Marvel Sinematik Evreni filmleri artık kendi başına bir türe dönüşmüş durumda, çizgi-roman filmi statüsünü aşalı çok oldu. 10 yıllık tarihleri boyunca hem gişe hem de eleştirel anlamda ilgi görmüş birçok film çıksa da bu evrenden, Russo kardeşlerin "Winter Soldier"ına kadar olan filmlerin çoğu en uygun tabirle "generic" idiler; kendi formüllerinin dışına zinhar çıkamaya yeltenmeyen, birbirlerinin kopyası eğlendirme araçları (Evet, bu genellemeye "Iron Man" ve "Avengers"ın ilk filmlerini de dahil ediyorum). "Winter Soldier" hem stilize bir yönetmenliğe hem de politik göndermeleri de olan sağlam bir senaryoya sahip olmasıyla bir anda çıtayı üste çekti, "Civil War" ile de Russo'larının tek atımlık barutları olmadığını hepimiz görmüş olduk. Bu filmler gösterdi ki Marvel damgası altında da net vizyonu olan yönetmenlerin kaliteli filmler üretme şansı var. Altta değindiğimiz "Spider-Man: Homecoming" bu değişim rüzgarlarının ilk örneklerinden oldu ama Marvel'ın asıl bombası "Thor:Ragnarok" imiş. Eli yüzü düzgün aksiyon sahneleri, göz kamaştıran bir kast artık bu filmlerin olmazsa olmazlarından ama bu denli espritüel, insanı kikirdeten bir film görmeyi de ummuyordum. Taiki Waititi gibi zıpır bir yönetmenin elinden de ancak böyle bir çizgi-roman filmi çıkabilirdi. Özellikle "Thor"un ilk filminde karakterin mizaha alan açan taraflarının ve Chris Hemsworth'un komedi yeteneğinin bir nebze üstünden geçilse de tam da doyurucu olmamıştı. "Ragnarok" kendisini tümüyle mizah üzerine temellendirerek bunu sonuna kadar sömürüyor ve çok da iyi yapıyor. Marvel böyle kendisini yenilemenin dahiyane yollarını buldukça sanmıyorum ki sırtları yere gelsin.
Herhalde çoğu sinemaseverin en büyük keyiflerinden birisi favori yönetmenlerine odaklanan yapımlar izlemektir. Ama çoğu zaman filmlerin kamera arkası videolarıyla yetinmek zorunda kalırsınız, ta ki birisi o kişi hakkında uzun metrajlı bir belgesel yapmayı akıl edene kadar. Geçtiğimiz yıl "De Palma" ile hayranlarının yüzü gülmüştü, bu yıl da sıra bize geldi. Spielberg, büyük ihtimalle yaşayan en popüler yönetmen, dolayısıyla daha önce de onun üzerine eğilen belgesel denemeleri olmuştu. "Spielberg on Spielberg" bunun iyi örneklerinden biridir, her bir filmi üzerine uzun uzun konuşur, izlememiş olanlar youtube'dan ulaşabilir. "Spielberg" ise yönetmenin filmleri kadar yönetmenin kendisi üzerine de yoğunlaşan, çocukluğu, aile hayatı ve kariyer basamakları üzerine etraflıca eğilen bir çalışma. Yönetmen Susan Lacy Spielberg'in kendi ağzından hayatına dair ilginç ve mahrem noktaların dökülmesini sağlamakla kalmamış, anne-baba ve kardeşlerinin yanı sıra sektörün kaliteli birçok ismini de belgesele dahil etmeyi başarmış. Yönetmenin "movie brats" kankaları Scorsese, De Palma, Coppola ve Lucas'ın yanı sıra Daniel Day-Lewis, Liam Neeson, Ralph Fiennes, Daniel Craig, Leo Dicaprio, Tom Hanks, Tom Cruise, Eric Bana ve daha nicelerini görmek mümkün. Filme dair genel bir eleştiri Spielberg'in yapımcı ve stüdyo şefi kimliğine hiç eğilinmemiş olması ve Hollywood'un en güçlü kişilerinden birini ele alırken bu kısmın dışarda bırakılmasının bir eksilik olduğu yönündeydi ki katılmamak elde değil. Belki bir gün bu yönünü ağırlıkla ele alan bir yapım izleme şansına da erişiriz.
