Düzen mi önemlidir yoksa özgürlük mü sorunsalının bizim topraklarda çok da üzerine kafa yorulan bir soru olduğunu söylemek zor. Bol darbe çeşnili Türkiye Cumhuriyeti tarihine bakmak bile genel olarak memleket ahalisinin belli bir rutini olan ve görece güvenli bir ortam vaadeden bir sistem için gerekirse kimi özgürlüklerden feragat etmeye gayet teşne olduklarını görmek için yeterli. İnsanların kişisel hak ve özgürlüklerinden feragat etmelerinin kolay olduğu bir ülkede basın özgürlüğü gibi daha genel bir kavramı tartışmak daha da güçleşiyor haliyle. Yakın tarihli çalkantılardan hatırlanacağı üzere devlet sırlarının basın tarafından ifşası çokça gürültü koparan ve kamuoyu nezdinde çok da itibar gördüğü söylenemeyecek bir olgu Türkiye için. İşte bu nedenle Spielberg imzalı "The Post"u böyle bir arka plan çerçevesinde izlemek ilginç bir seyir deneyimi haline geliyor.
1970'li yılların başında Amerikan hükümetinin Vietnam savaşına ilişkin görüş ve değerlendirmelerini içeren "Pentagon belgeleri"nin basın tarafından ifşa sürecini anlatıyor "The Post". ABD'nin kendini batırıp bir türlü çıkamadığı bir bataklık haline gelmiş olan bu savaşa ilişkin hükümetin pişmanlıkları ve perde arkasında dönen hesaplar, hükümet temsilcilerinin kamuoyu önünde savaşa ilişkin sergiledikleri tavırlarla örtüşmüyor tabii ki. Zaten yıllardır bitmek bilmeyen bu savaşa dair bir bezginliğin hakim olduğu Amerikan halkının bu yayınlara tepkisi de büyük oluyor. Çok da sürpriz olmayacak şekilde fazla vakit geçmeden New York Times'a yayın yasağı getiriliyor. Hikayenin buraya kadar olan kısmı gayet tanıdık; sansür sonrasında ortaya çıkan gelişmeler ülkemiz örneğiyle karşılaştırınca hikayenin farklılık gösterdiği yer. (SPOILER!!!) Aynı belgeleri ele geçirmeyi başaran Washington Post gazetesi yasağa rağmen yayın yapmaya karar veriyor ve onların bu cüretkar tavırları diğer gazeteleri de cesaretlendiriyor, tüm basın yayın organları da belgelerin ifşasına başlıyorlar. İşbu ortamda Times ve Post'un gizli devlet sırlarını ifşa ederek Amerikan halkının güvenliğini tehlikeye atmaları suçuyla yargılandıkları davada mahkemenin gazetelerden yana karar alması da sürece bir nokta koymuş oluyor. Pentagon belgeleri, Watergate skandalının patlak vermesiyle devam edip başkan Nixon'ın istifa etmek zorunda kalmasıyla nihayete eren bir sürecin fitilini ateşlemiş oluyor.
Filmin hikayesi ve gerilimi (Gazete belgeleri yayınlayacak mı yayınlamayacak mı?) görece basit kaçsa da izlerken düşündürdüğü sorular ve günümüz gelişmelerine paralelliğiyle ilginç bir seyir deneyimi vaadediyor. ABD iktidar odakları, kendilerinden önce başlamış bir savaştan çekilmeyi bir nevi utanç vesilesi olacağı ve halk üzerindeki muktedirliklerine halel getireceği gerekçesiyle reddederek gerekirse daha çok askerin ölümüne malolması pahasına savaşı sürdürüp eninde sonunda bu savaşın kazanılacağı ve bu mücadelenin haklı bir mücadele olduğu yönünde halkı temin etmekle meşguller. Pentagon belgelerinin yayımı bu sureti yıkıyor bütünüyle ve bu durum muktedirlerin hoşuna gitmiyor elbette.
Basının yönetenlere değil yönetilenlere hizmetle mükellef olduğu, varlık sebebinin bu olduğu yönünde idealist bir bakış açısı var filmin. İnsanın aklına ister istemez şöyle bir soru geliyor o zaman: Tom Hanks'in oynadığı, öldürülen başkan Kennedy'nin yakın arkadaşı olduğunu öğrendiğimiz gazete müdürü karakter, şayet söz konusu dönemde cumhuriyetçi Nixon değil de demokrat Kennedy olsaydı, bu belgeleri yayımlamakta bu kadar ısrarcı ve cüretkar olur muydu? Tarafgirlik ve aidiyet duyguları devreye girer miydi yoksa tümüyle profesyonel bir tavır takınılır mıydı?
Hoş, özellikle Meryl Streep'in canlandırdığı Post gazetesinin sahibesiyle dönemin savunma müsteşarı arasındaki arkadaşlık ilişkisi üzerinden bu soruları film de kendi içinde dillendiriyor bir nevi. Son kertede tarafsız basın olgusunun ütopik değil reel bir kavram olduğundan yana tavır koyuluyor olsa da ortak tavır alma becerisi, hakları güvence altına alan anayasal bir çerçeve ve bağımsız bir yargı üçlüsü olmadan bu olgunun hayata geçmesinin mümkün olmadığı da ima ediliyor alttan alta.
İçerik itibariyle tam kendine uygun materyali bulmuş olan Spielberg, tıpkı Ridley Scott gibi çok seri çalışmasının yanı sıra bu filmin şu dönemde anlatılması gerektiğini düşündüğünden geçen yılın Mart'ın da duyurulan "Post"u Aralık ayında gösterime sokmayı başardı. Trump'ın basınla olan gergin ilişkilerinin filmde izlerini görmek elbette mümkün. Bunun yanısıra bir başka konjönktürel tema olarak ABD'de gittikçe yükselen feminizm olgusu da Meryl Streep'in yerini bilmeyip gazete yönetmeye kalkan ve etrafındaki erkeklerce yetersizliği sık sık vurgulanan, buna rağmen kriz anında dik durmayı başarmış olarak portrelenen karakteri üzerinden filmde bir hayli yer alıyor, fakat bunun biraz kör göze parmak düzeyinde yapıldığını da belirtmek lazım.
Yönetmenin gösterişli tarzından pek bir emare yok burada. Janusz Kaminski'nin görüntü yönetimi her zaman olduğu gibi öne çıkıyor ve dönemin görsel dokusu başarıyla yansıtılıyor fakat daha ziyade hikayenin kendiliğinden akmasına izin vermiş gibi yönetmen, insanı hayran bırakan mizansenlere başvurup şeklin içeriğin önüne geçmesini istememiş sanki. Birçoklarınca bir efsane kabul edilse de bana hiç hitap etmeyen müziklerin insanı John Williams'ın burdaki çalışması da her ne kadar filmi götürse de filmden harici bir gücü olmayan bestelerden müteşekkil. Hanks ve Streep gibi iki oyuncuyu karşılıklı izlemek ne kadar keyifli olsa da ikisinin de biraz fazla kasıntı performanslar sergilediği de aşikar. Son tahlilde yönetmenin en iyi filmlerinden değil, hikayesi ve karakterizasyonları fazla basite kaçmış ve biraz fazla döneminin ürünü bir yapım olsa da yönetmenin hüneriyle sürükleyici ve ele aldığı temalar ititbariyle izleyicisini düşünmeye sevk eden, önemli olduğunu düşündüğüm bir film "The Post".