Zavallı Digiturk'ün kalleş bikaç blogger sebebiyle kar marjında yaşadığı devasa düşüşün(!) neticesinde blogspota bu haftadan itibaren sansür uygulanmaya başlaması ve akabinde yaşanan şaşkalozluk, oscarlara ilişkin bu yazının gecikmesine sebep oldu. Hoş, yazmaya ne kadar değer bi hadisedir o da tartışılır ama gene de snobluk yapmayım, bi iki kelam edeyim dedim.
En iyi filmden başlayalım. Bi önceki ödül töreninde başlatılan 10 aday film uygulamasıyla birlikte artık Chris Nolan filmleri de bu gruba girmeyi başardı, görünüşe bakılırsa Pixar'a da her yıl bir filmlik kontenjan ayrılacakmış gibi duruyor... Aday listesi, geride bıraktığımız yılın eleştirel anlamda en çok alkış almış filmlerinden oluşuyordu ve bu yığın içinde kalite itibariyle açık ara önde olan Inception'ın bir oscar klasiği olarak ödüle layık görülmeyeceği aşikardı. Black Swan ve Social Network'ü başarısız bulmamakla beraber fazla abartılan filmler olduğundan daha önce dem vurmuştuk. Winter's Bone'u da bu kategoriye dahil edebiliriz. Şahsen merakla beklediğim projelerden olan 127 Hours ise bekleneni vermekten uzaktı. Aron Ralston üzerinden bir modernite eleştirisine soyunan ve belli ölçüde başarılı da olan 127 Hours, yönetmen Danny Boyle'un kağıt üzerinde son derece etkileyici olan hikayeyi fazla stililize bir yönetmenlikle peliküle aktarmayı yeğlemesi neticesinde bekleneni veremiyordu. The Fighter ve King's Speech adaylar içinde nitelik olarak öne çıkan iki örnekti, her ikisi de izlemesi keyifli yapımlardı. King's Speech'in konusu itibariyle tam oscarın ağzına layık bir film olması, ödülü kapmasını doğal bir netice haline getirmiş. True Grit ve Kids Are All Right'ı izlemediğim için haklarında atıp tutamıycam ama Toy Story 3'ün geçen yılın en iyi filmlerinden biri olarak algılanması tam bir fecaat.
En iyi yönetmen kategorisi Chris Nolan'ın aday gösterilmemesiyle daha tören öncesi bir skandala dönüşmüştü, ödülü Tom Hooper'a vererek iyice sıvamış oldular. King Speech iyi film, ama bu özelliğe sahip olmasında yönetmenliğin payı son derece düşük. Hooper'ın yönetmen olarak varlığını hiç bir şekilde hissettiremediği, son derece klasik çekilmiş film tamamiyle senaryosundan ve oyuncularından güç alıyor. Bari kendi kişiliklerini bir şekilde filmlerine yanıstmayı beceren Fincher,Aranofsky ya da Russell üçlüsünden birini ödüllendirselerdi gene affedilebilirlerdi ama bu hareketleriyle cürümlerine bi yenisini daha eklemiş oldu akademi.
En iyi aktör ve aktrist ödüllerinde şaşırtıcı bişey olmadı, gerek Portman gerek Firth rakiplerinden bariz daha öndeydiler. En iyi yardımcı aktör ödülleri de aslında böyleydi ama her ne kadar Bale'in Fighter'daki performansına dil uzatmak mümkün olmasa da Geoffrey Rush ve Jeremy Renner da gayet başarılı iş çıkarmış iki adaydı. Benim asıl gönlümden geçen isimse Winter's Bone'daki amca karakterinde son derece doğal ve bir o kadar etkileyici olmayı başarmış John Hawkes'tu ama Bale'in karşısında şansı çok yüksek değildi tabi, farkedip aday göstermiş olmaları bile bir başarı aslında. Her oynadığı filmde sinir bozucu uyuz birini, her zaman aynı uyuzluk ve sinir bozuculukla canlandırmayı beceren Melissa Leo'ya ödül verilmesi de törene dair eksilerden biri oldu, ama tabii bundan daha kötüsü de olabilirdi. Merly Streep'i 33.kez aday gösterip ödüllendirebilirlerdi mesela. Adaylar arasında Streep'in ismine rastlamamak bu yılın en büyük sürprizlerinden biriydi ama sonra baktım, geçen yıl film çevirmemiş kadın, yoksa kesin yeri hazırdı.
Bari en iyi orjinal senaryo da Inception görmezden gelinmez diye umuyorduk ama tabi bu da boş çıktı. King's Speech'in senaryosunu başarısız bulduğum falan yok ama insaf arkadaş, kaç kere böyle orjinal hikayelerle karşılaşılıyo ki, hadi Dark Knight'ta yediniz bu boku bari burda yapmayın...
Bahsini etmeye değer bir diğer kategori de en iyi müzik adaylarıydı. Öncelikle geçen yılın en iyi film müziklerine Tron Legacy ile Daft Punk imza atmıştı, ama gene de akademi bunu da görmezden gelmeyi becerdi. Social Network'un Trent 'Nine Inch Nails' Reznor imzalı müzikleri baya beğeni toplamıştı, filme de çok uyan mzüiklerdi ama bağımsız dinlendiğinde -A Familiar Taste ismi verilmiş şahane beste haricinde- hiç de keyif veren bir çalışma değil. Bourne filmlerinin bestecisi John Powell da How To Train Your Dragon'da gayda sesinin ağır bastığı kimi bestelerini ayrı tutarsak son derece klişe bir iş çıkarmıştı. Film müziklerinin efsane ismi Hans Zimmer, Inception ile bu kategorinin de yüz akıydı gene. Kendi filmogrofisi içinde Inception'ın müzikleri çok üst sıralarda yer alamaz ama Old Souls, 528491, Mombassa ve özellikle Time şahane çalışmalar, bi kere daha önünde saygıyla eğiliyoruz...