District 9 Neil Blomkamb’ın ilk sinema filmi. Peter Jackson’ın yapımcılığında gerçekleştirilen filmin yönetmeni, ilk başta gene Jackson’ın yapımcılığını üstlenmesi planlanan “Halo” oyununun sinema uyarlaması için düşünülmüş, o proje iptal edilince Blomkamb’ın kısa filmi “Alive in Joburg”tan uyarlanan District 9’ın gerçekleştirilmesine karar verilmiş. Kısa filmde bir uzay gemisinin Johannesburg semalarında zuhur etmesine insanların ilk tepkilerini konu edinen yönetmen, “D9”da bu durumun 20 yıl boyunca sürmesi halinde nasıl bir hale bürüneceğine dair bir fikir teatisine gitmiş ve ortaya çok ilgi çekici bir sonuç çıkmış.
Aradan geçen 20 yılın ardından, gemilerinin bozulması hasebiyle dünyadan ayrılamayan uzaylılara, District 9 adı verilen bir bölgede sığınma hakkı veriliyor ve zaman içinde bu bölge gettolaşıyor. Haliyle artan suç düzeyi, şehir halkının süre zarfında pekişmiş “yabancı düşmanlığı” gibi faktörlerin etkileriyle uzaylıların bu bölgeden görece daha güvenli bir bölgeye tahliye edilmelerine karar veriliyor. Film işte bu kararın alınmasından sonraki süreçte yaşanmış beklenmedik gelişmeleri konu edinen bir belgesel gibi başlıyor. Tahliye işini yürütmekle görevlendirilen Mikus van de Merwe’ye odaklanan kamera bir yandan onun D9’daki mesaisini takip ederken bir yandan da çeşitli uzmanların görüşlerini aktararak içinde bulunulan durumun altyapısı hakkında gerekli verileri seyirciye aktarıyor. Filmin belli bir yarısını kapsayan bu mockumentary, hatta geçende bir eleştirmen tarafından daha doğru bir şekilde ifade edildiği üzere fauxmentary (sahte belgesel) bölüm, filmin ele aldığı konu ve bu konuya yaklaşımı itibariyle cuk oturan bir anlatım tercihi.
Anaakım sularda gezinen bir konuyu mütemadiyen sallanan bir kamera eşliğinde ele alma hali olarak –kabaca- özetlenebilecek belgeselci anlatım tarzı, Paul Greengrass’in “Bourne” serisindeki muazzam başarısı sağolsun, sıkça karşımıza çıkar oldu. Bu sıklığın getirdiği bir bunalma haline, bu tarzın alameti farikası olan kamera kullanımı neticesinde ortaya çıkan yorucu - bazı sahnelerde neler olup bittiğini takip etmek cidden güç bir hal almakta - film izleme süreci de eklenince, çok da filmin hayrına işlemeyecek gibi duran bu anlatım tercihi, filmin bütünü ele alındığında olabilecek en uygun tercih halini alıyor. Bunun en önemli nedeni, filmin “dünya uzaylıların zorunlu durağı olsa nasıl olurdu” sorusuna dair bir kurmacadan ziyade bir “öngörü” niteliğinde oluşu. Filmden çıkıp izledikleriniz üzerine düşündüğünüzde “böyle bir olay gerçekten meydana gelse muhtemelen bunlar olurdu” sonucuna varmanızı sağlayacak derecede güçlü bir yapıt var karşımızda. Özellikle ana karakterin uzaylıların barınağında bulduğu sprey tarzı maddeye maruz kalması sonrası gelişen süreç, filmin temel savlarını en güçlü şekilde vurgularken, insan doğası üzerine şahane bir incelemeye dönüşüyor. Uzaylılarla ilişkileri yürütme niyetiyle kurulmuş olan, ama asıl gayesi uzaylıların teknolojisini, özellikle silah teknolojisini ele geçirmek olan - uzaylılar genetik bazlı silahlar kullanıyorlar, silah sadece bir uzaylının elindeyken ateş alıyor – MNU isimli kuruluşun bir çalışanı olan Mikus, o meşum olay neticesinde çalıştığı kurumun inceleme konusu haline geliyor. Zira maruz kaldığı maddenin etkisiyle yavaş yavaş bir uzaylıya dönüşen Mikus, MNU’nun arayıp da bulamadığı, hem insan hem uzaylı DNA’sına sahip bir “melez”, uzaylıların silahlarının kullanabilmesini sağlayacak bir hazine halini alıyor. Mikus'un üzerinde yapılan çeşitli araştırmaların sergilendiği bölüm, istedikleri şeyi elde etme yolundaki hırsları neticesinde resmen gaddarlaşan insanoğlunun neye dönüşebileceğine, ya da belki daha farklı bir şekilde ifade etmek gerekirse aslında gerçekte ne olduğuna dair, insanlar için asıl korkulması gerekenin bir yabancı saldırısından ziyade insan doğasının bizzat kendisi olduğunu vurgulayan, gayet iyi işlenmiş bir sekans. Filmin en özgün taraflarından biri olan mekân olarak Güney Afrika'yı seçme tercihi, kimi kaynaklarda filmin bir apartheid rejimi alegorisi olarak algılanmasına sebebiyet verdi ki çok yersiz bir çıkarım da sayılmaz. Fakat film, ele aldığı yabancı düşmanlığı ve bunun neticesinde ortaya çıkabilecek cinnet hali gibi temalarıyla, aynı zamanda bir 11 Eylül alegorisi olarak da okunabilecek donanıma sahip. Ana karakter Mikus’tan tutun da ordu mensupları ve sivil halka kadar uzanan, filmde karakterlerin aşağılama amaçlı kullandıkları ifadeyle “karides”lere yönelik bu tabiri caizse zıvanadan çıkmışlık durumunu yansıtmaktaki başarısı neticesinde film, aslında tür olarak “insan”a dair o kadar temel saptamalar içeriyor ki, içerdiği göndermeler tüm insanlık tarihine bile mal edilebilir.
Filmin sahte belgeselden oluşmayan kısımları aksiyona ayrılmış ve bazı kaynaklarda filmin çok fazla aksiyon sahnelerine yaslanmadığı söylense de, özellikle Mikus’un MNU’nun tesisinden kaçtığı bölüm sonrasında hatırı sayılır ölçüde hareketli sahne mevcut. Bu sahneler de görsel tercihleri itibariyle filmin bütüncül yapısıyla uyumlu, seyirciyi etkilemektense tüm karmaşaya ortak etmeyi amaçlayan bir niteliğe sahip. Makul bir bütçe ile çekilen filmin, bir diğer artısı böcekler temel alınarak gerçekleştirildiği aşikâr olan uzaylı tasarımları, uzay gemisi vb. özel efektlerin filmin tüm o haber-belgesel programı gibi hazırlanmış yapısına başarıyla yedirilmiş olması.
Neticede senenin ve belki de 2000li yılların en iyi filmlerinden biri olan “District 9” bilim-kurgu sinemasına taze bir soluk getirirken, uzun zamandır muzdarip olduğumuz iyi film açlığını da gidermemize yardımcı oluyor.