Kendisi için tam bir kabus olarak geçen 2010 yılının ardından The Beaver'ın Mel Gibson için bir nevi bir geri dönüş filmi olması bekleniyordu. Fakat beklenen olmadı. Normalde çekimleri 2009 yılı sonlarına doğru tamamlanan film ertesi yıl içinde gösterime girmesi bekleniyordu ama malum kaset skandalının ardından gösterimi askıya alındı. Cannes da dahil olmak üzere çeşitli festivallere uğradıktan sonra geçtiğimiz mayıs ayında gösterime sokulan film, 20 milyon doları aşkın bütçesine karşın 1 milyon civarında hasılat yaparak bir gişe fiyaskosu olarak kabul gördü.
The Beaver'ı bütünüyle bir başarı olarak addetmek güç. Herşeyden önce zor bir materyalden yola çıkıyor ve benzeri bir çok filmin aksine fazla gerçeküstücü numaralara başvurmayıp ayağını çoğunlukla içinde yaşadığımız dünyaya basarak, insan ruhunun karanlık dehlizlerine doğru yol almaya çabalıyor. Bunu bir ölçüde başarsa da yönetmen Foster, Gibson'ın tüm çabasına rağmen kuzgunun Walter'dan bağımsız bir karakter olduğu duygusunu seyirciye aktarmakta yeterli değil. Ama birçok amerikan bağımsızında olduğu gibi işlevini yitirmiş bir aileden yola çıkarak bir "kendini-iyi-hisset" filmine dönüşmeyip, karanlık bir drama olarak kendini konumlandırması kesinlikle takdirde şayan. Başlarda bir komedi olarak tasarlanıp başrole Steve Carrell'ın düşünüldüğü projenin şimdiki halini almasında da aslan payı Foster'a ait ama Beaver'ın esas kozu Kyle Killen imzalı senaryo. Zor ve özgün bir hikaye anlatmakla kalmayıp bunu başarılı diyaloglarla bezeyen senaryo, filmin günümüze dair karamsar ama ufak da olsa bir umut ışığı barındıran bir portreye dönüşmesine olanak sağlıyor. İyi bir karakter dramasının gereğini yerine getirip sadece Walter'a odaklanmayan The Beaver, her bir karakterine mümkün olduğunca alan açarak Walter'ın rahatsızlığının herbir karakterin hayatlarındaki yansımalarını irdeleme fırsatı veriyor. Burda yapılan tek yönlü bir irdeleme değil, yani Walter'ın travmasının etrafındakilere olan olumsuz etkilerini görmüyoruz sadece. Talk-show sahnesinde olduğu gibi kuzgun vasıtasıyla ailesinin Walter'a hastalığından sonraki tutumu da sorgulamaya açılıyor aynı zamanda. Filmin ilgi çekici temalarından biri de bu, zira fiziksel hastalıklardan farklı olarak sevdiğimiz birinin psikolojik bir rahtasızlığa tutulmasının bizim için de farklı bir sınav olacağı gerçeğini vurguluyor film. Depresyon gibi algılaması zor bir hastalığa tutulunca Walter,ailesinin isteğiyle psikatrik tedaviden tut kişisel gelişim ve diğer tüm new age zırvalara kadar herşeyi deniyor ama hiçbirşey çözüm vermeyince onlar da Walter'la yollarını ayırmayı tercih ediyor. Bu süreç kuzgunun ortaya çıkışını tetikleyen bir düşüşün başlangıcına tekabül ettiği için Walter'ın kişilik bölünmesine maruz kalmasında ailesinin de payı olduğu gibi bir sonuca da varıyor film böylelikle.
