyanın farklı faraklı köşelerinde Kaptan Hadok, Milu, Profesor Turnösol, Dupont ve Dupont gibi yandaşlarıyla maceradan maceraya atılması ile her zaman kalbimizde özel bir yere sahiptir. Tabi o zamanlar Tenten'in ırkçılığı yada geyliği gibi alt okumalara zihnimiz kapalıydı,bunlara sonradan vakıf olduk ama ben gene de Tenten'i çocukluğumdaki izdüşümüyle yadetmeyi tercih ediyorum.
Marvel ve DC kahramanlarına boğulmuş biçimde yetişen Amerikalılar için fazla aşina bir figür olmasa da Avrupa başı çekmek üzere dünyanın bir çok kesiminde de durum bizde olduğundan farklı değil Tenten'in popülaritesi hususunda. Hal böyleyken Hollywood yapımı, üstelik de böylesine büyük ölçekli bir Tenten filminin yapılması nerden bakarsanız bakın riskli bir proje. Zira ABD gişelerinden nasıl bir sonuç çıkacağını kestirmek güç (zaten bu sebeple ABD'de aralıkta gösterime girecek filmi, 2-3 ay öncesinden Tenten'in anakıtasında gösterime soktular). Bunun gerçekleşmesi için çok güçlü bir ismin filme arka çıkması gerekiyordu, neyse ki bizim şansımıza bir değil iki tane Hollywood devi projeyi hayata geçirdi; Steven Spielberg ve Peter Jackson. Spielberg benim için favori yönetmen de öte bir şey. Kariyerindeki her filmini eşdeğer bulmasam da, hatta bazı filmlerini düpedüz kötü addedsem de kendisi benim için sinema kelimesiyle eşdeğer bir figür. Peter Jackson da sinema ekolü itibariyle Spielberg'in izinden giden, yaşayan en büyük yönetmenlerden birisi. Bu iki efsanenin kanatları altında gerçekleşen bir Tenten filminin beklenti çıtası da bir hayli yüksek oluyor ister istemez.
 
Altın Kıskaçlı Yengeç,Tekboynuzun Esrarı ve Kızıl Korsanın Hazinesi isimli sayılardan uyarlanan filmin senaryosuna, Coupling'le tanınan Steven Moffat imza atmış. Sonrasında üstünden geçen senaristler hanesinde Edgar Wright ve bu yıl Attack the Block filmiyle ses getiren Joe Cornish var. Girizgah kısmını fazla uzun tutmadan hemen maceya dalan film, uyarlandığı materyale layıkıyla yaklaşan ilk film olması hasebiyle, ana karakterlerib ilk kez tanıştıkları hikayelerden uyarlanmış. Böylelikle karakterlerin en azından birbirleriyle olan geçmişlerine tanıklık etmiş oluyoruz ki bu devam filmlerinin gelmesi halinde ideal bir seçim (zaten proje başlangıçta bir üçleme olarak tasarlanmış). Satın aldığı bir maket geminin gizemli kişilerce peşine düşüldüğünü gören Tenten, bu gemiyi bu kadar özel yapan şeyin ne olduğunu keşfe koyuluyor ve neticesinde yolu Kaptan Hadok'la kesişiyor, sonrasında da onun ekseninde gelişen bir entrikanın içine düşüyor.

