Cuma, Temmuz 15, 2022

Hududların Kanunu (1966) - Ömer Lütfi Akad


Criterion'un el attığı nadir Türk filmlerinden biri olma özelliğine sahip olan "Hududların Kanunu" başlamadan evvel ekranda bir yazıyla karşılaşıyoruz, filmin kopyalarının ne kadar zor ulaşıldığı ve ulaşıldıklarında ne kadar kötü durumda olduklarından dem vuran. Filmi izlerken sergilenen mücadeleyi de görebiliyorsunuz zaten, sahneler kopuk, zaman atlamaları vesaire... Uluslararası camiada ses getirmeyi başarabilmiş film sayısının iki elin parmağını geçmediği ülkede o filmlerden birinin yegane kopyasını da anasını ...kmeden teslim etmek mümkün olmamış ejnebi sinemaseverlere. Memleketteki sinema sanatına saygıyı daha iyi özetleyen bir durum olamaz herhalde.


Bayadır izlemek istediğim halde yeni imkan bulduğum "Hududların Kanunu" ahalisi kaçakçılıkla hemhal olan bir sınır köyünde geçiyor çoğunluklu olarak. Atilla Ergün'ün canlandırdığı bölgeye yeni atanan komutan bunun önüne geçmeye kararlı ama hem kaçakçılar hem de malını kaçıranlar için karlı bir iş alanı bu kaçakçılık, bu yüzden tehlikelerine rağmen göze alıyor herkes. Bir tek Hıdır (Yılmaz Güney) çocuğuna iyi bir gelecek sağlayabilecek daha iyi bir imkanı olsa bu işi yapmaya yeltenmeyecek bir karakter ki komutanın üzerine oynadığı ilk adam da o oluyor zaten. Köylülerin öğretmen askere ihbar eder diye yapımına karşı çıktıkları okulun açılması Hıdır'ın sayesinde oluyor. Kaçakçılık yerine tarım yapın diyor komutan, toprak değil kum burası diyor Hıdır, yegane ekilebilir yerler ağanın. Hıdır'ın kaçakçı arkadaşları tarlanın yorucu işleriyle uğraşmaktansa sınırı geçmeyi tercih ediyor olsalar da Hıdır kelle koltukta yaşamaktan bıkmış, Komutan ağayı ikna edince canla başla sarılıyor ekinine. Ağanın başka planları var tabi, ne kaçakçılık işini boşlamak ne de toprağını bu çulsuzlara yedirmek niyetinde. Neticede Hıdır'ın çiftçilik hayalleri suya düşmekle kalmadığı gibi yakın arkadaşı da kollarında can veriyor, bundan sorumlu olanların kanlarını eline bulamasıyla sonuçlanacak olaylar sinsilesi de böylece başlamış oluyor.


Merkezinde insanlardan çok toprağın olduğu bir hikaye bu; toprak kendilerini beslemeyince, besleyecek topraklar da güç sahibinin tekelinde olunca, hayatlarını kazanmak için kaçakçılık gibi iş kollarına başvuruyor, alenen belirtilmese de alenen Kürt olan bu insanlar. Toprağa gömülü mayınlar üzerinde canlarını tehlikeye atıp gene o topraklar üzerinde son nefeslerini veriyorlar Olaya at gözlüğüyle bakan devlet, usülsüz addeddiği bu eylemin başını ezmekle ilgilenirken altta yatan nedenleri sorgulamamış bile. Bunu yapar gibi görünen Komutan bile ağanın bahşettiği bu topraklara tekrar hallenmesinin önüne geçecek adımlar atmaktan aciz, hal böyle olunca çok geçmeden eski tas eski hamama dönüyor işler, üstelik birçok insan da canından oluyor. Devletin buna verdiği cevap da gene aynı dar bakıştan muzdarip, kan dökenleri ya yakala ya telef et, köyden yaşayanları yerlerinden yurtlarından edip batıya sür. Ondan sonra da kontrolsüz göçten yakın.


Aslında kaçakçılık işleriyle bilfiil hemhal olan devlet görevlilerinin de yer alması gereken bir hikaye bu ama muhtemelen hem dönemin sansür kurulu, hem de filmcilerin belki de kendi eğilimleri bir araya gelince devletin yüzünün iyi niyetli askerler ve öğretmenle temsil edildiği bir hikaye oluyor izlediğimiz. Lütfi Akad'ın "Işıkla Karanlık Arasında" isimli kitabından öğrendiğimize göre Yılmaz Güney'in Akad'a getirdiği senaryo bir yandan kaçakçılık yapıp bir yandan da yörenin kadınlarının gönlünü çalan bir karakterin merkezinde olduğu bir çeşit avantür film senaryosuymuş. Yönetmen kendi gözlemleri, yöre insanıyla etkileşimleri ve entellektüel birikimiyle senaryoyu son haline getirmiş. O zamanlar henüz sonraki yıllarda edineceği "sosyal içerikli filmci" titrinden uzak, sadece serüven filmlerin aranan jönü olmasıyla bilinen Güney'in "Umut"la başlayan sürecine giden yolun açılmasına vesile olan filmlerden birisi bu belki de. Döneminin sineması düşünülünce - Güney'in yanı sıra Erol Taş, Tuncel Kurtiz, Tuncer Necmioğlu, Muharrem Gürses, Aydemir Akbaş, Danyal Topatan, Pervin Par ve Sırrı Elitaş'ın başını çektiği iyi kadrosunun da katkısıyla- hakikaten ilgiye mazhar bir çalışma, en azından içerik itibariyle. Öte yandan iyi bakılmamış olmasının da etkisiyle görsel açıdan eskimiş bir yapım karşımızdaki. Senaryonun üçüncü perde itibariyle biraz olayları geçiştirir bir hale bürünmesi de olmamış pek, yani ağayı ve sağ kolunu halletmek bu kadar kolaydı, niye bu vakte kadar beklendi diye düşünüyor insan izlerken, ağa karakterinin önü arkası pek doldurulamamış. Final boss olarak karşımıza çıkan Erol Taş'ın karakterinin de filmin ilk 20 ve son 20 dakikasında belirip orta bölümde hiç görünmüyor oluşu da eğreti duruyor. Gene de izleyip izlettirmeli ki memleket sinema tarihi hakkında bilgi edinilsin.