Pazar, Ocak 13, 2019

Suspiria


Orjinal "Suspiria"yı izleyeli yıllar yıllar oldu ve filme dair aklımda kalan yegane şey izledikten sonra çok da beğenmemiş oluşum. Luca Guadagnino'nun filmografisine de en ufak aşinalığım yok. Dolayısıyla çok da beğenmediğim bir filmin bilmediğim bir yönetmence yapılmış yeniden çevrimini izlemem için bir neden de yok esasında. Öte yandan korku janrıyla ilişkisi olmamış bir yönetmenin iyi kötü bu türün beğenilen örnekleri arasında kabul edilen bir filmi yeniden yorumlamasının belli bir cazibesi de yok değil.

 
1977 yılının Berlin'inde, dönemin bir hayli politize olmuş şiddet dolu atmosferini fon alarak başlayan film Chloe Grace Moretz'in canlandırdığı Patricia'nın bir psikoterapistin karşısına geçip etkileyici sayılabilecek bir performanla üyesi olduğu dans okulundaki hocaların cadı olduklarını izah etmesiyle açılıyor film. Drew Barrymoore'un "Scream" introsu olarak kullanılmasını hatırlatan bu sekansın ardından Moretz'i uzunca bir süre görmüyoruz filmde. Burdaki uzunca kelimesi de lafın gelişi değil, hakikaten uzun film, 2 buçuk saat. Tek seferde oturup bitirmek için irade talep eden bir yapım. 


Sonrasında bahsi geçen okula kaydolmak için ABD'lerden gelmiş esas kızımız Susie'ye (Dakota Johnson) çevriliyor kameramız.  Yetenekleriyle hemen okulun koreografı Blanc'ın (Tilda Swinton) dikkatini çekmeyi başaran Susie hızlıca yükselerek yakında sahnelenecek gösteride başrolü kapmayı başarıyor. Arada yukarıda bahsi geçen Patricia'nın ortalıktan kaybolmasının peşine düşme cesareti gösteren iki ayrı öğrencinin çok da iç açıcı olmayan sonlarını temaşa etme şansı veriyor film. Bunlardan biri, filme dair yayımlanan ilk klip olan ve hemen ses getirmeyi başaran dans sahnesi ki hakikaten hazmı zor bir sahne ama devamı yok. Filmin geri kalanında aynı şok edicilik düzeyi korunsaymış hikaye boyunca yaratılmaya çalışılan tekinsizlik ortamının en azından altı doldurulmuş olurmuş zira daha ilk dakikalarda cadılık boyutunu seyirciye ifşa etmekte beis görmeyen bir yapımın gizem yaratmayla çok da ilgilenmediği aşikar.

 
Film seçtiği dönem ve şehrin çağrıştırdıkları başta gelmek üzere kadınlar arası dayanışma ve husumet hissiyatı üzerine bir çok şey söylemeye çalışıyor ama ne derece anlaşılır mahiyette bunlar, orası tartışmalı. Zaten filmdeki yegane erkek karakter psikatrist, onu da Tilda Swinton canlandırmış -ki onu da başta yalanladılar, sahte imdb hesapları yaratıldı falan, bir dolu gereksiz soytarılık-. Artık gına gelmeye başlayan kadın dayanışması filmlerinin yanında mevzu güç oldu mu cinsiyet ayırt etmeyen insan doğasına eğilmeye cesaret eden filmleri izlemek güzel elbette ama çok muğlak ve bulanık burdaki gözlemler. Oyunculukları, yönetmenlik tercihleri, görselliği ve müzikleriyle dar bir izleyici grubuna hitap etmeye bir nevi mahkum bir film bu, zerre hazzetmeyenlerle ayılıp bayılanlar da çıkacaktır muhtemelen. Ben ilk gruba daha yakınım şahsen.