Çarşamba, Mayıs 16, 2018

The Vanishing of Sidney Hall


 
Günümüz film eleştirisinin en büyük sorunlarından birisi çoğu eleştirmenin kendi dünya görüşünden bağımsız olarak filmi değerlendirmeyi becerememesi. Bu yeni beliren bir olgu sayılmaz, ortalıkta benim gibi blog köşelerinde atıp tutan film manyakları ortalıkta yokken de sayılı mecrada sinema üzerinde kelam eden insanların bu konuda kifayetsiz kaldıklarına şahit olmuşluğumuz var. Ama özellikle son zamanlarda, özellikle ABD film basınında,ülkelerinde oluşan bölücü politik ortamın katkısıyla bu durum daha da ayyuka çıkmış durumda.

"Black Panther" bunun güzel bir örneği mesela. Sırf ABD'deki gişesi 700 milyon dolara ulaşmak üzere olan bir filmden bahsediyoruz. Eleştirmenlere kulak verince düşünüyorsunuz ki tüm zamanların en kallavi süper-kahraman filmlerinden biriyle karşı karşıyayız, yok şöyle iyi, yok böyle önemli vs, vs. Halbuki filmi izlediğinizde şahsi kanaatim konusuna biraz politik bir sos katıp kamera önünü ve arkasını tümüyle siyahilerden oluşturma dışında bir numarası yok. Ama bunun büyük bir stüdyo filmi için bir ilk teşkil ediyor olması çoğu liberal eleştirmen nezdinde filmi yere göğe sığdıramamak için yeterli gibi. Her ne kadar izlememiş olsam da içimden bir ses geçen yıl ortalığı kasıp kavuran "Wonder Woman"ın da benzer bir durumdan muzdarip olduğunu söylüyor. İyi bir eleştirmen kendi bakış açılarına, politik inançlarına ve dünya görüşüne ters düşen filmleri de bunlardan bağımsız, sinemasal kalitesini baz alarak değerlendirebilmeli. Bu yeri geldiğinde tarafgir olduğu fikirler üzerine kurulu bir filmi eleştirebilmek de olur, yeri geldiğinde zerre katılmadığı düşünceleri savunan bir filmi takdir edebilmek de.

Yazımızın konusu "The Vanishing of Sindey Hall" da yukarıda verdiğim örnekler kadar göz önüne çıkmış bir film olmasa da mevzu bahis durumun kurbanı olmuş bir film. İçinde Elle Fanning'in olduğu her şeyi izleyebilecek biri olarak bu filmi
de göz ardı etme gibi niyetim yoktu ama filme dair eleştirilerin kesifliği beni yeniden düşünmeye sevk etmedi değil zira Metacritic'te yüzde 18 olan filme dair bir tane bile olumlu eleştiriye rastlamak namümkün. Ama Metacritic'teki eleştirmen puanlarının hemen yanında kullanıcı puanlarına baktığınızda 7.3'lük bir puanla karşılaşıyorsunuz, ha keza IMDB'deki puan da 6.8. Seyirciyle eleştirmen fikirleri arasındaki uçurum ilk kez görülen bir şey değil elbette ama bu denli bir açıklığı en son "Iron Fist"de görmüştüm ki o dizi de film basınının lüzumsuz nedenlerle ön yargıyla yaklaşıp yerin dibine gömdüğü bir diziydi.

 
Yönetmen Shawn Christensen, Stellastarr isimli bir indie rock grubunun solisti aslında. Grubuyla birlikte turnedeyken bir arkadaşıyla birlikte kaleme aldığı bu senaryo, 10 yıl kadar önce Ridley ve Tony Scott kardeşlerin şirketi Scott Free tarafından satın alınmış. Jim Struges'ın başrolünde yer alacağı filmin Joe "Winter Soldier" Russo'nun yönetmenliğinde çekimlere başlanması da düşünülüyormuş aslında bir şekilde sarkmış ve rafa kaldırılmış. Sonradan "Curfew" isimli Oscar kazanmış bir kısa filme, akabinde de bunun uzun metraj versiyonu olan "Before I Disappear"a imza atan Christensen, bir sonraki çalışması için bu senaryoya dönmeye karar vermiş.

