Salı, Eylül 18, 2018

Throwback Twenty: Saving Private Ryan+The Thin Red Line


"Er Ryan'ı Kurtarmak" 98'in Eylül ayında Türkiye'de gösterime girmişti, ABD'de gösterime girdikten 2 ay sonra. "İnce Kırmızı Hat"ın gösterime girişi ise bir sonraki yılın Şubat ayını bulmuştu, gene 2 ay kadar farkla.  O yılın ödüllerinde ikisi bir hayli kapışmıştı. Çoğu eleştirmen geriye dönüp baktığında 1998 yılına damga vurmuş bu iki savaş filmi içinden -"SPR"ın kalitesini de teslim ederek tabii- "The Thin Red Line"ın muadilinden üstün olduğunu iddia etmekte. Şahsi kanaatim ise bunun tam aksi yönünde.


Terence Malick 70'lerde çektiği 2 filmle efsane olmuş, sonrasında ise 20 yıl süren bir sessizliğe bürünmüş bir yönetmen. O sebeple "İnce Kırmızı Hat"ın çekileceğini duyan çoğu yıldızın Malick'le çalışmak için sıraya girdikleri bilinen bir gerçek. Seyirciler için bu ayrıntının önemi ise Malick'in önceki filmlerine yetişmemiş, başka mecralarda da izleme olanağı bulamamış bizim gibi o dönemin genç sinemaseverlerinin Malick sinemasıyla tanışmalarının ilk bu filmle gerçekleşmiş olması. O yüzden bir çoğumuz John Toll'un muhteşem görüntüleri eşliğinde savaşın ortasında sıkışıp kalmış askerlerin iç geçirişlerine, düşüncelerine tanıklık etmekten büyük keyif almıştık vakti zamanında, daha önce görmediğimiz bir şeydi bu. Fakat Malick'in kariyerinin "İnce Kırmızı Hat"tan sonra aldığı şekle tanıklık etmiş birinin bu yokuş aşağı gidişinin ayak izlerini bu filmde görmemesi imkansız.  İlk dinlendiğinde etkileyici gelen felsefik sorgulamaların bugün kulağa kasıntı ve gösterişçi gelmesinden tutun da Ben Chaplin'in karakterinin karısına dair flashbacklerde olduğu gibi nerede duracağını bilemeyen bir kamera kullanımı ve oyuncuların birbirlerine boş boş jest ve mimikler yapması gibi nice ayrıntının sonraki yıllarda Malick'in filmleri istila edip çekilmez kılan noktalar olduğu bir çok sinemaseverin gözünden kaçmayacaktır.  Gerçi bugün Malick'i modern sinema filozof-ozanı olarak gören de çok ama yakın zamanda katıldığı bir söyleşide sıradaki filminde bugüne kadar benimsemiş olduğu tarzını değiştireceğini ve daha senaryoya sadık bir yaklaşım güdeceğini düşünürsek kendisinin de gidişatından çok memnun olmadığı sonucuna varılabilir herhalde.



Filmlerini senaryoya sadık kalarak değil de çekim ve kurgu esnasında ortaya çıkarmasıyla bilinen -ki filmlerinin lüzumsuz derecede uzun olması da bunun yan ürünlerinden biri-, bu yüzden çoğu yıldız ismin çekimlere iştirak etmesine rağmen filmlerinde yer almaması ya da cameo statüsüne düşmesiyle ünlü Malick'in, burada başta uyarlanan kitabın yazarı James Joyce temel alınarak oluşturulmuş, Adrian Brody'nin canlandırdığı karakter üzerinden filmi şekillendireceği düşünülürken, sonrasında hikaye çatısını Jim Caveziel'in canlandırdığı karakter üzerinden kurduğu çokça anlatılan bir anektod filme dair. Geçenlerde youtube'da filmden kesilen aktörlerden Mickey Rourke'un Caveziel'le olan kısacık sahnesini izledikten sonra söyleyebilirim ki, Rourke'un o 2 dakika içerisinde sergilediği oyunculuğu tüm filme yayılmış halini görememek büyük bir hayal kırıklığı, zira canlandırdığı keskin nişancı karakterinin hikayesi şahsen filmde gördüğüm çoğu karakterden daha fazla merak uyandırdı bende. Ama ne yazık ki şu aşamada bunları izleme imkanımız yok. Malick'in ilgi çekici bulduğu kişi ve hikayelerin seyirci olarak bende karşılık bulmama olasılığı yüksek, kim bilir sonraki filmlerinde de daha böyle nice performanslar ve karakter çalışmaları heba oldu. 


Buraya kadar yazdıklarımdan sanki filmi komple gömüyormuşum gibi anlaşılabilir, öyle bir niyetim yok. John Toll'un görüntü yönetimi her zaman olduğu gibi üst düzey. Başta Elias Koteas, Nick Nolte ve Sean Penn olmak üzere filmde görünebilmeyi başaran çoğu aktör kalbur üstü iş çıkarmışlar. Savaş fonunda aktörlerin varoluşlarını sorguladıklarını görmenin 20 yıl sonra etkisi azalmış olsa da tümüyle ortadan kalkmış değil, belli bir şiirsellik düzeyini hala koruyor film ki Malick'in hakkını teslim etmek lazım o noktada. Söylemeye çalıştığım filmin kötü olduğu falan değil zaten, sadece hatırlığımız bir çok iyi özelliğinin yönetmenin sonraki filmlerini izlemiş bir izleyici için aynı etkileyiciliklerini muhafaza etmesinin zor olabileceği.



