Perşembe, Kasım 24, 2022

Furious 7 (2015) - James Wan


20 yıl önce başlamasına rağmen zirvesine 5.filmiyle ulaşıp son 10 yıldır da devrilmedik gişe bırakmayan bir seri olarak birçok açıdan yakınen incelemeye değer bir franchise "F&F". Gene de istediği kadar para basıyor olsun, hala "Fast Five"dan öte şöyle dört başı mamur bir film ortaya çıkarabilmiş değiller. Bir de bu film var tabii, "Furious 7".


"Fast&Furious" filmleri içinde bir çok açıdan dönüm noktası teşkil ediyor "F7" ve bunların en başında da Paul Walker'ın çekimler sürerken hayatını kaybetmesi geliyor tabii. Her ne kadar rahmetlinin kariyerinde bu filmler dışında çok da kaydadeğer bir şey yoktuysa da beklenmedik bir şekilde genç sayılabilecek bir yaşta hayata veda etmesi ister istemez tüm sinemaseverlerde bir şok etkisi yaratmıştı zamanında. Aktörün son performansını izlerken aynı zamanda bir nevi kendisiyle vedalaşma şansı verebilmesi itibariyle de ilginç bir yeri var zaten bu filmin.


Diğer önemli husus seriyi el emeği göz nuru ile besleyip büyüten yönetmen Justin Lin'in bana müsaade deyip bayrağı James Wan'a teslim etmesiydi. Hoş, Lin sonradan yakasını kurtaramayıp tekrar geri dönmek durumunda kalsa da "F7" çerçevesinde Wan gibi bir ismin seriye ne tarz bir yenilik katabileceği merak konusuydu.


Üçüncü önemli dönüm noktası da oyuncu kadrosuna Statham'ın eklenmesiydi tabii ki. Diesel ve Johnson gibi iki kelin arasına Stath'in de eklenmesi nereden bakarsanız bakın büyük bir olay ve film de intro olarak kardeşinin yattığı hastaneyi savaş alanına çeviren bir deccal müsveddesi ambalajıyla tanıştırıyor bizi Deckard Shaw'la. Geçmiş filmler düşünüldüğünde akılda kalıcı kötü karakterler çıkaramamış, antagonist olarak hikayeye soktuğu Luke "The Rock" Hobbs karakterini de müttefike dönüştürmeyi seçmiş serinin ihtiyaç duyduğu kötü adam profilini en sonunda bulduğu hissini geçirmeye başlıyor "F7" başlar başlamaz.


Beklentileri pompalayan hususlar böyleydi ama nihai ürüne nasıl yansıdı orası ayrı bir husus tabii. Bu filmlerde hikaye artık filmin üzerine kurulduğu temelden ziyade üzerine çöken bir yük gibi, bir sonraki aksiyon sekansına geçerkenki boşlukları doldurmak için varlar sadece. Shaw, bir önceki filmin kötüsü Luke Evans'ın biraderi ve kardeşinin öcünü almaya yeminli, film boyunca Toretto (Diesel) ve ahfadına hayatı dar etmek için nereye gitseler anında tepelerine bitiyor, bi yerlerine çip neyin mi takmış, nasıl oluyor da hep enselerinde kalmayı başarıyor hiç bilmiyoruz. İngiliz istihbaratının bile yaka silktiği, derin mi derin bir tip olduğunu öğreniyoruz Hobbs'tan, bu minvalde boşlukları doldurmamız bekleniyor bizden herhalde. Aradan geçen bunca zaman zarfında şunu söylemek mümkün ki karakterin ve Stath'in serideki potansiyeli bundan sonraki "F8" ve "Hobbs & Shaw"da daha iyi değerlendirildi zira Shaw burada çok düz bir karakter, bayıyor artık bir noktadan sonra. Üstelik filme oturunca beklentisine girdiğiniz bir keltoşlar standoff'u beklentimiz de karşılanmıyor. Filmin başlarında yer alan ve en iyi sahnesi olan Hobbs vs. Shaw'dan sonra Hobbs yaralandığı gerekçesiyle hikayeden çekiliyor ve finale kadar da belirmiyor tekrar. "Hercules"le çekimler çakıştığı için Johnson'ın filme ayırabildiği süre kısıtlı olmuş ama gene de gönül üç kelin bir arada olduğu bir sahne görmek istiyor. Johnson'ın da Diesel'la medeni bir ilişki yürütebildiği son film de bu oldu zaten, artık hollywood tarihine geçen takışmaları da bir sonraki filmin çekimleri esnasında olmuştu zira.


Hikayenin işlevsizliğinden yukarıda dem vurmuştuk, biraz daha açmak lazım; işlevsizden ziyade bayıcı çünkü. Vin Diesel'in her yeni "FF" filmiyle büyüyen egosu oynadığı karakteri de köpürtüyor, şişindikçe şişinen, ağzından "familia"dan başka laf çıkmayan, ne yaparsa yapsın burnu bile kanamayan, her daim cool ve soğukkanlı görünücem diye kapkasıntı bir tip haline gelmiş bir karakter Dominic Toretto. Hele izlemesi her daim işkence olan Michelle Rodriguez'le olan romantik olmaya yeltenen sahneleri tümüyle evlerden ırak, ben hayatımda bu denli kimya uyuşmazlığından muzdarip bir çift daha görmedim. 
 

Familianın diğer elemanları da hiç bir seyir zevki vaadetmiyorlar, özellikle Tyrese Gibson ile Ludacris'in üzerine bindirilen komik olma yükü senaryonun mizahtan nasipsizliği sağolsun güldürmek şöyle dursun, acınası bir hal alıyor. Bir noktada hikayeye dahlolan Kurt Russell her daim sevdiğimiz bir üstat ama karakterinin gördüğü en önemli işlev dünün kenar mahalle araba hırsızlarını süper ajana dönüştürmek oluyor. Nasıl işse usta ajanların beceremediği işleri yapabilecek bir potansiyele sahip bu ekip, bu vesileyle CIA uçağından paraşütle araba da bırakıyorlar, Dubai'ye gidip en lüks arabalarda en lüks otellerde fink de atabiliyorlar.

 
Peki filmin hiç mi doğru yaptığı bir şey yok? Var elbette. Ne zaman ki insanlar susup arabalar konuşmaya başlıyor, o noktalarda film şaha kalkıyor. Bu noktada James Wan'in Hobbs-Shaw kavgasında etkin kullanılan bir dönen kamera hareketi dışında seriye görsel olarak bir şey katabildiğini söylemek güç, Justin Lin'in izinden gitmiş genel olarak. İyi de olmuş çünkü aksiyon sahneleri artık işini bilen bir ekibin elinden çıkma olduklarını belli ediyorlar (özellikle yukarda değindiğimiz dövüş sahnesi), her ne kadar inandırıcılık gibi bir gayeyi umursamasalar da. Tony Jaa ilk Hollywood deneyimini rahmetli Walker'la tepişerek geçiriyor iki ayrı sahnede. İlki çok başarılı olmasa da ikincisinde çevikliğini gösterme şansı yakalıyor ve tam bizi Walker'in hiç bir ahval ve şerait altında Jaa'yı alt edemeyeceğine ikna etmek üzereyken hile hurda bir vesileyle hakkın rahmetine kavuşuyor. Geriye kalan da Nathalie Emmanuel'in tatlı aksanı ve güzel kıvrımları oluyor.