Pazar, Şubat 21, 2010

Türk Sinemasında Bir Kilometre Taşı: Nefes


Açık konuşmak gerekirse "Nefes"e karşı başlangıçta önyargılıydım. Filmin ilk fragmanları yayınlandıktan nerdeyse 2 yıl sonra gösterime girmesi ve ne hikmetse gösterim tarihinin açılım tartışmalarının en ateşli olduğu zamana rast gelmesi, özellikle filmin "uyursan ölürsün" sekansının internet aleminde dolaşmasıyla birlikte bizim yerli menşeli nazilerin ağızlarının sularının akmaya başlaması falan gibi sebeplerle filmden beklentilerim düşüktü. Diğer taraftan filmin fragmanlarından başlayarak ortaya değişik ve farklı birşeyler çıkacağına dair sinyaller de yok değildi, yönetmen filmi hakkında konuşmayı reddediyordu, filmin kastı ülkenin farklı bölgelerinden gelen konservatuar öğrencilerinden oluşturulmuştu falan.

İzlediğimde karşıma çıkan filmse bu tarz kaygıların bayağı uzağında seyreden bir yapım olmuş. "Nefes" belli bir ideolojiye sözcülük etmektense saf sinema duygusunu seyirciye aktarma amaçlı bir yol izleyeceğini daha ilk dakikasından itibaren belli ediyor. Dağların üstünden süzülerek yükselen kameranın yaralı bir askerin üstünde durmasıyla şık bir açılış yapan film, bunun ardından bizleri yüzbaşı Mete ile tanıştırıyor. Film gösterime girmezden evvel meşhur olan, çok iyi çekilmiş içtima sahnesi ve sonrasında gelen fondaki şahane müzik eşliğindeki karakoldaki askerler üzerine olan sekans ile birlikte "Nefes" şahane bir ilk yarım saat sunuyor.


Teröristlerin saldırısına açık bir jandarma karakolundaki askerleri konu edinen film, kaygan bir zemin üzerinde ilerliyor haliyle. Her tarafından siyaset damlayan, aynı zamanda güncelliği de had safhada bir konu üstüne sinema kurmak zor iş. "Nefes"i iyi bir film yapan şey bu zaten, konusunu sömürmeyen salt sinema odaklı bir iş olması, yoksa pekala çok rahat bir propaganda filmine de dönüşebilirdi. Sinema tarihinde hem nitelikli olup hem de politik görüşünü bas bas bağıran sürüyle yapım var, Hollywood her sene böyle bir sürü örnek sunuyor.

"Nefes" siyasi söylemlere dalmaktansa jandarma karakolundaki atmosferin fotoğrafını çekmeye çalışıyor. Birçokları bu durumun filmin duruşu hususunda flu bi görüntü verdiği noktasında eleştiri getirdi. Oysa bu filmin hayrına işleyen bir nitelik bana göre. Doktorla komutan arasındaki telefon konuşmalarında, çatışmanın arkasındaki klişe tezler bir kez daha ifade edilse de bu konulara çok da dalınmadan "orda olma" haline yoğunlaşılmış. Komutanın karakola ulaşmaya çalışırken girilen çatışmada en yakın arkadaşını kaybetmesi sonrası girdiği içi hesaplaşma filmin temel izleğini oluşturuyor. Karakoldaki her bir asker üzerine az da olsa eğilse de asıl takip ettiği karakter Yüzbaşı Mete olan film, haliyle asıl meramını da bu karakter üzerinden aktarıyor. Yıllardır süren çatışmanın verdiği bezginlik, arkadaşının ölümüyle yüzbaşıda nihai noktasına ulaşıyor. Her ne kadar bunu örgütün liderini öldürmeye ahdederekten intikam duygusuna evirse de komutan kendisinin de son noktaya geldiğinin farkında. Eşine yazdığı mektuptaki "keşke senin kalbini vatan belleseydim" lafı bu durumun en güzel ifadesi belki de.


"Geride kalanlara" ithaf edilmiş bir film "Nefes". Altyapısı on yıllara dayanan, haliyle bir çok boyuta sahip siyasi ve askeri bir çatışmanın sadece bir boyutuyla ilgileniyor: finalde beliren yüzbaşının eşi dışında sadece telefon konuşmaları itibariyle hikayede yer alsalar da devlet istedi diye çocuklarını askere yollayıp geriye cesedini alan ailelerle ve o çocuklarla. İyi de yapıyor, zira her bir boyuta eğilmeye çalışıp hiçbirinin hakkını teslim edememektense sadece birine odaklanıp onu en iyi şekilde aktarmak daha aklı selim bir tavır. Bu tavrın bir sonraki aşaması olabilecek sistem eleştirisine ise hiç girilmemiş. İki de bir kadraja giren Atatürk büstünün verdiği intibadan yola çıkarak yapımcıların daha en baştan böyle bir niyetinin olmadığı sonucuna varılabilir, filmin ordunun ileri gelenlerince de takdirle karşılanması bu noktada bir işaret. Gösterime girmesinden sonra kopan fırtınayı göz önüne alınca çok anlaşılmayacak bir şey de değil gerçi. Zira böylesi,vermek istediği mesajları kör göze parmak bi şekilde aktarmaktan kaçınan bir film bile bu kadar tartışmaya sebep olduysa, fikrini daha açıkça ifade eden bir yapımın akıbeti ne olurdu insan merak edemeden duramıyor, geçtiğimiz yıl "Mustafa"nın başına gelenler bir örnek olabilir belki. Tehlikeli sularda dolaşıp hassas mevzularla ilgili kelam etmeye çalışan filmleri,kitapları efendice tartışmayı öğrenmemiz daha çok zaman alacak anlaşılan.


Sinemasal yanlarına değinmek gerekirse, girişte de ifade ettğimiz gibi daha ilk giriş sahnesinden finaldeki kaotik "Saving Private Ryan" esintili çatışma sahnesine kadar son derece etkili kadrajların olduğu bi iş "Nefes". İlk filmini çeken bi yönetmen için son derece etkileyici bi işe imza amış Levent Semerci. Kişisel bir sinema yaparak bir yerlere gelmiş isimleri bir kenara koyarsak, geniş kitleleri sinemaya çekecek, batıdaki tabiriyle "yıldız yönetmen" sıkıntısından muzdarip sinemamızın bu noktadaki açığını doldurabilecek bir isim olabilir ilerde, ortaya koyduğu yetkin performansla o potansiyeli vadediyor en azından. Şahane doğa görüntülerinin arkasındaki isim de o, levedo gibi garip bi mahlayla filmin iki görüntü yönetmeninden biri. Fırat Yükselir imzalı müzikler ise tek kelimeyle şahane, epeydir bir filme bu denli uyum sağlayan müziklere rast gelmemiştim, bu noktada kurgunun payını da yadsımamak gerek tabii.

Neticede sadece geride bıraktığımız yılın en iyi yerli filmi olmakla kalmayan, ele aldığı konuya yaklaşımı ve sinema sanatını daha ziyade batılı örneklerinde görmeye alışık olduğumuz bir biçimde profesyonelce icra etmesiyle Türk sinema tarihine geçecek bir film bence "Nefes".