Yönetmen kimliğinin yanı sıra sinefilliğiyle de ünlü bir isim Martin Scorsese. Kendi kurduğu ve Hollywood'dan birçok ünlü yönetmenin de yönetim kurulunda yer aldığı Film Foundation derneği 1990 yılından beri birçok klasik filmin restorasyonunu gerçekleştirirken sinema tarihi hakkında bilgilenmek isteyen gençlere verdiği ücretsiz eğitimlerle de biliniyor. Bu çabalarını gene bizzat öncülüğünü yaptığı World Cinema Project ile global düzeye de çekmeyi başaran yönetmen, kendi sinema tarihlerini koruma noktasında Hollywood ile aynı ölçüde imkanlara sahip olmayan ülkelerden nadide sinema örneklerinin restorasyonunun yapılmasına da ön ayak oldu ki bu bahsi geçen yapımlara bir örnek de Metin Erksan'ın klasik filmi "Susuz Yaz". Dolayısıyla karakterlerinden birinin modern sinemanın kurucularından biri olarak kabul edilen Georges Melies olduğu bir hikayeyi anlatmak için Scorsese'den daha münasip bir isim hayal etmek biraz güç.
Yazıp çizdiği resimli çocuk kitaplarıyla tanınan Brian Selznick'in "The Invention of Hugo Cabret" ismindeki eserinden, Scorsese ile daha önce "Aviator"da da çalışmışlığı olan usta yazar John Logan tarafından uyarlanmış bir film "Hugo". Babasını bir yangında kaybetmiş Hugo Cabret'nin (Asa Butterfield) ondan kalan yegane şey olan bir mekanik robotu düzeltmeye çalışırken yolunun Georges Melies (Ben Kingsley) ile torunu Isabelle (Chloe Grace Moretz) vasıtasıyla kesişmesinin hikayesini anlatan film Melies'in hayatından da önemli kesitler sunan bir hikaye.
Yüzyılın başında geniş hayal gücünü yaratıcı biçimlerde peliküle aktarmasıyla bir hayli ün kazamış Melies, birinci dünya savaşı ile birlikte eski popülaritesini kaybederek filmlerini ve stüdyosunu elden çıkarmak zorunda kalmış, ömrünün ilerleyen dönemlerini bu filmde anlatıldığı gibi bir tren istasyonunda oyuncakçı dükkanı işleterek geçirmek durumunda kalmış. Sonrasında filmogrofisine meftun sinemaseverlerin çabalarıyla filmlerine tekrar ulaşılmış ve iade-i itibar yapılmış olsa da eski görkemli günlerini bir daha göremeden vefat etmiş sanatçı.
Filmde birbirine paralel giden iki hikaye var. Bunlardan birisi yukarıda kısaca özetlediğimiz, geçmiş yıllarını büyük bir özlemin yanı sıra aynı ölçüde bir pişmanlıkla da yadedip artık sinema yapamamanın travmasını atlatamayan Melies'in hikayesi. Scorsese'yi projeye çeken en önemli hususun bu hikaye olduğunu varsaymakta bir beis yok zaten Scorsese'nin sinema tarihine olan sevgisi ve yönetmene hürmeti filmin Melies'e odaklandığı noktalarda şaha kalkmasına vesile oluyor.
Öte yandan film babasının ani ölümünü anlamlandırmakta zorlanıp ardında bıraktığı
mekanik robot üzerinden babasının hatırasına ve kendi varlığına anlam
katmaya çalışan Hugo ve ona yardımcı olmaya çalışan Isabelle'in hikayesine geçiş yaptığında aynı başarı düzeyinden bahsetmek çok mümkün olmuyor ne yazık ki. Hikayenin büyük bir çoğunluğunun ismiyle müsemma bu karakter üzerinden ilerlediğini düşününce bu durum filmin izlenilirliği açısından bir sorun teşkil ediyor haliyle.