Live-action yerine animasyonun tercih edilmesi Tenten sözkonusu olduğunda son derece yerinde bir hamle olmuş zira bazı çizgi karakterler çizgi kaldıkları ölçüde makbuller, kanlı canlı bir hale büründüklerinde aynı etkiyi uyandırabilmeleri zor. Bir başka çizgi efsanesi Red Kit gibi Tenten de böyle bir çizgi roman. Bunun yanısıra animasyonda storyboard olarak Tenten'in yaratıcısı Herge'nin çizimlerinin esas alınması, filmi bir nevi "hareketli çizgi roman" hüviyetine büründürmekle kalmıyor, aynı zamanda çizgi romanı okurkanki hissiyatınızı birebir tekrar yaşamanıza olanak sağlıyor. Tabii bu hissiyatın tesisi için bu yeterli değil sadece, hikayenin akışı ve yaklaşımında da çizgi romanın seviyesini tutturabilmek önemli ki bu noktada da Spielberg'ün yönetmenlik becerileri devreye giriyor ve zaten şahane mizansenler yaratmaktaki hünerini, live-action'ın verdiği fiziksel sınırlamaların ortdadan kalkmasıyla resmen konuşturuyor. Bu noktada Kaptan Hadok'un yaşadığı hafıza geri dönüşleri ve deniz savaşı sahnesi, Fas'taki uzun ve şahane bir tek plandan oluşan müthiş kovalamaca sahnesi tam bir zirve noktası. Bu sahneler vesilesiyle ilk kez bu filmde üç boyutlu film izlemenin tadına vardım. Bununla birlikte, animasyon oluşu ve arkasındaki ekibe rağmen filmin bütünü itibariyle doyucu bir üç boyutlu deneyim teşkil ettiğini söylemek zor, bu noktada hala dört dörtlük bir filme rastlayamadık maalesef.
Filme yönelik en büyük kaygılardan biri Robert Zemeckis'in başımıza musallat ettiği mo-cap teknolojisinin tercih edilmiş olmasıydı. Gerçek oyuncuların üstüne bağlı kablolarla nerdeyse her kas hareketini kaydedip animasyona aktarma üzerine kurulu bu teknoloji üstüne şimdiye kadar yapılmış Polar Ekspress, A Christmas Carol gibi filmlere nazaran daha avantajlı bir film Tenten. Zira burda izlediğiniz karakterler halihazırda çizgi, dolayısıyla onların anime versiyonları izleyicide çok da bir yabancılık hissi uyandırmıyorlar. Zemeckis'in filmlerinde başroldeki oyuncunun, Tom Hanks, Gary Oldman ve ya Jim Carrey vs. ürkütücü bir kopyasını seyrediyormuş hissine kapılıyordunuz. Tekinsiz vadi (uncanny valley) teoreminin sınırlarına giren bu durumun temel sebebi bu teknolojiyle karakterlerin gözlerine bir ifade yüklenememesi. Vücuttaki her bir kasın hareketini yakalayabilse de anlaşılan göz kaslarını kaydedemeyen bu teknolojiyle yaratılan karakterler, insan gibi yürüyüp konuşabilseler de insan gibi bakamıyorlar. Dolayısıyla fiziksel özellikleri performans yakalama ile oluşturulmuş, gözleri ise CGI'dan olma garip, melez şekiller izlemek durumunda kalıyoruz bu yöntemle yapılmış filmlerde.
Tenten de, her ne kadar öncüllerinden avantajlı olsa da bu teknolojinin defolarından kendini tümüyle kurtaramamış maalesef. Özellikle yakın çekimlerde karakterlerin ifadesiz gözleri ve suratları dikkat çekiyor,özellikle Tenten'inki. Filmi izlerken bunun yerine bütünüyle bilgisayar animasyonu bir film yapılsaydı daha iyi olmaz mıydı diye düşünmedim değil. Gerçi o zaman Andy Serkis'in Hadok'taki şahane performansına şahit olamazdık heralde, zaten animasyonu en az sırıtan da Hadok. Bu tarz bilgisayar ürünü karakterler üzerinden bir kariyer inşa eden Serkis, bu alanda artık bir ekol haline gelmiş durumda.


Teknolojik zaaflarına rağmen Tenten beklentileri karşılayan bir film olmuş. Spielberg'ün filmogrofisinde üst sıralara girmesi zor ama özgün materyali layıkıyla perdeye aktaran, çizgi romana aşina olmayan insanları da cezbedecek kalitede bir yapım. Özellikle oldukça kıt geçen 2011 yılı düşünüldüğünde çölde vaha niteliğnde bile denebilir. Dileyelim de beklenen gişeyi getirsin ve devam filmleri çekilebilsin zira bu sefer Peter Jackson'ın yönetmenliğinde çekilmesi kesinleşen devam filmi, benim favorilerimden olan Güneşin Tutsakları ve 7 Kristal Küre'den uyarlanacak. Bu malzeme üstüne Jackson'ın neler yapacağını izlemek müthiş bir deneyim olabilir. Şu an tam netleşmiş olmasa da üçüncü filmin de Spielberg ve Jackson'ın ortak yönetmenlğiyle çekileceği gelen söylentiler arasında. Her halükarda önümüzdeki on yıla damgasını vuracak bir sinema olayı ile karşı karşıya olmamız muhtemel.

