Johnny Marco (Stephen Dorff), başarılı bir aktör. Yakın vakitte bileği kırılmış, bir otelde istirahat halinde. Yapacak bir işi yok, vaktini içerek ya da kadınlarla düşüp kalkarak geçiriyor. Ünlü ve zengin ama devamlı bir varoluşsal sıkkınlık hali içinde. Derken eski eşinin rahatsızlanması üzerine kızı Cleo'ya (Elle Fanning) bakmak durumunda kalıyor. Kızıyla vakit geçirdikçe hayatındaki boşlukların daha da bir farkına varmaya başlayan Johnny, kendini sorgulama yaparken buluyor.
Ünlü bir yönetmenin kızı olarak büyümüş Sofia Coppola belli ki kendi hayatından esinlenerek hem bir baba-kız öyküsü anlatmaya çalışıyor hem de ortalama bir insanın en çok isteyeceği şeylerden bir olarak görülebilecek şöhretin beraberinde getireceği absürd ve bezdirici halleri de portrelemenin peşinde. Sette film çekerken değil de çektiği filmin PR'ıyla uğraşan bir aktörün mesaisinin bir memurunki kadar bayıcı olabileceğini göstermeye çalışıyor yönetmen. Özel efekt stüdyosunda suratına lateks bulandırılan Marco'nun yüzüne kameranın uzun uzun odaklanması ile zirve yapıyor bu yönelim. Sahip olduklarına rağmen depresyonda olan ama hayatına yeniden giren kızı sayesinde tekrar bir anlam kırıntısına kavuşan bir adamın öyküsü izlediğimiz.
Yönetmen herkesin yanıp tutuştuğu şöhretin farklı bir yüzünü göstererek bir de böyle şey var demeye çalışıyor çalışmasına da bunu yaparken kendi kalesine gol atmaktan da kendini alamıyor. Playboy yıldızlarının odasına özel olarak striptiz yapmaya geldiği, kadınların kendisiyle beraber olmak için sıraya girdiği, dünyanın farklı şehirlerine idip lüks otellerde kalabilen, kızını yaz kampına bırakması için helikopter kiralayabilen bir adamdan bahsediyoruz sonuçta. Hani sıkıntıyı betimlerken aynı zamanda dünyadaki onca sıkıntının içinde devede kulak kaldığını ima eder bir iki şey ekleyebilseymiş yönetmen gene amenna ama yok. Belki de Coppola'nın böyle bir şey ekleyecek birikimi yok, zengin bir adamın kızı olarak büyümüş sonuçta, neyi görüyorsa onu anlatıyor sonuçta. Ama seyirci olarak biz de bir noktada artık "derdini s....." moduna giriyoruz ister istemez. Filmin son sahnesinde karakterin son model ferrarisini yolun ortasında bırakarak yürümeye başlaması tüm bu hissiyatın üstüne tüy dikiyor denebilir zira sinema tarihinin en ebleh finallerinden birine şahitlik etmiş oluyoruz.
Olayın bir de yönetmenlik boyutu var. Türk sinemasına da kesif bir şekilde hakim olan, varoluş sıkıntısını anlatmanın yegane yolunun seyirciyi sıkıntıdan baymaktan geçtiğine iman etmiş sinemasal anlatım tarzı bu filmin de bütününe hakim. İlk 15 dakikasında her hangi bir diyaloğun duyulmadığı, tüm senaryosu 43 sayfadan oluşan bir buçuk saatlik bir film "Somewhere". Uzuuun planlar eşliğinde improvize edildiği aşikar sahneler izliyor, gördüklerimize anlam yüklemeye çalışıyoruz. Bir olay örgüsünden ziyade hissiyatı anlatmanın derdinde film, bunu bir noktaya kadar da kabullenip takdir edebiliriz ama son kertede seyirci olarak içimizin bayıldığı da bir realite.
Babayla kızına başarılı şekilde hayat veren Stephen Dorff ve Elle Fanning'in oyunculuklarının izlenebilirliğini bir nebze arttırdığı "Somewhere" Sofia Coppola'dan ilk izlediğim ilk filmdi ve hakkında okuduğum şeylerden anladığım kadarıyla meram itibariyle kendini biraz tekrar etmiş yönetmen. Sinemasal dert yükü bundan ibaretse önceki filmlerini izlemeye ne gerek var diye düşünmedim değil şimdi. Belki bundan sonraki işlerinde farklı sulara yelken açıp beni şaşırtır kim bilir, ama umut vaadediyor demek zor.