Cumartesi, Temmuz 21, 2018

Carrie (2013) - Kimberley Peirce

 
"Boys Don't Cry"ı izlemedim ama çıktığı zamanlar baya bir toz kaldırdığını hatırlıyorum. Böyle ses getirmiş bir filme imza atmış bir yönetmenin daha sıklıkla film çekme imkanı bularak seyirci karşısına çıkmasını beklemek gayet makul bir davranış. Gel gör ki Kimberley Peirce için durum böyle olmadı ve sonrasında sadece iki film yapabildi ki bunlardan biri de bir korku yeniden çevrimi. Gerisi televizyon yönetmenliği. 
 

Remake dalgası 2000'lerde almış başını gitmiş, ne kadar korku klasiği varsa hepsine el atılır olmuştu. 2010'ların ortasından sonra çok da görmemeye başladık zannedersem. 2013 yapımı "Carrie" ile bitmiş bile olabilir, bakmak lazım. Remake biraz kirli bir kelime haline gelmişti bu süre zarfında ama yeniden çevrim olup sinema tarihine adını altın harflerle yazdırmış bir çok yapım da var. Gel gör ki bunu yapabilmek için orjinal filmin içeriğine başka bir açıdan yaklaşabilmek, özü muhafaza ederek yeni bir şeyler ekleyebilmek, binayı devirmeden kat çıkabilmek lazım. Milenyum yeniden çevrimlerinin o taraklarda hiç bezi olmadı halbuki, bunlar daha ziyade modern bir kast ve sinema diliyle aynı hikayeyi birebir yeniden anlatatarak orjinal filmi izlemeye üşenenleri sinemaya çekmeye amaçlayan yapımlardı. Yönetmen koltuğuna Peirce gibi bir ismin geçtiğini görünce bu kısır döngünün dışına çıkabilen bir şey çıkmıştır belki ortaya diye oturup izlenince görülen o ki "Carrie"nin de diğerlerinden bir farkı yok.


Brian De Palma yapımı orjinal filmi izleyeli uzun zaman oldu ama izlediğim vakit çok da aman aman etkilenmediğimi hatırlıyorum. Fakat seveni bir hayli fazla olan bir film ve bir şekilde hikayesi o kadar popüler kültüre nüfuz etmiş ki az buçuk herkes neyle alakalı olduğunu bilir. Bağnaz bir annenin (Julianne Moore) elinde yetişen Carrie White (Chloe Grace Moretz) haliyle liseyi atlatmasına yardımcı olacak sosyal becerilerden yoksundur ve sınıf arkadaşlarının birçok eziyetine maruz kalır. Carrie'nin psişik güçlerinin farkında olmayan bu ergen gerisi sefiller filmin finalinde bıçağı kemiğe dayandırınca yaptıklarının cezasını ağır öderler.


Film hakkında yazılanlara bakınca yönetmen Peirce'ın yapmak istediği şeyin De Palma'nın filmini yeniden çevirmek değil, King'in romanının değişik bir yorumuna imza atmak olduğunu öğreniyoruz (orjinal filmin hayranı olan King'in bunu son derece gereksiz bulduğunu da belirtmeden geçmeyelim). İlk başlarda Ivana Baquero'nun canlandırması düşünülen ama sonradan Portia Doubleday'in kaptığı Chris Hargenson karakterini hikayenin esas kötüsü yapmakmış öncelikli planı. Fakat düz bir remake beklentisinde olan yapımcıların araya girip 40 dakikalık materyali kestirtmeleri ve bazı sahneleri de yeniden çektirtmeleri neticesinde orjinalinin üzerine en ufak bir ekleme yapmayan bir film çıkmış ortaya. Sağda solda ufak tefek bir iki ayrıntı değiştirilmiş, onun dışında aynı hikayeyi pişirip koymuşlar. 
 

Öte yandan bir tür filmi yaptığının zerre idrakinde değil gibi de bir görüntü veriyor Peirce; hiç çalışmamış dersine, seyirciyi bir gıdım korkutmayı geçtim germe denemesine giremeden başlayıp bitiyor film. Yönetmen topu süremeyince oyuncular da toplayamamışlar vaziyeti haliyle. Shailene Woodley'nin reddetmesi üzerine seçmelerine başlanan Carrie rolünü Haley Bennett, Emily Browning, Lily Collins, Hailee Steinfeld, Bella Heathcote ve Dakota Fanning gibi isimlerin arasından sıyrılarak kapmayı başaran Chloe Moretz'e yönelik olarak, daha ziyade özgüvenli, kendinin farkında olan karakterlerle tanındığı ve böylesi çekingen ve içe dönük bir rol için uygun bir tercih olmadığına yönelik eleştirilere ben de yüzde yüz katılıyorum. 
 
 
Romandaki tasviriyle çirkin, sivilceli, bakımsız ve hafif kilolu bu karakteri canlandırmak için çok zorluyor kendini aktris ama karakterin içine giremediği her halinden belli oluyor.  Sissy Spacek'in de bu tarife pek uyduğu söylenemese de en azından çirkinliği ile durumu kurtarabiliyordu, Moretz'in tanrı vergisi avantajı burada bir dezavantaja dönüşmüş. Ve kesinlikle bir CGI insanı değil kendisi, yeşil ekranlı ortamlarda elini kolunu nereye koyacağını şaşırdığı aşikar ki filme dair gelen en büyük eleştiri noktalarından biri de De Palma'nın filminde karakter ortalığı birbirine katmaya başladığında transa geçmişcesine sabit bir şekilde duran Sissy Spacek'in performansının aksine Moretz'in sanki bir korku filminde değil de süper kahraman filmindeymiş gibi benimsediği bu gereksiz vücut dili. Onun karşısında Julianne Moore için de çok olumlu şeyler söylemek mümkün değil ne yazık ki. Velhasılı vakit kaybı sevgili okur. Ben sizin yerinize kaybettim ki siz kaybetmeyin.