Bir süredir bunu yakalamayı planlıyordum ama bir türlü imkan olmamıştı, nihayet izleme şansına eriştim. İyi ki de yapmışım zira ilk sezonuyla zaten bayağı bir sükse yapmış olan Stranger Things bu sefer popüler kültür nezdinde bir fenomene dönüşmüşe benziyor. Neticede böyle bir hususta kimseden geri kalmak istemeyiz.
Bu sebeple "Stranger Things 2" öncülünün tam bir yıl sonrasında, 1984 yılında geçiyor. Will upside down cehennemini geride bırakmış ama orada yaşadığı olayların izlerini hala taşımakta. Üstelik diğer boyuttan yaratıklarla psişik bağlantısını kesebilmiş değil, kendisine erişim halindeler, bu durum bir çok rahatsız edici öngörü/sanrıyı da beraberinde getiriyor. Bu noktada ona yardım elini uzatanlar da Will'in bu müsibete bulaşmasına esas vesile olan Hawkins Laboratuvarı ve psikiyatr Sam Owens (Paul Reiser) oluyor. Will'e gösterilen bu hassasiyetin iyi niyetten olmadığını anlamamız çok vakit almıyor tabii ki. Grubun diğer elemanları Will'e her daim göz kulak olmaya devam ediyorlar ama bir yandan kendi problemleriyle de meşguller. Lucas ve Dustin okula yeni gelen Max'in (Sadie Sink) dikkatini çekmek için çabalarken Mike da önceki sezon ortadan kaybolmuş Eleven'ın geri döneceği umuduyla yolunu gözlemekte.
Duffer biraderlerin yönettiği ilk iki bölüm bir önceki sezondan arta kalan hikaye bağlarıyla serim yapma üzerine kurulu. Tanışıp kaynaştığımız her bir karakterin ne hal ve vaziyette olduğunu öğrenirken aynı zamanda diziye iştirak eden yeni karakterle de tanışma fırsatı yakalıyoruz; Dr.Owens, Max, Max'in üvey abisi Billy (Dacre Montgomery) ve Joyce'un yeni erkek arkadaşı Bob (Sean Astin). Shawn Lewy tarafından yönetilen 3 ve 4 üncü bölümlerle birlikte karakterlerin gruplanarak farklı düğümlere odaklanmaya başlamalarını izliyoruz ki dizinin seyir zevkinin giderek arttığı noktalar bunlar. Nancy Jonathan ile bir olup Barb'ın akibetini herkesin bilmesini sağlamak için harekete geçiyor. Hopper kabak tarlalarındaki garip hadiselerin peşine düşerken Dustin'in çöpünde bulduğu garip yaratığın da menşeini öğreniyoruz. Sezonun kanaatimce en iyi bölümü olan "The Pollywog"un en vurucu sahnesinde Will Bob'un tavsiyesini dinleme gafletinde bulunup kabuslarıyla yüzleşmeye çalışıyor ama sonunda bedeninin işgal edildiği ile kalıyor. Öte yandan Eleven de geçmişine dair izler bulup annesinin peşine düşüyor.
Andrew Stanton tarafından yönetilen 5 ve 6 ıncı bölümlerle birlikte işler iyice kızışmaya başlarken sezonun en pozitif yönlerinden biri devreye giriyor; Steve. Joe Keery'nin canlandırdığı ve esasında kötü ve yüzeysel bit karakter olarak başlamış Steve'in Keery'nin sempatik petformansının yazarları etkilemesi sayesinde çocuk karakterlere abilik yapan dizinin en cool karakterlerinden birine dönüşmesini izlemek gerçekten çok keyifli. Dustin ile ouşturdukları ikili uyum ve sonrasında ekibin diğer üyelerinin de onlara katılarak yaratıklarla mücadelelerini izlemek sezonun en başarılı hikaye adımı kanaatimce.
Stanton'ın yönettiği bölümler aynı zamanda farklı düğümlerin Hawkins laboratuvarında toplanarak tüm grupların bir araya gelip gerilimin tavan yaptığı bölümler aynı zamanda. Tam da bu yüzden Rebecca Thomas'ın yönettiği 7 inci bölüm "Lost Sister" garip bir episod. Eleven'ın kendisi gibi laboratuvarda denek olarak kullanılmış Kali ile takıldığı ve yasadışı aykırı hareketlere girdiği bölüme kötü demek zor olsa da Eleven'ın bu maceralarına tüm bir episodu ayırıp sezonun en gaz noktasında reklam arası gibi sokmak yerine diğer bölümlerin içerisine yedirilse daha iyi olurmuş, orası kesin. Tüm tempoyu öldürüyor çünkü.
Duffer'ların sazı ellerine aldıkları son iki bölüm kötü ve oturmayan espri denemelerini bir yana bırakırsak genel olarak 2 sezonun tüm hikaye bağlarını manalı bir şekilde çözüme bağlayıp güzel bir şekilde noktalıyor. Dizinin görkem ve sinemasallık bağlamında kendini aştığını söylemek mümkün. Yeni ve eski karakterlerde kasting iyibariyle turnayı gözünden vurduklarını da. Özellikle Astin, Sink Montgomery ve Reiser damgalarını vuruyorlar sezona. Millie Bobby Brown her zaman olduğu gibi dizinin ruhu ve kalbi, geleceğinin çok parlak olduğunu görmek zor değil. Gaten Matarezzo dörtlünün gene en başarılısı ve bu sezon Keery ile olan dinamikleri ekstra başarılı. Geçen sezon bende çok da olumlu intüba bırakamamış Natalia Dyer ve Charlie Heaton'ın bu dönem bu imajı bir hayli düzelttiklerini söylemem lazım. Aynı şeyi Noah Schnapp ve Winona Ryder için belirtmek mümkün değil maalesef, diğer oyuncuların performansları yanında oyunculukları çok eğreti duruyor.
"Stranger Things" ilk sezonuyla fenomen hale gelmiş olsa da
beğenileri abartılı bulanlar da olmuştu benim gibi. 80'ler nostaljisi,
dönemin klasiklerine göndermelerle dolu hikayesi ilgi çekici olsa da
dizideki gizemler ifşa olduğunda çok da tatmin edici gelmemişti. O
yüzden yeni sezona biraz daha temkinli yaklaştım ama beni feci şekilde
ters köşe eden bir sezon oldu. Daha ilk bölümden izleyiciyi avucuna
alan, akışı ciddi biçimde bozan 7.bölüme kadar da yağ gibi akan dizinin
hem aksiyon hem de komedi itibariyle geçen yılın üstüne birkaç kat
eklediği aşikar. Steve ve Dustin'in daha ön planda olacağını umduğumuz
yeni sezonu dört gözle beklesek de çocukların artık ergen sularda
yüzmeleri dizinin cazibesinden alır götürür mü onu da merak etmiyor
değilim.