Çarşamba, Ekim 30, 2019

The Fan (1996) - Tony Scott


"Sıtkı sıyrılmış fanlar" alt kategorisinin bir başka örneği olan "The Fan" babasının kurucularından olduğu bir bıçak yapım şirketinde satıcı olarak çalışan Gil Renard (Robert De Niro) isminde bir adamın hikayesini anlatıyor. Daha bu tariften Gil'in  hayatında işler pek yolunda gitmemiş bir adam olduğunu çıkarmak mümkünken film bize ilk 45 dakikası ile durumun bu hale gelmesinde Gil'in karakterinin ne denli payı olduğunu da etraflıca gösteriyor. Yani zerre ilgilenmedikleri sıfatlarından anlaşılan adamlara tertibat satmaya çalışırken Gil'le özdeşleşip ona üzülüyorsunuz ama aynı zamanda maça götürdüğü oğlunu bir alıcı ile görüşmek için stadyumun ortasında bırakıp giden birisi olduğunu da görünce bu sempatiniz baltalanıyor haliyle. Görünüşe bakılırsa çocukluğundan beri önceliklerini ayarlamakta zorlanmış, ilkokulda hevesle oynadığı beyzbol hayatı bir rahatsızlığı nedeniyle sona erince hayalini kurduğu atletik kariyerin oluşturduğu boşluğu tuttuğu takım olan NY Giants'a yönelik fanatizmi ile kapatmaya çalışmış bir adam. Sorumsuzluğu ile sevimsiz bir kişilik ama hayal kırıklıkları ile ister istemez üzüldüğünüz bir insan. Bu algı Gil'in saplantısının takıma yeni transfer olan ve pek de iyi performans sergileyemeyen Bobby Rayburn'e (Wesley Snipes) ve Rayburn'ün takım içindeki en büyük rakibi olan Primo'ya (Benicio Del Toro) kayması ile değişmeye başlıyor tabii.


Söylenenlere bakılırsa "The Fan" Tony Scott'ın sadece Robert De Niro ile çalışmak için kabul ettiği bir filmmiş, onun haricinde ne beyzbol sporuna ne de hikayenin kendisine herhangi bir ilgisi yokmuş. Hal böyle olunca yönetmen "Crimson Tide"da birlikte çalıştığı ama nedense sonra bir daha bir araya gelmediği görüntü yönetmeni Dariusz Wolski ile birlikte "The Fan"ı  sıradaki projeleri için düşündüğü ekipman ve çekim teknikleri için bir deneme tahtası olarak  kullanmaya karar vermiş. Yani Scott'ın tarz denemelerinin suyunu çıkardığı "Man on Fire" ya da "Domino" gibi filmlerin temelinin atıldığı yapım denebilir "The Fan" için. Yönetmenin gelecekte ne yapacağını bilemeyen eleştirmen takımı da klasik ve klişe kabul edilebilecek bir hikayeyi 3 saniyeden uzun olmayan planlarla anlattığı için bolca yermişler filmi vaktinde. Halbuki tam da bu nedenle sayısız benzerlerinden ayrılmayı başaran bir yapım "The Fan". Gerçi finale kadar bol bol sarktığı oluyor ve iki saate yaklaşan süresinden bir yarım saat daha kısaltılsa birşey kaybetmeyebilirmiş. Öte yandan yönetmenin kafasındaki vizyonun bir demosu olarak görülebilecek (SPOILER!!!) Gil'in Rayburn'ün oğlunu rehin tuttuğu yağmura bulanmış maç sekansının tamamından müteşekkil son 15 dakikalık bölüm, atmosferi, görselliği ve stilizeliği ile  bu kusurları unutturuyor. 


Eldeki materyalin çok çok üstüne çıkan aktör kalibresi de filmin lehine işleyen bir faktör. Rayburn rolü teklif edilen Brad Pitt ve Wesley Snipes'ın da talip olduğu Gil karakterinde De Niro yavaş yavaş dengesini kaybetmeye başlayan bir loser psikopat olarak seyirciyi germeyi başarıyor. Hikayeye züppe bir yıldız olarak başlayıp farklı farklı streslerle mücadele ederken bir de Gil'le uğraşmak durumunda kalır hale gelen Rayburn karakterinde Snipes da çok iyi. Ellen Barkin ve John Leguizamo da kadronun diğer ışıldayanları. Zamanında sağlam bir seri yakalamış olan yönetmeni ("The Last Boy Scout", "True Romance","Crimson Tide") ve başrol oyuncusu ("Heat","Casino") için bir gerileme olarak değerlendirilmiş, gişede de çok yüzü gülmemiş olan "The Fan" kusurlu olsa da o dönem algılandığı kadar bir hayal kırıklığı da değil. Biraz daha üzerinde oynanmış olsa daha iyi olacakmış o kadar.