Öte yandan Spielberg'in filmini 20 yıl önce şahane yapan tüm hususiyetleri bugün hiç eskimemiş olarak yerindeler. Zamanında beraber izlediğim arkadaşlarımı ve beni film arasında "o neydi ya öyle" dedirten Omaha çıkışı sahneleri bugün ilk kez filmi izleyen biri için de aynı vuruculuklarını koruyorlar. Hatta bu sahnelerdeki yönetmenlik gösterinin son 20 yılda bir çok kez taklit edilmeye çalışıldığını ama henüz aşılamadığını söylemek mümkün. Filmin basit ve kolay  takip edilebilir hikayesini fona alan, makul bir çoğunluğu çatışma sahnelerinden müteşekkil uzun bir muharebe filmi olması filme bir sadelik ve yalınlık katıyor. Silahların patlamadığı sessiz sakin anları da karakterlere ayırarak, her birine özenle ışıldayabilecekleri bir süre vermeyi ihmal etmiyor Spielberg. Bu sebeple bu adamlarla takılmak, aralarındaki geyiklere ortak olmak istiyor, başlarına bir şey gelir diye endişeleniyor, sağ salim evlerine dönebilsinler istiyoruz. Tam da bu noktada bir çok hayatın sebil gibi yitip gittiği bir ortamda bir adamın hayatı için bir tabur askeri riske atmanın değip değmeyeceği sorusunu da kafamıza başarıyla kazımayı beceriyor film. Janusz Kaminski'nin görüntüleri ve renk paletleri bugün 2.dünya savaşı deyince aklımıza beliren imajlar için bir veri noktası olmuş durumda. Ve oyunculuklar... Tom Hanks kariyeri boyunca bir çok unutulmaz role büründü ama Captain Miller benim gözümde canlandırdığı en unutulmaz karakter olarak kalacak muhtemelen. Taburundaki askerlere bir abi, bir baba ve bir lider olabilen, etrafındaki bataklıktan kurtulmanın yegane yolunun gerekirse daha fazla çamura bulanmaktan geçtiği gerçeğiyle yüzleşebilecek olgunlukta, ama aynı zamanda bunun getirdiği sonuçların getirdiği yükün altında da yer yer ezilen, son derece ince oluşturulmuş, şahane bir oyunculuk gösterisi. Hanks dışındaki oyuncular da karşılarındaki üstadın kalibresine ulaşabilmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Kariyeri uyuşturucu belasına çöpe gitmiş Tom Sizemore istediğinde ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu gösterebiliyor. Edward Burns'ün ne öncesinde ne de sonrasında bir daha böyle bir kaliteli işe imza attığını sanmıyorum. Her zaman ilgi çekici olmayı başarabilmiş karakter aktörleri Barry Pepper, Adam Goldberg, Giovanni Ribisi ve özellikle Jeremy Davies; kariyerlerinin başında olan bugünün yıldızları Vin Diesel ve Matt Damon, her biri filmin seyir kalitesini arttırıyorlar performanslarıyla. Bugün izlediğimde filmde bana yegane batan nokta, en can alıcı muharebe anlarında patlak veren komik anlar oldu. Bunlara komik demek ne kadar doğru, bunları filme dahil ederken seyircinin gülmesi mi amaçlanıyordu tam emin değilim ama  başına isabet eden kurşundan miğferi sayesinde kurtulan askerin şaşkınlıktan miğferini çıkarır çıkarmaz başından vurulması; Mellish'in Alman askeriyle canı için mücadele ederken odadaki ölümle can çekişen bir başka askerin üzerinde güreşmeleri gibi sahneler, filmin genel havasına bütünüyle zarar vermeseler de pek de oturmuyorlar. Kim bilir, belki de Spielberg tüm bu kan revanın ortasında Coenvari bir kara mizah yakalamaya uğraştı belki de..


"İnce Kırmızı Hat"ın "Er Ryan'ı Kurtarmak"tan üstün olduğu yegane nokta olan Hans Zimmer'in müziklerine de değinmeden yazı bitmesin. John Williams'ın "SPR" müziklerine dair akılda hiç bir iz kalmazken  "TTRL"ın seyirci üstünde oluşturmaya çalıştığı buğulu havayı belli ölçüde tutturabilmesinde en büyük pay Zimmer'e ait desek yanlış yapmış olmayız. Albüm bütün olarak Zimmer'in en iyi işlerinden sayılmaz, parçalar bir hayli uzun ve yer yer kendini tekrar eder mahiyetteler ama artık bugün bir klasik haline gelmiş "Journey To The Line" ve "Silence", belli ölçekte de "Lagoon" ve "Light" albümün hem büyük bir çoğunluğunu oluşturuyor, hem de unutulmaz kılıyorlar.