Walter'ın dramı bir virüs gibi etrafına yayılıyor ve en çok oğullarına etki ediyor. Büyük olan Porter, başkaları için para karşılığı ödev ve tez hazırlayarak koleje gitme derdinde. Böylelikle babasını ve babasına dair herşeyi arkasında bırakmak istiyor. Hatta bu konuda babasıyla olan ortak yönlerini listeleyip yok etmeye çalışacak kadar da kararlı. Hikaye ilerledikçe ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir nevi armut ağacın dibine düşer gibi bir noktaya evrilmesi de Porter'ın dramı. Küçük oğlu Henry ise abisinden farklı olarak babasından nefret etmek yerine, onu yanında istiyor. Kuzgunu en sıcak karşılayan da o oluyor zaten, bu şekilde de olsa eskisinden farklı olarak babasınının kendisiyle konuşup vakit geçirmesini yeğliyor Henry. Bu iki rolde Anton Yelchin ve 9 yaşındaki sempatik oyuncu Riley Thomas Stewart son derece yetkin birer performans sergiliyorlar. Kastın içinde yegane sırıtan isim Foster'ın kendisi zaten. Ben zaten eskiden beri kendisinin çok büyük bir hayranı sayılmam ama bu filmde oyunculuğuyla karakterine lüzumsuz bir kırılganlık katmış.
Walter'ın dramı bir virüs gibi etrafına yayılıyor ve en çok oğullarına etki ediyor. Büyük olan Porter, başkaları için para karşılığı ödev ve tez hazırlayarak koleje gitme derdinde. Böylelikle babasını ve babasına dair herşeyi arkasında bırakmak istiyor. Hatta bu konuda babasıyla olan ortak yönlerini listeleyip yok etmeye çalışacak kadar da kararlı. Hikaye ilerledikçe ne kadar uğraşırsa uğraşsın bir nevi armut ağacın dibine düşer gibi bir noktaya evrilmesi de Porter'ın dramı. Küçük oğlu Henry ise abisinden farklı olarak babasından nefret etmek yerine, onu yanında istiyor. Kuzgunu en sıcak karşılayan da o oluyor zaten, bu şekilde de olsa eskisinden farklı olarak babasınının kendisiyle konuşup vakit geçirmesini yeğliyor Henry. Bu iki rolde Anton Yelchin ve 9 yaşındaki sempatik oyuncu Riley Thomas Stewart son derece yetkin birer performans sergiliyorlar. Kastın içinde yegane sırıtan isim Foster'ın kendisi zaten. Ben zaten eskiden beri kendisinin çok büyük bir hayranı sayılmam ama bu filmde oyunculuğuyla karakterine lüzumsuz bir kırılganlık katmış.
Mel Gibson'a gelince...Gibson'ın oyunculuğu yabancı basında filmin en pozitif tarafı olarak övüldü, hatta Cannes'da ayakta alkışlandı. Biçokları gibi kariyerinin en iyi performansı olarak görmesem de kalburüstü bir oyunculuk sergilediği aşikar. Sonuna kadar haketmesine rağmen bu performansının Oscar dahil birçok namlı ödül törenlerinde göz ardı edil(diği)eceği de bir o kadar aşikar. Alkol bağımlılığı ve parçalanan aile hayatının da katkısı tartışılmaz olmakla birlikte son birkaç yıldır daha ziyade kendilerine en ufak dil uzatılmasına tahammülü olmayan bir zümreye laf sokabildiği için yabancı medyada sistemli olarak maymuna çevrilen Gibson ne kadar büyük bir sanatçı olduğunu bu filmde bir kez daha cümle aleme gösteriyor. The Beaver, Gibson'ın tekrar ayağa kalkması için beklenen katkıyı yapamadı belki ama en azından medya yoluyla da olsa onun seyircinin gözü önünde tutmayı başardı. Umuyoruz ki senaryosunu yazdığı ve başrolünde yer aldığı How I Spent My Summer ve proje aşamasındaki diğer bir iki filmiyle birlikte eski günlerine döner, oyunculuğa olmasa bile en azından yönetmenliğe dönmesini sabırsızlıkla bekliyoruz. Bu noktada son söz olarak, hem yönetmen olarak kaliteli bir filme imza atmakla kalmayıp aynı zamanda bu zor zamanında her daim Gibson'ın arkasında durup ona her röportajında desteğini esirgemeyen Jodie Foster'ın esas alkışı hak eden isim olduğunu belirtelim.