Animasyon deyince çoğu kişi Pixar'ı rakipsiz görse de şahsen Dreamworks'ü de çok severim. Pixar'ın tarihi boyunca çok daha sofistike işlere imza attığı tartışılmaz bir gerçek olsa da safi eğlence söz konusu olunca Dreamworks'ün işleri bir tık daha üsttedir. Absürdlük noktasına varacak derecede kendini ciddiye almayan ve meta öğeleri hikayesine başarıyla yedirebilmiş "Kung Fu Panda", "Shrek", "How to Train Your Dragon" gibi ölümsüz işlere imza atmış stüdyonun en büyük eksisi özgün işlere odaklanmaktansa devam filmlerini yeğlemeleri ve gittikçe çaptan düşen hikayelerle ortaya çıkmalarının yanı sıra ilk filmin hatırasına da zarar veriyor olmaları. Bir seri üstüne en fazla iki film yapıp sıradaki işe yönelmeleri lazım, 2.filmden sonra tatları kaçan "Kung Fu Panda" ve "Shrek"e bakarak bunun sağlaması yapılabilir. "Boss Baby" son yıllarda kayda değer bir film yapamamış stüdyodan hala ümidi kesmememiz gerektiğinin en büyük göstergesi oldu bu yıl. Evcil hayvanların bebeklerin tahtını elinden alma tehlikesi baş gösterince bu oyunu bozma göreviyle bir ailenin ikinci çocuğu olarak konuşlanan Boss Baby'nin misyonunu ifa etme çabaları ve bu süreçte abisi ile kaynaşma süreci filmimizin akıllara zarar konusunu oluşturuyor. "Madagascar" serisi ve "Megamind"ın yönetmeni Tom McGrath konunun verdiği saçmalık öğelerini sonuna kadar değerlendirip eğlenceyi had safhaya çıkarırken iki kardeşin üstünden sıcak bir filme imza atmayı da başarmış. Bebeği seslendiren Alec Baldwin'in de harika bir iş çıkartmasıyla bu yılın en keyifle izlenen filmiydi "Boss Baby".
1992'de Rodney King'in polislerce öldüresiye dövülmesiyle başlayıp, polislerin mahkemece aklanmasına siyahilerin Los Angeles'ı yakıp yıkarak karşlılık vermeleri sürecini anlatan "LA 92" yılın en iyi belgeseliydi. Daha önce benim izlemediğim "Undefeated" isimli bir belgeselle tanınmış Dan Lindsay ve T.J.Martin ikilisinin elinden çıkma film tümüyle arşiv görüntülerinden oluşuyor, herhangi bir röportaj ya da anlatım içermiyordu. Kurmaca filmlere taş çıkartacak bir sürükleyicilikte kurgulanmış film, bu yılın diğer kaliteli belgesellerinden "Oklahoma City" ve Cnn'in "The Nineties" serisiyle birlikte izlendiğinde hem döneme dair çok etraflı bir edinmiş olmakla kalmıyor hem de günümüz ABD'siyle o dönem arasındaki paralellikleri de farketme olanağına kavuşmuş oluyorsunuz.
Marc Webb'in yönettiği gereksiz "Spider-Man" filmlerinin daha külü soğumamışken karakterin hakların elinde bulunduran Sony yöneticileri, Marvel'ın blockbuster aleminde gitgide artan hakimiyetinden nemalanmayı akıl etmekle ne kadar kendileriyle övünseler az. Halihazırda yeni bir seri başlatmanın kafa ağrısıyla uğraşmaktansa karakteri hali hazırda tıkır tıkır işleyen Marvel sinematik evrenine kiraya veren Sony ticari bir deha örneği gösterdi resmen. Geçtiğimiz yıl "Civil War"la şık bir şekilde introsu yapılan Tom Holland'ın canlandırdığı "Örümcek Adam"ın ilk filmi adet olduğu üzere küçük bir indie filmle ("Cop Car") ses getirmiş Jon Watts'a teslim edildi. Sürüyle yazarın elinden geçmiş senaryo birçok Marvel filminde olduğu üzere kötü adam departmanında gene çok silik bir iş çıkartmış ve Michael Keaton'ın yeteneğini harcamış olsa da, origin hikayesi olaylarına hiç girmeden direk olaya dalması ve benimsediği lise filmi formatını hikayesine başarıyla yedirmesiyle yılın en eğlenceli filmlerinden biri oldu.
Selçuk Aydemir'in film ve dizileri komik dialog ve performansları ritmik bir kurguyla başarılı bir şekilde harmanlamasıyla öne çıksa da goygoya fazlasıyla sırtını yaslamasıyla yer yer yorucu hale gelebilen yapıtlar oldu hep. Fakat ilk filmden bir hayli iyi olmayı başarabilen "Düğün Dernek: Sünnet"le birlikte Aydemir'in tarzını daha bir oturtmaya başladığını gözlemlemiştik. "Çalgı Çengi İkimiz" de yönetmenin kendini geliştirdiğinin bir başka göstergesi oldu. İlk filmi izlememiş benim gibiler için bile kahkaha dolu dakikalar vadeden film, Aydemir-Kural-Cemcir üçlüsünün piyasadaki en başarılı komedi ekibi olduklarını tescilliyordu bir kez daha.