Salı, Kasım 01, 2011

The Whistleblower

Halihazırda üzerine gerektiği ölçüde eğilinmemiş tarihsel trajedilerden biri olan Bosna Savaşına ilişkin son dönem yapımlarından birisi The Whistleblower. Fakat savaş esnasında değil sonrasında bir zaman dilimi için mesken seçiyor Bosna'yı, ama savaşa yönelik hususiyle batı ülkelerinin başını çektiği küresel aymazlığı düşününce, bu filmin içeriğiyle Bosna trajedisine ilişkin filmler arasında tematik bir bağ olduğu söylenebilir.
İlk yönetmenlik denemesine imza atan Larysa Kondracki'nin elinden çıkma Kanada-Almanya ortak yapımı bu film, Kathryn Bolkovac isimli Bosna'daki barış gücünde görev yapmış eski bir polisin gerçek hikayesinden uyarlanmış. BM ile kontratlı olarak savaş sonrası Bosna'da güvenliği üstlenen DynCorp isimli şirket bünyesinde çalışan birçok güvenlik görevlisinin insan kaçakçılığı ve fuhuş suçuna bulaştığını keşfeden Bolkovac, durumu yetkililere bildirmeye yeltense de böylesi bir skandala şirketin isminin karışmasını istemeyen üst düzey yöneticilerce kontratına son verilmiş. Sonrasında basın yoluyla olayların duyulmasını sağlayan Bolkovac'ın ihbar ettiği birçok görevli, her ne kadar istifa etmek durumunda kalsalar da uluslararası dokunulmazlık statüsünde oldukları için itham edildikleri suçların hiçbirinden yargılanmamışlar. Bu çok bilinmediği ölçüde vurucu öyküyü peliküle aktaran The Whistleblower, öncelikle Bolkovac'ı Bosna'ya gitmeye sevkeden nedenler üstünden filme giriş yapıyor. Kızının velayetini eski kocasına kaybeden Bolkovac'ın onlara yakın bir yere taşınabilmesi için paraya ihtiyacı var ve Bosna işi tam bu noktada devreye giriyor. İlk zamanları bölgenin şartlarına uyum sağlamakla geçiren Bolkovac, fuhuş merkezi olarak kullanılan bir barın rüşvet yoluyla kayırıldığını ve işletmecilerin serbest kaldıklarını görmesi üzerine araştırmalarını derinleştiriyor. İlerleyen zamanlarda, içinde üst düzey BM yöneticilerinin de olduğu uluslararası bağlantıları olan bir örgütlenme olduğunu keşfeden Kathryn, bu şebekenin ağına düşen bir iki kızı kurtarmaya çabalasa da tek başına durumla baş edemiyor, yardım etmeye çalıştığı kızlar da kurtulmaya çalışmanın bedelini çok ağır biçimde ödüyorlar zaten.
Kondracki'nin yönetmenliğinin en takdire şayan tarafı ele aldığı can yakıcı konunun can acıtıcı taraflarını tasvir etmekten çekinmezken bunu çok çiğ bir biçimde göstermekten ziyade ima yoluyla seyirciye aktarma yolunu seçmesi ki bu vesileyle seyircinin içini kaldrımadan rahatsız edici olmayı da başarıyor Whistleblower. Filmdeki bir karakterin tabiriyle "savaşın orospuları" olan talihsiz genç kızların trajik hikayeleri geride bıraktıkları ailelerin üzerinden de anlatılarak dramatik yönü pekiştirilmiş. Öte yandan dokunulmazlık gibi bir kılıfın koruması altına alınan güç ve yetki sahibi bir insanın, eylemlerinin sonuçlarından sorumlu tutulmadığı, güven içinde ve her istediğini yapmakta özgür olduğu bir ortamda neler yapmaya muktedir olduğunun da ibretlik bir örneğini sergiliyor The Whistleblower. Korunmaya muhtaç insanları kollamakla yükümlü BM yetkililerinin, bu insanların ırzına geçmekle kalmayıp aynı zamanda onların pazarlanmasına peşkeş çekerek bu kirli çarktan nemalanmalarını da hikayesinin eksenine yerleştirmeyi başaran yönetmen Kondracki, bu noktada sözünü sakınmayarak politik doğruculuğun konforlu sularına hiç girmiyor ve vicdanlı ve delikanlı bir sanatçı duyarlılığı göstermeyi başarıyor.

Başroldeki Rachel Weisz'e ek olarak kendisi de politik aktivistliğiyle bilinen Vanessa Redgrave (Filistin meselesinde İsrail'e sesini yükseltmeye cesaret eden birkaç insandan biridir), Monica Bellucci, David Strathairn, Nikolaj Nie Kaas, Roxana Condurache ve Anna Anissimova'yı da barındıran uluslararası oyuncu kadrosu da filmin izlenirliğini arttıran etkenlerden. Çeşitli festivallerden ödül toplamış olsa da hakettiği ilgiyi görmemiş bu az bulunur nitelikteki politik sinema örneği, hem ele aldığı konu itibariyle (seks trafiği üstüne çok da sık film yapılmıyor) hem de bu mevzuya yaklaşımıyla görülesi bir çalışma.