Pazartesi, Ağustos 23, 2010

Inception


Chris Nolan, 7 filmlik kariyeri itibariyle şu an günümüz popüler sinemasının en heyecan uyandıran yönetmeni. Bu payeyi elde etmesini sağlayan temel hususiyeti ise çok katmanlı hikâyeler anlatmaya teşne olmasının yanı sıra bunu son derece mahir biçimde başarabilmesi. Nolan'ın filmleri aynı zamanda bir hikâye kaç katmanlı olarak anlatılabilir hususunda bi nevi zihin egzersizi niteliği de taşıyorlar. Daha ilk filmi “Following"den itibaren kendini belli eden bu sinemasal duruş son filmi "Inception"ın da en büyük itici gücü.


DiCaprio'nun canlandırdığı Dom Cobb'un (bu arada ilginç bi ayrıntı; “Following”deki başkarakterin adı da Cobb) hayatını kazanmak için seçtiği yol insanların rüyalarına dahil olup bilinçaltlarından bilgi sızdırmak. Kendisine kaybettiği özgürlüğünü geri kazandıracak son iş ise bir hedefin beynine bir fikir yerleştirmek. "Inception"ın öncülünü oluşturan bu rüya konsepti, salt bu haliyle bile ilgi çekici bi alanken Nolan gene yapacağını yağıyor ve bizi 4 katlı bir rüya içinde rüya ortamına dahlederek mevzusunu çetrefilli bi hale sokuyor. Cillian Murphy'nin canlandırdığı zengin iş adamı Fischer'in zihnine babasının kurduğu imparatorluğu dağıtma fikrini yerleştirme işinin ilk aşaması sağlam bir ekip kurmak. Cobb'un liderliğini ettiği bu takımda iş bölümüne göre birisi rüyaların geçeceği dünyayı tasarlarken, birisi hedef hakkında etraflı araştırma yapmakla, bir diğeri rüyada Fischer'in vaftiz babasının kılığına bürünürken bir diğeri de ekipteki herkesi rüya halinde tutacak güçte bir yatıştırıcı tasarlamakla görevli. Öncelikli hedef Fischer'in rüyasına girerek onu kaçırmak, akabinde tekrar rüyasına girerek onu vaftiz babasının kendisinden bilgi sızdırdığına inandırmak, sonra godfatherın rüyasına girerek aşamalı olarak istenilen fikri Fischer’in zihnine işlemek. Her aşamada ekipten birisi geride kalarak diğerlerini uyandırma işini üstleniyor.


Öykünün asıl civcivli kısmı her zaman olduğu gibi icraat aşaması oluyor haliyle. Bi yandan Fischer’ın bilinçaltını korumakla görevli bodyguardlar, bir yandan Cobb’un rüyaya beraberinde getirdiği kendi vicdani sıkıntıları, bir önceki rüyanın bir sonraki rüyanın fiziksel yapısında oluşturduğu etkiler, 18 saatlik zaman kısıtı, bi kaç aşamalı olması hasebiyle ölünce uyanamayıp koma halinde kalma durumu gibi birden fazla gerilim unsurunu nakış gibi işleyip tatmin edici bi finalle noktalamayı başarmış yönetmen.


“Inception" doğası gereği tek seferde hakkında hüküm yürütmenin zor olduğu, birkaç kere izlendiği takdirde daha sağlıklı bir hükme varılabilecek filmlerden. Zira biz izleyicilere sunduğu dünya ilk seferinde hazmetmenin hayli güç olduğu ayrıntılarla dolu. Bu karmaşık ve çetrefilli yapı bazı noktaların havada kalmasına ya da net olarak anlaşılamamasına yol açıyor ki bu boşlukların gerçekten senaryodaki zaaflardan mı kaynaklanıp kaynaklanmadığı sonraki izleme deneyimlerinde idrak edilebilecek şeyler. Örneğin bi hedef başkasınca tasarlanmış bir rüyayı nasıl görebiliyor, Cobb’un bilinçaltına attığı kimi pişmanlıklarının tezahürleri nasıl oluyor da Fischer’in zihninde de onu takip edebiliyor, rüya halindeyken öldürülen Saito ve Fischer niçin kendilerinin değil de Cobb’un zihinsel Araf’ına sıkışıyorlar vb. sorular şahsen benim için muğlâk kalmış noktalar. Fakat içerdiği bu handikaba rağmen “Inception”, “içinde bulunduğumuz gerçeklik ne kadar gerçek” sorusunu yetkin bir biçimde sorabilmesiyle hem aynı derdi paylaşan “Matrix”, “Dark City” ve “13th Floor” gibi 90’ların o harika filmlerine selam yolluyor, hem de Nolan’ın sinemasal yolculuğundaki tematik bütünlülüğü devam ettiriyor. Zira Nolan da “Insomnia”yı bir kenara ayırmak gerekirse tüm filmlerinde bize ön planda anlatılanın arkasında hep başka bir olayın döndüğü hikâyeler anlattı. Bu noktada bir bakıma kendi filmi “Memento”ya da saygı duruşunda bulunmuş oluyor zira o film de etrafında olup biteni sorgulama işini bilinç düzeyinde ele alan bir filmdi. “Inception”ın en hayranlık uyandıran taraflarından biri de son derece zekice kurgulanmış hikâyesi. Gene Nolan’ın tüm filmlerinde ortak bir özellik olan iyi kurgu, ikinci yarının ortalarına doğru bi nebze olsun sarkıyor gibi olsa da nihayetinde seyirciyi mest etmeyi beceriyor. Tüm bu entelektüel arka planı sürükleyici bir soygun filmi formatına sokan temel etkenlerden biri de bu zaten.


Filmin çok tartışılan finali bana muğlâk olmaktan ziyade muzip geldi zira yönetmenin 2,5 saatlik sure zarfınca seyircisini çıkardığı bu meydan okuyan, keyifli yolculuğu son bi hamleyle de olsa kafa karışıklığı oluşturarak bitirmek istediğini düşündüm. Cobb filmin sonu itibariyle de uyanmış da olsa hala rüya görüyor da olsa değişmeyen nokta “Inception”ın senaryosu, yönetmenliği ve kastıyla özlemini çektiğimiz düzeyde bi blockbuster olduğu. (Bu noktada Leonardo DiCaprio’ya da bi yer açmak lazım, zira "Titanic" sonrası dönemde oluşturduğu babyface imajını zamanla deforme edip, “Blood Diamond" la birlikte kariyerini bi karakter oyuncusu olarak yeniden inşa etmesi takdir edilesi bir başarı.)