Tıkılı olduğu hapishanede hamile karısının kaçırıldığını öğrenen ve onların sağ kalabilmesi için kendisinden istenilenleri yapmak durumunda kalan bir adamın hikayesini anlatan "Brawl in Cell Block 99", sıradışı bir western olan "Bone Tomahawk"la bir hayli ses getirmiş Craig S.Zahler'in tek seferlik barutu olmadığını gösteren bir yapım oldu. Romancılığıyla ses getirmiş Zahler'in belki de bu temelinden kaynaklanan en temel özelliği karakterlerini tanıtıp işlemeye vakit ayırması ve neticede her biri hakkında belli bir fikir sahibi olduğumuz ve umursadığımız insanların hikayesini bize izletmesi. Böylelikle Vince Vaughn film boyunca milletin kemiklerini kırarken kendinizi onunla özdeşleştiribiliyorsunuz. Yönetmenin gene Vaughn ve Mel Gibson'la çalıştığı yeni filmi "Dragged Across Concrete" önümüzdeki yılın iple çektiğimiz filmlerinden.
"In Bruges"la bir klasiğe imza atıp "Seven Psycopaths" ile elindeki muazzam kadroyu harcamayı başaran Martin McDonagh gene şahane bir kastla karşımıza çıktığı bu filmiyle kendisine dair şüphelerimizi gidermeyi başardı. Üzerinden bir yıl geçmesine rağmen öldürülen kızının katillerinin hala yakalanamamış olmasına kafası bozulan ve bunu billboardlara ilan asarak ifade etme yoluna giden bir annenin öyküsüni anlatan "Three Billbords Outside Ebbing,Missouri", hem kadının hem de onun karşısına aldığı polislerin yer yer komik, yer yer dokunaklı yer yer de karanlık anlarıyla sık rastlanmayacak türde bir film ve oyuncuların her biri ayrı döktürmüş.
"Get Out" geçen yılın gerek eleştirel gerekse gişe yönüyle en çok ses getiren filmlerinden biriydi. Her ne kadar kendisine yönelik övgüler biraz konjöktürel olsa da ve sonuç bölümü biraz fazla hızlı geçiştirilmiş bir görüntü verse de giriş ve gelişme yönüyle özgün bir iş olduğu noktasında hakkını teslim etmek gerek. Şahane mizansenlenmiş ilk sahnesinden itibaren filmin, elindeki materyali nasıl çekeceğini iyi bilen bir yönetmenin elinden çıktığı belli. Paranoya ve gözetlenme duygusunu iyi veren ve bunu seyircinin iliklerine işleyebilen yönetmen Jordan Peele, her sinemaseverin radarına bodoslama girdi denebilir.
Ne kadar kifayetsiz bir intiba bırakmış olursa olsun her yönetmenin parıltısını gösterebileceği bir materyal var. Bu Zack Snyder için "300" mesela, McG için de "The Babysitter". Her ne kadar benim gözümde "Supernatural"ın yapımcısı olarak belli bir itibarı olsa da çoğu kişi nezdinde ciddiye alınan bir isim olamadı McG -ki böyle bir müstear isimle bu bir hayli zor-. O yüzden henüz filme çekilmemiş en iyi senaryoların yer aldığı Black List'ten bir hikayeyi anlatacak isim olarak adı geçtiğinde herkes bir gözlerini devirdi. Fakat ortaya çıkan nihai film herkesi utandıran, bu yılın en eğlenceli filmlerinden biri oldu. Ailesinin hala bir yerlere giderken seksi bir bakıcıya bıraktığı bir ergen gerisinin, bakıcısının kendisi uykuya daldıktan sonraki faaliyetlerine uyanmasıyla gelişen olayları anlatan "The Babysitter" bomba gibi bir giriş yapmasına rağmen kan revan başlayınca biraz çaptan düşüyor. Gene de başroldeki Judah Lewis ve Samara Weaving'in de katkılarıyla uzun zamandır izlediğim en geyik filmlerden biri olmayı başarmış.
Bu filme dair o kadar "keşke şunu şöyle yapsalardı" denebilecek şey var ki. Lüzumsuz derecede uzun süresiyle uzayan temposundan mı dem vuralım, Laura'nın çizgi romanlardaki müthiş geçmiş öyküsünü es geçmelerinden mi, yoksa gene X-23'ün çizgi romanlarında müthiş işlenmiş bir kötü karakter olan Zander Rice'ı kullanmaktansa en hafif tabirle tembellik yaparak Wolverine'in klonunun en önemli kötü yapılmasından mı, karar vermek güç. Yönetmenin benimsediği depresif ve gerçekçi ton için o kadar uygun materyal var ki çizgi romanlarda, ellerine R-rated bir film yapma olanağı geçmişken bunu değerlendirememiş olmaları resmen suç. Gene de, tüm bu saydığım hayal kırıklıklarına rağmen Jackman'ın artık ikonik hale geirdiği bu karaktere yakışır biçimde melankolik, sert ve karanlık, neticede şık bir kapanış filmi olduğunu da söylemeden geçmemek lazım.