Yönetmen Derick Martini'nin, bu filmde de yer alan Rory Culkin'in başrolünde yer aldığı ilk filmi "Lymelife"ı sevmiştim. Sıradan karakterlerin kendi halindeki yaşamlarından kırıntıları başarıyla anlatan sıcak bir filmdi. Dolayısıyla ikinci filmine karşı belli bir pozitif önyargıyla yaklaştım. Fakat nereden tutsan elinde kalan bir materyalle yönetmenin başarılı bir film ortaya koyabilme potansiyelinin düşüklüğünü görmek çok zor olmadı.
Aile departmanından yana bir hayli talihsiz bir olan Lulu'nun evini terketmeye karar vererek yollara düşmesini konu edinen film, yol boyunca karşılaştığı karakterler ve etkileşimleri üzerinden ilerliyor. İlginç bir şekilde tanıştığı kişilerin her biri ile anında bağ kurmayı başaran karakterimiz belli bir noktada bunların hiç birinin sağlam ayakkabı olmadığını anlamasına rağmen anlaşılmaz bir şekilde gene de bunlarla takılmaya devam ediyor ve kendini olmadık pozisyonlarda bulmayı başarıyor.
Aile departmanından yana bir hayli talihsiz bir olan Lulu'nun evini terketmeye karar vererek yollara düşmesini konu edinen film, yol boyunca karşılaştığı karakterler ve etkileşimleri üzerinden ilerliyor. İlginç bir şekilde tanıştığı kişilerin her biri ile anında bağ kurmayı başaran karakterimiz belli bir noktada bunların hiç birinin sağlam ayakkabı olmadığını anlamasına rağmen anlaşılmaz bir şekilde gene de bunlarla takılmaya devam ediyor ve kendini olmadık pozisyonlarda bulmayı başarıyor.
Grafik bir sahne içermese de orta yaşlı bir adamın zihninden fırlamış gibi duran filmin Andrea Portes ismindeki bir bayanın kendi yaşamından otobiyografik öğeler taşıyan, çok satanlar listesine girmeyi başarmış romanından kendisi tarafından uyarladığını öğrenmek şaşırtıcı. Gene de 13 yaşında bir kızın finale doğru kendini bir yatağa bağlı bulduğu
filmin izleyici kitlesi olarak kimi hedeflediği sorusunu sormadan
edemiyor insan. Hele o dönem "Kick-Ass" ile yıldızı parlamış Chloe Moretz bu role nasıl ikna edildi diye düşünürken filmin yapımcıları aradında aile bireylerini görmek daha da ilginç. Her halde oyunculuk gücünü gösterebileceği bir proje olarak düşünüp destek verdiler ki çok yanlış bir varsayım da sayılmaz çünkü hakikaten rolünün hakkını vererek büyülmüş de küçülmüş kız çocuğu rollerinin en iyilerinden birini sergiliyor. Gene de bu durum filmi kurtarmaya yetmiyor tabii ki.
Hani fazla özgür takılmanın zararlarına dair ibretlik bir hikaye anlatma gibi bir derdi mi var deseniz hayır, fonda çalıp duran Bob Dylan tınılarıyla fazla light bir tarzı var filmin. Başroldeki karakterin de zaten içine düştüğü, kimi trajik olan durumlara verdiği tepkiler de ya fazla naif ya da olması gerekenden bir hayli fazla derecede duyarsız. Eddie Reymayne ve Blake Lively'nin başını çektiği yardımcı oyuncu kadrosunun performansı oradan oraya savruluyor çünkü karakterleri savruk. Muhtemelen roman formatında daha iyi işleyen bir hikaye bu, karakterlerin nereden gelip nereye gittikleri, aldıkları kararlara yön veren geçmiş deneyimlerinin ne olduğuna dair daha net fikirler edinmek belki bir roman uzunluğu içinde mümkün. Belki de değil,bilmiyorum romanı okumadığım için. Ama her halükarda hem Martini'nin yönetiminin hem de Portes'in senaryosunun bu alanda sınıfta kaldığı kesin.