Film, adından da anlaşılacağı üzere çok genç yaşta yazdığı romanla üne kavuşmuş ama şöhretiyle birlikte başına gelen bir dizi trajedi neticesinde kayıplara karışan Sidney Hall'un (Logan Lerman) öyküsünü anlatıyor. Film yapısal olarak 3'e ayrılmış; Sidney'nin ünlü olmadan önceki lise yılları, ünlü olduktan sonraki dönemi ve kayıplara karıştığı dönem. Yönetmen bu 3 dönemi episodik olarak anlatmak yerine paralel kurguyla birbirine yedirerek anlatmayı tercih etmiş. Küçük çaplı bir indie film için biraz cüretkar ve gerekliliği tartışılır bir tercih ama sonuçta yönetmenin anlatım tercihi bu ve şahsen beni rahatsız etmedi. Her bir dönemin kendi içinde twistimsi finaller barındırması ve bunların finalde birbirine düğümlenerek seyirciye sunulması birçok eleştirmeni rahatsız etmiş görünüyor zira çok da sürpriz, beklenmeyen şeyler değiller fakat benimsenen parçalı anlatım çerçevesinde izlenecek en uygun yol da bu bana göre ve kim ne derse desin filmin lehine işleyen bir durum. Finalde tüm vurucu hamlelerin tek seferde seyirciye savrulması da filme dair seyirci algısını şekillendirmekte işe yarıyor çünkü finale gelene kadar kendi kendine acımaktan keyif alan, sorunlu yazar tiplemesinin bir başka versiyonunu izliyor gibi bir görüntü oluşuyor. Ama karakterin hayatının bu 3 aşamasındaki bitirici hamlelerin bir sonraki evreyi şekillendirdiğini görmek hikayeye dair resmi tamamlayıp bulunduğu noktaya hangi trajik olaylarla çizilmiş bir güzergahtan ilerleyip geldiğini gördüğümüz karakteri daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor.
 
 
Filme dair en temel eleştirel nokta kadın karakterlerini çok yüzeysel ya da olmusuz bir şekilde portrelenmesi olmuş. Malum taciz skandallarıyla hortlayan panter feminizmi liberal film eleştirmenlerinin neredeyse hepsine sirayet etmiş durumda ve maazallah bir filmde olumsuz bir kadın figürasyonu görseler filmi gömmeyi kendilerine borç biliyorlar. Hikayede yeri olan 3 kadından birisi Sindey'nin yasak ilişkisi (Margaret Qualley), üzerinde kelam edecek kadar bir ağırlığı olmadan görünüp geçiyor. Michelle Monaghan'ın canlandırdığı anne karakterinin tasarımı biraz sıkıntılı, o da bu karakterin iyi temellendirilmemiş olmasından ileri geliyor. Kadının oğluyla gerilimli bir ilişkisi olduğunu görüyoruz ama nolmuş da bu hale gelmişler o kısıma dair çok fikir vermiyor film. Haliyle yersiz yere şirretlik yapan bir kadın tiplemesi haline dönüşmüş olması birçoklarını hoplatmış gibi görünüyor. Sidney'nin kız arkadaşı/eşi Melody (Elle Fanning) ile olan ilişkisi filmin ruhunu oluşturan nokta ve karakterin hikayedeki izleği kız arkadaş-eş-terk eden eş çerçevesinde ilerleyip esas oğlanın yörüngesine saplanıp kalmış bir uydu statüsüne indirgenmiş gibi gözükse de Fanning mesafeli cazibesiyle role hayat katmayı başarıyor. Neticede sırf feminist perspektiften bakıldığında çok da parlak bir görüntü vermediği aşikar olsa da sonuçta bu film Sidney'nin hikayesi, her bir karakterin aynı özeni görmemesi filmi kötü yapmaya yetmiyor. Zaten Sidney dışındaki rollerin cinsiyet ayrımı yapmaksızın hepsi -akıl hocası (Yahya Abdul-Mateen), polis (Kyle Chandler), menajer (Nathan Lane) ve lisenin kabadayısı (Blake Jenner)- Sidney'nin etrafında gezinip onunla ilişkileri çerçevesinde filmde var olan tipler; dolayısıyla zaten kadın karakterlere özgü olmayan bir durum için filmi eleştiri bombardımanına tutmak resmen yersiz. Karakterlerden bahis açılmışken filmin en büyük gücü de kastı; Fanning ve Lerman zaten çok sağlamlar ama Edge of Seventeen ile parlayan Blake Jenner ve Yahya Abdul-Mateen de onlardan geri kalmıyorlar. 

 
Bir başyapıt olmaktan uzak, kanımca öyle bir şey olmaya da çalışmayan bir film "TVOSC". Çapına göre cüretkar tercihleri var, artıları kadar eksileri de var, ama film bittiğinde doğru yaptığı şeylerin yanlışlarından fazla olduğunu fark ediyorsunuz. İzlemezseniz büyük bir kaybınız olur mu emin değilim ama izlendiğinde kesinlikle seyircisini pişman etmiyor hiç. Piyasada dolanan birbirinin aynısı ya da düpedüz kötü o kadar film arasında çok daha kötü tercihler yapmanız mümkün.