Pazar, Ocak 10, 2010

Hollywood’da Müslüman Betimlemeleri: The Siege Vs.Traitor


Arapların ve genel olarak Müslümanların betimlenme biçimi Hollywood’daki en büyük stereotipilerinden biri. Edward Said’in genel hatlarla çerçeveleyerek bizlere aktardığı oryantalist bakış açısının günümüzdeki en iyi örneklerini Amerikan film sektörü veriyor olsa gerek. Kevin Costner’ın “Robin Hood”undaki Morgan Freeman tarafından canlandırılan Emevi “Azim” karakteri gibi bir iki nadir örnek dışında (ki o karakterin de Suudi Arabistan’ın Körfez savaşındaki desteği sonrası ağızlarına bir parmak bal sürmek amacıyla oluşturulduğu söylenir) genelde Hollywood filmlerinde Müslümanlar Araplarca temsil edilir, hep terörizm, savaş, işkence gibi olgular çerçevesinde hikâye edilir.

Bunun en muhtemel sebebi petrol mevzusunu bir kenara koyarsak Amerika’nın ve genel olarak batının Müslüman toplumlarla ilişkisinin bu gibi olaylarla bezeli olmasıdır. Burada sadece Amerika tarafından uygulanan bir savaş ve işkence ortamı kastedilmemektedir, söylenmek istenen Arapların batı toplumlarında hep savaş ve bunun türevi durumlarla gündeme geldikleri ve ortalama bir batılının Araplara ve Müslümanlara yönelik algılamasının daha başka bir şekilde şekillenmesinin pek olası olmadığıdır. Hele bir de yüzyıllara dayanan oryantalist altyapı da hesaba katıldığında durum daha da bir kaçınılmaz hal alır. Nispeten olumlu bir karakter olarak resmedilen “Lost” dizindeki Sayid karakteri bile işkence ve savaş suçları gibi unsurlarla bezeli bir geçmişe sahip olarak tasarlanmıştır. Karakterin göreceli olumluğu da bir post 9/11 etkisi olarak ele alınabilir. Zira 11 Eylül hadisesi birçok açıdan olduğu gibi ele aldığımız konu açısından da bir dönüm noktası teşkil etmektedir.




Amerikan halkı için o tarihe kadar kendi aralarında didişen kavimlerden ibaret olan Arap toplumları 11 Eylülden sonra Amerikan yaşam tarzına yönelik en büyük tehdit olarak servis edilmeye başlandı. Akabinde gelişen Afganistan ve Irak’a yönelik işgallerle birlikte Ortadoğu meselesi Amerikan halkının gündelik meselelerinden biri haline geldi. Bu iki yönlü bir etki oluşturdu; birincisi Ortadoğu’ya ve Müslümanlara yönelik hâlihazırda mevcut olan önyargılar pekişti, bir bakıma sağlaması alınmış oldu (Bkz. The Kingdom). Bunun aksi yönde oluşan etki ise bu denli tehlikeli addedilen bu kültürü anlamaya çalışma şeklinde hasıl oldu. Bunun Hollywood’daki tezahürüne ise nihayet bu yıl şahit olabildik; komedi filmlerindeki performansıyla tanınan Steve Martin’in bir fikrinden yola çıkarak senaryolaştırılan Jeffrey Nachamonff yönetimindeki “Traitor”.



Filmi tekil olarak ele almaktansa 11 Eylül’den üç yıl önce çekilmiş ve sadece zamanlamasıyla dikkat çekici bir yapım olan “The Siege” isimli filmle karşılaştırmalı olarak ele almak daha doğru olacaktır. “The Siege” filmi çoğu Filistinli Arap teröristlerin Amerika’yı sarsan terör eylemlerini konu eder. Filmdeki teröristler çoğunlukla fiziksel olarak gösterilmez, eylemleri itibariyle filmde yer alırlar. Özellikle otobüs bombalama sahnesinde etkileri doruğa ulaşan bu anlatım tercihi teröristlerin insanlardan müteşekkil bir topluluk olmaktan ziyade “saf kötülük”ün birer temsilcisi gibi tasvir edilmesine yol açmaktadır. Filmin temel savı Amerikan gizli servislerinin Ortadoğu’daki alengirli işlerinin faturasını bir gün Amerikan halkının ödeyeceğidir. Arap teröristlere bomba yapmayı zamanında Amerikalı ajanlar öğretmişlerdir, kendi güdümündeki yöneticileri iktidara getirmek için bunları maşa olarak kullanmış, işleri bitince de onları harcamışlardır. Kandırıldıklarına inanan teröristler de bunun bedelini ödetmek için saldırılarını Amerika’nın kalbine yöneltmeye karar vermişlerdir. Hikâyedeki Müslümanların işlevi bundan, yani orta doğuda ya da ABD’de terörist eylemler düzenlemekten ibarettir (Beyrut asıllı Şii FBI ajanı bu noktada istisna sayılabilir gibi görünse de bu karakterin hikâyeye politik doğruculuk maksatlı eklendiği aşikardır). Ordunun bir nevi yasal darbe yaparak yönetimi ele alması ve teröristlerin profiline uyan tüm şüphelilerin bir toplama kampına alınmasıyla nispeten ilginç bir görünüm kazanan ve daha insaflı bir yapıya bürünür görünen film, bir teröristin işkence yapılarak sorgulanması esnasında Denzel Washington’ın Bruce Willis’ce canlandırılan komutana attığı tiratla (“böyle yaparsak ‘onlar’ kazanır”) tekrar eksenine oturur. Film ordu komutanın yasalara aykırı hareket etmekten tutuklanması ve teröristlerin elebaşının öldürülmesiyle son bulur. Başta da söylediğimiz gibi sadece zamanlamasıyla ilginç bir film olan “The Siege” IMDB sitesinde yer alan bir bilgiye göre 11 Eylül sonrası DVD’si en çok kiralanan filmlerden biri olmuştur.