Yönetmenin başrolünde çocukların olduğu yegane film bu yanılmıyorsam, yıllardır yetişkin hikayeleri anlatmaktan ileri gelen bir durum mudur artık bilemiyorum ama örneğin Melies'le ilgili flashback sahnelerinde yönetmenin çektiği filmlerin kamera arkalarının yeniden canlandırıldığı bölümler ne kadar başarıyla kotarıldıysa kamerasını Hugo'ya çevirdiği noktalarda da bir o kadar yalpalıyor film. Bu kifayetsizlik ikisi de ayrı ayrı yetenekli olan Butterfield ve Moretz'den yavan performanslar alması noktasında da kendisini göstermiş.
Filmin süresinin bir çok yan karakterle doldurulmuş olması da bir handikap, hikayede bir odak sorunu yaratıyor. Sacha Baron Cohen'in (başarıyla) canlandırdığı istasyon polisinin sakat bacağı ve yetimhanede geçen çocukluğu üzerinden yaşadığı travmaları atlatmaya çalışması üzerinden başa gelen felaketleri aşarak hayata anlam katma yönünde bir varoluşçu aroma yedirilmek istenmiş filme ama çok da altı doldurulamamış bunun maalesef. İstasyonun diğer sakinleri de figuratif olmaktan öte gidemiyorlar. Mama Jeanne ve Isabelle de yanlarında durdukları erkeklerden bağımsız bir hikayeleri olmayan, haliyle de mevcudiyetleri sorgulamaya açık karakterler.
Filmin kurgusu da bu noktada bir başka problem. Scorsese'nin emektar kurgucusu Thelma Schoonmaker ile profesyonel birlikteliği kimilerince sinema tarihinin en verimli işbirliklerinden bir tanesi olarak görülse de yönetmenin çoğu filmini izlemiş birisi olarak ben hala verimin bir örneğine şahit olabilmiş değilim, "Hugo" da bunun bir başka örneği. O kadar çok sahne var ki çok daha kısa ve ritmik bir şekilde geçilebilecek, 2 saati aşkın süresi olan filmi en fazla 100 dakikada bitirmek mümkün aslında.
Scorsese'nin gerek bütçe gerek süre konusunda kendini kasmayan yapısı da etkili tabii ki.Yönetmen bu filmle 1930'ların Avrupa'sının Paris'te bir tren garı üzerinden resmini çekme gayreti içine girmiş ve bu noktada hiçbir masraftan kaçınmamış. Büyük ölçüde başarılı da olmuş, bir tarihsellik hissiyatı sinmiş filme. Öte yandan bu durumun bütçenin 180 milyon dolar seviyelerine çıkıp gişede bu miktarın ancak yakalanabilmesi gibi bir yan etkisi de var tabii. Hollywood'un "Avatar" sonrası kapıldığı 3D hastalığına yakalanmaktan kendini alamayan ve post prodüksiyonda dönüşüm yapmak yerine native 3D ile çekim yapma kararı alan yönetmenin bu tercihinin ekibin 3D'ye aşina olmamasından mütevellit filmin uzayan çekim süresinin ve şişen bütçesinin sorumlularından biri olduğu da biliniyor.
Son tahlilde "Hugo", içerilerde bir yerlerde daha rafine ve daha tatlı bir hikayenin yer aldığı ama gereğinden fazla karakter ve ayrıntının arasında biraz boğulan bir film. Aralarında Jude Law, Michael Stuhlbarg ve Christopher Lee'nin de bulunduğu şık bir kasta sahip ve özellikle Kingsley ile Cohen performanslarıyla göz dolduruyorlar, Moretz ve Butterfield da üstatların yanında çok altta kalmamak için ellerindeki materyalin yetersizliklerine rağmen ellerinden geleni ardına koymamışlar. Sinema tarihine ilgisi olan herkesin saygı duruşu niteliğindeki bu filme bir göz atması şart ama gene de bu kusurlarını göz ardı edeceğimiz anlamına gelmiyor tabii ki.