Josh Radnor'la Zach Braff'in kariyer gidişatları birbirine benziyor. İkisi de artık klasik olmuş sitcomlarla ünlü oldular, sonrasında da yönetmenliğe merak salıp 2-3 filme imza attılar ve kariyerlerine daha ziyade televizyonda devam etmekteler, her ne kadar yaptıkları işler çok tutmadan sona erse de. Braff'ın "Garden State"i 2000'ler indie sineması deyince akla gelen ilk filmlerden biri, o nedenle Radnor'a nispetle bir tık daha başarılı kabul edilebilir. Ama bu gene de Radnor'ın bir yönetmen olarak vasıfsız olduğu anlamına gelmiyor.
Yönetmenin ikinci filmi olan "Liberal Arts" 30'larının ortasındaki bir adamın eski bir hocasının daveti üzerine mezun olduğu üniversiteyi ziyaretiyle başlıyor. İşinden en ufak bir tatminiyeti olmayan bir orta yaş mensubu insan olarak üniversite yıllarını, o yılların çağrıştırdığı özgürlük ve umut hissini kafasında bir hayli romantize eden kahramanımız kampüse dönünce bu hisleri tavam yapıyor. Öğrenci kızlardan biri olan Zibby ile tanışıp yakınlaşmaları ise bunun üzerine tuz biber ekiyor haliyle.
Çıkış noktası ve ele aldığı temalar itibariyle anlamlı bir film "Liberal Arts". 30'lu yaşlarla birlikte gelen gezegendeki zamanımızın azaldığı duygusu, bu kısıtlı süredeki yegane hayatımızı anlamlı yaşayıp yaşamadığımızın sorusunun verdiği huzursuzluk birçoklarımızda olduğu Radnor'ın canlandırdığı Jesse karakterinde de bir geçmişe özlem hissi uyandırıyor. Bu hissin en malum hedef noktası genelde üniversite yılları, çünkü bir çok insan için en özgür ve seçenek sahibi olduğu zaman dilimini bu süreç oluşturur. Büyümeyi beceremeyen, yetişkin hayata adaptasyonda sıkıntı yaşayan, hayattan daha başka şeyler bekleyen, bu bunalımını kitapların güvenli dünyasına sarılarak atlatmaya çalışan Jesse için bu nostalji turu aynı zamanda yetişkinliğe geçiş aşamasında bir itici güç hüviyetini de alıyor.
Elizabeth Olsen'ın canlandırdığı, akranlarından daha olgun Zibby ile olan yakınlaşmaları, aralarındaki yaş farkı üzerinden Jesse'yi kendisiyle yüzleşmeye zorluyor. İçindeki genci geride bırakamaması ona bir genç gibi umarsızca, sonuçları çok da önemsemede hareket etme özgürlüğü verir mi? Eğer öyleyse Zibby ile ilişkisinde anormal bir şey yok. Öte yandan 35 yaşında bir adamın 19 yaşında bir kızla takılmasını kendine de izah etmekte zorlandığı bir hayli açık. Üstelik, filmin bir noktasında karakterler tarafından da ifade edildiği üzere, Zibby gençliği ifade ettiği için Jesse'nin ilgisini çekerken Zibby için Jesse'yi ilginç kılan olgunluğu; eğer aynı dönem öğrenci olsalardı birbirleri için bir anlam ifade etmeyeceklerdi. Bu durumların idrakine yavaş yavaş varan Jesse'nin Zibby'nin Twilight okumasını bahane ederek ilişkiyi baltalama çabası da anlamlı hale geliyor bu durumda.
Hayatın bir sonraki aşamasına geçememe teması Richard Jenkins'in canlandırdığı üniversite hocası üzerinden de verilmeye çalışılıyor. Kimse yaşlanıp eskimek istemiyor ama kaçınılmaz bir şekilde hepimiz çürüyoruz. Kimisi buna depressif tepkiler verirken Alison Janney'nin canlandırdığı karakter gibileri de daha kinik hale gelerek adapte olmaya çalışıyorlar. Üniversiteye uyumda zorlanan Dean karakteri de bir nebze bu döngüye eklemlenebilir. Bu hikayenin içinde, her ne kadar izlemesi keyifli olsa da en eğreti duran da zen aforizmalar savurarak Jesse'yi aydınlatan Nat (Zac Efron) karakteri oluyor. Olgunlaşma üzerine bir hikayede hippie felsefesini anımsatan söylemler çok da oturmuyor.
Radnor Woody Allen'a olan hayranlığını gizlemeyen bir isim, filmi de onun sinemasını andırmaktan, bir nevi saygı duruşunda bulunmaktan geri durmuyor. Bunda başarılı da gayet; görsel açıdan mütevazi, diyaloglarına ve oyuncularına yaslanan bir filme imza atmış. Her iki hususta da ortalamanın üzerinde; bir derdi olan ve bunu ifadede zorlanmayan bir film, aynı zamanda iyi de oynanmış. Radnor her zaman izlemesi keyifli bir aktör ama filmi taşıyan enerjisiyle Elizabeth Olsen olmuş, kısıtlı görünse de Efron da gayet iyi. Tam anlamıyla hedefi 12'den vurduğunu söylemek zor filmin, bittiğinde bir eksiklik tadı bırakıyor ağızda ama gene de saygın ve keyif veren bir deneyim sunuyor izleyicisine. Üstelik hem üniversite yıllarını hem de okuma düşkünlüğünü hikayesinin orta göbeğine yerleştiren film sayısı bir hayli azdır muhtemelen, sırf bu sebepten bile izlenebilir.