“Traitor” da ilk bakışta benzer tarzda bir film görüntüsü vermektedir. Ortadoğu merkezli bir terör örgütü ve giriştikleri eylemler, örgüte yeni katılan bir bombacıyı merkeze alarak anlatılır. Don Cheadle tarafından canlandırılan başkarakter Samir, filmin benzerlerinden ayrıldığı noktayı teşkil eder. Baba tarafından Sudanlı olan Samir, 12 yaşındayken babasını bir bombalama olayıyla kaybedince ABD’de büyümüş, orduya katılmış ve bomba uzmanlığı edinmiş bir Müslüman’dır. Ordudan ayrıldıktan sonra ABD’de yaşamını sürdüren Samir, günlük ibadetlerini ifa etmesinin bazı meslektaşlarını rahatsız etmesi sonucu sudan bir gerekçeyle işinden uzaklaştırılır. Filmin ilk yarısı Samir’in hikâyesinde bu noktadan sonrasının Samir’in radikalleşmesiyle sonuçlandığı yönünde bir izlenim uyandırır zira Samir, bir terör örgütüne bomba satarken FBI’ce tutuklanır, hapishaneye atılır, bomba sattığı örgütçe hapishaneden kaçırılır ve bu örgüte katılarak bombalama eylemleri gerçekleştirmeye başlar. Filmin ikinci yarısında Samir’in ABD gizli servisince bu örgütlerin içine yerleştirilen bir ajan olduğunu öğrenmemizle hikâye farklı bir hüviyete bürünür. Bombalama yapacağı yerleri önceden bildiren Samir, hiçbir can kaybının olmayacağına dair garanti alsa da eylemin birkaç masum insanın ölümüyle sonuçlanması üzerine üstlendiği görevi sorgulamaya başlar. Kendisi sebep olduğu ölümlerle alakalı suçluluk duyarken kendisinden devam etmesinin istenmesi üzerine gizli servisle de bağlarını kopartma noktasına gelen Samir, görevlendirildiği yeni bir eylemde gerçek bombalar kullanmak durumunda kalacaktır. Filmin finalinde Samir örgütün üst düzey yöneticilerini öldürür, planlanan bombalama da Samir’in yaptığı bir hamleyle ölçeği küçültülmüş olsa da gerçekleşir. Bu olay sonrası FBI’ce tekrar kendileri için çalışması yönünde teklif alan ve teklifi reddeden Samir’in camide ibadet görüntüleriyle film sonlanır.



Başta da belirttiğimiz gibi filmin ayrıksı yönünü teşkil eden Samir karakteri, bir Hollywood filminden beklenmeyecek biçimde derinlemesine işlenmiş bir Müslüman figürdür. Hem FBI’ın hem de terör örgütünün Samir’in geçmişi ile ilgili eşzamanlı araştırma yaptıkları bölüm senaristlerin başkarakterlerini ne derece iyi tasarladıklarının bir göstergesidir. Bunun yanı sıra filmde Samir’ce sarf edilen bazı replikler İslam’a dair öyle ince ayrıntıları barındırmaktadır ki yüzde doksanı Müslüman kabul edilen ülkemizde dahi birçok insanın bahsi geçen ince noktalardan bihaber olması muhtemeldir. Don Cheadle’ın üst düzey oyunculuğunun da iyi tasarlanmış senaryoya eklemlenmesiyle Samir kendi doğruları olan, bu doğrulardan güç alan, bu doğrular ışığında yaşamaya çalışan ama bu yolda yürürken iyi amaçlar uğruna çok yıkıcı sonuçlar verecek hatalar da yapabilen, etten kemikten, canlı bir insan hüviyetine bürünmüştür. Guy Pearce’ın canlandırdığı FBI ajanı aracılığıyla film ‘politically correct’ sulara yelken açar gibi olsa da “Traitor” ele aldığı meseleyi iyi irdeleyen ve derdini dramatik bir hikâye örgüsüyle ve yeterli bir sinema duygusuyla seyirciye aktarabilen bir film olmuştur. Neticede 2008’in en nitelikli yapımlarından biri olan film, ne yazık ki bu tarz diğer filmlerin akıbetine maruz kalmış, hak ettiği ilgiyi görmemiştir.