Sinema tarihinin en sevdiği türlerden olan seri katil filmlerine
Se7en gibi bir klasik eklemekle yetinmeyip gene türün en sıra dışı ve kalburüstü örneklerinden biri olan
Zodiac’a da imza atmış olan David Fincher’ın anlatacağı bir başka seri katil hikâyesine hayır demek hayli güç. Öte yandan
Mindhunter projesi
ilk duyurulduğunda ünlü yönetmen acaba kendini tekrar ediyor olabilir
mi düşüncesini de birçok sinemasever dillendirmişti. 2017 yılında Netflix’te
yayınlanan ilk sezonu bitirdikten sonra herkes idrak etti ki
Mindhunter, “Se7en”dan çok “Zodiac”a yakın; hatta “Zodiac”ın daha uzun
süreli ve daha yavaş akan bir türeviydi.
Seri katillerin kafa
yapısını çözmeye çalışarak suçun doğasına dair net bir fikir edinmeye
çalışan iki FBI ajanının hikâyesi neredeyse tamamıyla diyaloglardan
kuruluydu. Genelde de aynı ya da birbirinin benzeri mekânlarda (FBI
binası, hapishaneler, oteller, karakterlerin evleri vs…) geçiyordu. Seri
katil lafını duyunca gerilim dolu dakikalar geçirmeyi bekleyenleri
hayal kırıklığına uğratan dizi, tek beklentisi bu olmayan izleyiciler
içinse ilginç bir seyir deneyim sunmuştu. Mevzu seri katiller olduğu
için diyalog ağırlıklı işleyiş seyirciyi sıkmıyordu, üstelik diğer Netflix serilerine kıyasla bölüm sayısı da makuldü.
Ağustos
2019 içerisinde izleme imkânına kavuştuğumuz ikinci sezonda gene
Fincher’ın bilfiil elini taşa koyduğunu görmek güzel. Acaba House of Cards’ta
olduğu gibi ilk sezondan sonra projeyi birilerine devredip gider mi
diye düşünenleri yanıltarak diziye desteğini sürdüren yönetmenin
beyanatlarına bakılırsa 5 sezona kadar hikâyeyi götürme niyeti var.
Amerika’daki seri katil bolluğunu göz önüne alınca bunu
gerçekleştirmekte çok zorlanacaklarını düşünmek zor olsa da bir noktada
diziye değişik hikâye katmanları eklemeleri gerekiyordu. Ki bu sezon
genelde bunun temelini atmakla geçmiş gibi duruyor. Bu gayrette ne
derece başarılı olunduğu ise ayrı bir konu.
İlk sezonun bittiği
noktadan hikâyeyi devam ettiren dizi Jonathan Groff’un canlandırdığı
başkarakter Holden’ın kendini bulduğu pozisyon ve Holden, Bill Tench
(Holt McCallany), Wendy (Anna Torv) üçlüsünden müteşekkil merkez grubun
kendi içindeki çekişmeler gibi ilk sezon finalinde ucu açık kalmış
noktaları; ilk bölüm itibariyle bağlayıp bir daha da değinmiyor. Yazar
grubunun bunların üzerinde fazla durmayarak hikâyeyi başka noktalara
sürüklemek istemeleri anlaşılabilir olsa da seyirciye karakterlerin
yolculuğuna etki edecekmiş gibi yansıtılan bu bağlantıların üstünkörü
geçiştirilerek noktalandırılması bir hayli garip kaçmış.
Bahsettiğimiz
ana üçlünün içinde Holden’ın özel hayatı ilk sezonun önemli bir parçası
olmuş. İkinci sezonda spot ışıkları ise Bill ve Wendy’nin üzerine
döndürülmüş. İlginç bir şekilde Holden’ı sadece eldeki vakalarla alakalı
olarak görüyoruz, başkaca da hayatında olup biten bir şey yok.
Hikâyenin merkezi olarak takip etmemiz beklenen biri için garip bir
tercih. Wendy ile alakalı kısımlar son derece sıradan bir özel ilişkiden
öteye gidememiş. Bill Tench bölümleri ise karakterinin evlatlık oğlu
bazında yaşadığı ailevi sıkıntılar sezonun en parlak öğesi olmayı
başarmış.
Sezonun ilk yarısı öncülü gibi ünlü katillerin
mülakatlarıyla geçiyor ki dizinin başarısını sürdürdüğü bölümler
buralar. İlk sezonda hayranların favorilerinden biri haline gelen Edmund
Kemper (Cameron Britton) ile sadece bir kez muhatap olabilsek de Son of
Jack, Elmer Weyne Henley, Tex Watson ve Charlie Manson gibi iz bırakmış
katillerle ilgili sahneler, müthiş oyuncu seçimleri sayesinde gene dört
dörtlük olmuş. Tarantino’nun filmi “Once Upon A Time In Hollywood”da da
Manson’ı canlandırmasıyla ses getiren Damon Herriman; o filmdeki
diyalogsuzluğunun acısını “Mindhunter ”da çıkarmış. Amiyane tabirle
döktürmüş.
70’lerin
ikinci yarısında ülkeyi bir hayli meşgul eden “Atlanta çocuk
cinayetleri” sezonun ikinci yarısını kapsıyor. Bu kısım itibarıyla dizi
seri katiller üzerine bir fikir teatisinden daha ziyade bir “whodunnit”e
dönüşüyor. Olayların tarihe mal olmuşluğunu düşününce bu da garip bir
tercih olarak geldi bana. Çünkü mevzuya hakim birçok izleyici
hâlihazırda katilin kimliği, olayın sonuçlanışı hakkında fikre sahip.
Hal böyleyken vakanın etrafına bir gizem perdesi örmeye çalışarak
sezonun yarısını buna vakfetmek biraz zaman kaybı olmuş kanaatindeyim.
9
bölümlük sezonun ilk 3 bölümüne imza atan Fincher sonrasında bayrağı
sırasıyla “The Assassination of Jesse James” ile Oscar adayı olmuş Andrew Dominik ve Denzel Washington filmi “Out of Time” ile hatırlayabileceğiniz Carl Franklin’e
devretmiş. Onlar da Fincher’ın dizide tutturduğu yetkin ama fazla göze
batmayan sade üslubunu sürdürmüşler. Tiyatroculuğuyla ün yapmış, Conrad
McCarthy’nin romanından uyarlanan 2009 yapımı “The Road”un senaryosuna
imza atarak sinema dünyasında da ses getirmiş Joe Penhall dizinin
showrunner pozisyonunda. Charlize Theron’un kurucusu olduğu Denver &
Delilah Productions dizinin yapım şirketi ve Fincher ile birlikte
Theron da dizinin sorumlu yapımcıları arasında yer almakta.
Her ne
kadar ilkinin gerisinde kaldığını düşünsem de piyasadaki birçok
yapımdan çok daha kaliteli bir dizi Mindhunter. Şu ana kadarki pozisyonu
Fincher’ın ismi sayesinde kazanmış gibi bir duruşu var. Ne ödül
törenlerinde ne de ne internet mecrasında çok ses getirebilmiş durumda.
Ama bu ilgiden çok daha fazlasını hak ettiği aşikâr.