Cumartesi, Ekim 26, 2019

The Perks of Being a Wallflower (2012) - Stephen Chbosky


Eğer edebiyat dünyasını az buçuk takip ediyorsanız bu aralar en çok ses getiren kitaplardan birinin Stephen Chbosky imzalı "Imaginary Friend" olduğunun farkındasınızdır. Bir çok eleştirmence Stephen King seviyesinde bir psikolojik korku romanına imza atmış olan Chbosky bundan 20 yıl önce yazdığı "The Perks of Being a Wallflower" isimli kitabıyla da benzeri övgülere mazhar olmuş bir isim, her ne kadar o kitabın türü çok farklı olsa da.


Yaratıcı olarak imza attığı ilk işi kendi yazıp yönettiği 1995 tarihli "The Four Corners of Nowhere" isimli film olan Chbosky bu filmini Sundance'te göstermeyi başardıktan sonra hayata geçirilememiş birçok senaryo yazmış bir isim. Belki de bunun yarattığı hayal kırıklığı neticesinde kendi geçmişinden esinlenen "The Perks of Being a Wallflower"ı yazmaya başlayan Chbosky kitabın kazandığı başarı üzerine sinema uyarlamasını bizzat yapmayı başlarda kafasına koymuş esasında fakat arada menajerinin önerisi ile dizi işlerine girmeye karar verip çok da başarılı olamamış "Jericho" isimli diziyle iki sezon vakit geçirdikten sonra tekrar kitabının uyarlamasına odaklanabilmiş. Arada kitabın haklarını satın almak isteyen birçok yapımcıyı reddeden Chbosky çok kişisel olduğunu söylediği bu eseri uyarlayan kişinin kendisi olmasında ısrarcı olmuş.

 

Yazarın kendinden izler taşıyan klinik depresyondan muzdarip Charlie'nin (Logan Lerman) liseye başlamasıyla başlıyor Chbosky'nin öyküsü. İçine kapanıklığından ötürü ortama uyumu sağlamakta zorlansa da üvey kardeş olan Patrick (Ezra Miller) ve Sam (Emma Watson) ile tanışması ve bu ikili tarafından kol kanat gerilmeye başlanmasının ardından biraz gevşemeye başlıyor Charlie. Bu noktada Sam ve Patrick ile olan ayrı ayrı olan iletişimleri üzerinden ilerliyor Charlie'nin öyküsü. 90'lı yıllarda bir lisede geçen öykü o dönemde aleni bir şekilde gay olan Patrcik'in bu yönünü gizleyen Brad (Johnny Simmons) ile olan ilişkisin gayri ihtiyari öğrenen Charlie, bunun yansımaları okulda bir kavgaya yol açtığında da kendisini hengamenin ortasında buluyor. 11 yaşındayken babasının patronu tarafından taciz edilmiş Sam'e karşı bariz ilgi duymasına rağmen Sam'in hayatında başka biri olması sebebiylekendisine ilgi duyan yegane kişi olan Mary Elizabeth (Mae Whitman) ile bir ilişkiye giren Charlie, duygularını kontrol edemeyince hem Sam'i hem de kız arkadaşını küstürmeyi başarıyor. Her iki karakterle olan ilişkisi Charlie'yi tekrar depresyona batağına sürüklemeye başlarken erkek arkadaşı tarafından aldatıldığını öğrenen Sam'le tekrar bir araya gelmesi sonrasında ortaya çıkan fiziksel yakınlaşma Charlie'nin geçmişinde bastırdığı travmaların da gün yüzüne çıkmasına sebep oluyor.

Yaşadığı bir ayrılıktan hareket ederek yazdığı kitabının temel çıkış noktasının "bir insan neden kendine kötü davranılmasına izin verir?" sorusu olduğunu söyleyen Chbosky bunun cevabının herkes layık olduğunu düşündüğü sevgiyi kabul etmesi olduğunu söylemiş verdiği röportajlarda. Dolayısıyla kitabın ve filmin kişi bir şekilde kendisini sevmeyi başaramadıkça hayatına anlam ve bütünlük katan bir ilişki içerisine girmesinin mümkün olamayacağı şeklinde bir ana fikre sahip olduğu ve bu mesajın Charlie çerçevesinde işlendiğini söylemek mümkün. Taciz mağduru Charlie bir başka kurban Sam'e ilgi duyarken karşılık bulamayacağını düşündüğü için kendisine ilgi gösteren Mary Elizabeth'e sarılıyor bir nevi ki o kız da kendisini sevmeyen biriyle bir ilişkiye girmiş oluyor böylelikle. Fakat bunun diğer karakterler için geçerli olduğunu söylemek güç. Sam erkek arkadaşının kendisini aldattığını öğrenir öğrenmez dehliyor, Patrick de her ne kadar Brad ile sorunlu bir birlikteliğe sahip olsa da orada dramanın kaynağının kendisinden çok karşı taraf olduğu aşikar. Yani gerek Sam gerekse de Patrick çok da kendileri ile sıkıntılı bir tip görüntüsü vermiyorlar. Tam aksine, her ikisi de popüler, göz alıcı ve kendilerinden emin birer karakter algısı oluşturuyorlar. Dolayısıyla tüm olay, psikolojisi hali hazırda bozuk bir karakterin etrafındaki insanların kendisininkine nispetle ufak sorunlarını da abzorbe edip kendisini daha da batağa sürüklemesinin öyküsü oluyor bir nevi.

Filme dair şahsen benim bir başka problemim de kişisel ya da yaşanmışlıkler itibariyle marjinal addetmemizde bir beis olmadığını düşündüğüm bir grup insanın lise bunalımlarını izlerken şahsen kendime dair bir şey bulamamış olmam. Filmin batıda bir çok genç insan tarafından sevilip benimsendiğinin farkındayım, muhtemelen bu kitle kendilerinden birşeyler bulmuşlar ki eser bu ilgiye mazhar olmuş. Öte yandan bu gerçek, hikayenin bir izleyici olarak benim gerçeklerimle çok da alakalı olmadığı gerçeğini de değiştiremiyor. Öykünün merkezindeki Logan Lerman-Ezra Miller-Emma Watson üçlüsünün yanı sıra yan rollerde Paul Rudd, Dylan McDermott, Melanie Lyskey, Nina Dobrev, Mae Whitman, Joan Cusack ve Tom Savini'den müteşekkil görkemli oyuncu kadrosunun üstün çabaları da bu durumu değiştiremiyor maalesef. Ortalama filmlerin görüntü yönetmeni Andrew Dunn'ın görsel olarak bir etkileyiciliği olmayan görüntü çalışmasının da hikayenin kusurlarını kapatmaya yardımcı olmadığı da bir gerçek.


İyi bir çıkış noktasından hareketle yazılmış, yönetilmiş ve oynanmış bir film olsa da hikayesi itibariyle belli bir çapta izleyiciye hitap etmeye mahkum bir film "The Perks of Being a Wallflower". Birçokları için sevecek çok şey var ama genele hitap edecek kadar çok cazibeli bir yanı yok. Belki "Imaginary Friends" ile daha geniş bir erişmiş bandına sahip bir iş ortaya çıkartır Chbosky, bekleyip göreceğiz.