Pazar, Ocak 10, 2010

A Time To Kill


Joel Schumacher biraz hakkı yenen bir yönetmen. Başlangıcı 70’lerin ortalarına dayanan yönetmenlik kariyeri boyunca ‘8mm’ ve ‘Phone Booth’ gibi başyapıtlara ve daha birçok kalburüstü filme imza atmış olmasına rağmen hala birçok sinemaseverce ‘Batman’ serisini paçavra eden adam olarak hatırlanması üzücü. Belki de bu yüzden iki ‘Batman’ filmi arasında çektiği ‘A Time To Kill’, hak ettiği ölçüde dikkat çekmemiş olabilir.

Film bir John Grisham uyarlaması. Gene Schumacher’in elinden çıkma ‘Client’ dışında diğer birçok eseri Coppola,Pakula, Altman gibi önemli isimlerce sinemaya uyarlanmış yazarın özellikle 90’larda tavan yapmış olan popülaritesi 2000’lerde biraz durulmuş gibi görünüyor. Filmin hikâyesi ırkçılık konusunda sabıkalı bir geçmişi olan Amerika’nın güney eyaletlerinden birinde, Missisippi’de geçmekte. Samuel Jackson tarafından canlandırılan fabrika işçisi Carl Lee Hailey’nin 10 yaşındaki kızı Tonya marketten eve dönerken iki ırkçı beyaz tarafından tecavüze uğrar, dövülür, olabilecek en iğrenç şekilde aşağılanır.



Bu suçu işleyenlerin Amerikan mahkemeleri tarafından cezalandırılmayacağına kendini inandıran Hailey, adaleti kendi elleriyle uygulamaya karar verir ve duruşmaya geldikleri sırada iki suçluyu öldürür. Yapımın bundan sonrası mahkeme sürecini işler. Film ilk bakışta ırkçılık bazlı basit bir vigilante vakası ve buna dayalı olarak ilerleyen bir mahkeme filmi gibi görünmektedir. Ama bu basit yargı cümlesini aşan katmanlı bir yapıya sahiptir. Film ırkçılık hususundaki tarafını belirtmiştir, bu nedenle tarafların betimlenmesinde belli bir karikatürizasyon söz konusudur. Güneyli insanların siyahlara olan nefretinin kökenlerini çok da irdelemeyip bu karakterleri bu hal üzere resmetme şeklinde ortaya çıkan bu durum ‘Ghost of Missisippi’ gibi ırkçılık temalı birçok filmde ortak bir paydadır. Filmin ırkçılık olgusunu bu biçimde, tabiri caizse geçiştirmesindeki esas nedense, seyircinin dikkatini başka bir noktaya çekmek istemesinden kaynaklanmaktadır.

Film, en başından beri Hailey’nin, yani kendi başına adalet tesis etmeye çalışan karakterin tarafını tutmakta. Kurduğu dramatik yapı seyircisini yoğun bir biçimde bu karakterle özdeşleşmeye yöneltiyor. Vigilante filmleri genelde liberal beyinleri ürkütür, filmde konu edilen bireysel adalet fikri çoğunlukla faşizan olmakla suçlanır. Burada yapılan da genel olarak bu tarz diğer filmlerden farklı görünmüyor ilk bakışta. Ama filmin bizi başkarakterle bu derece yoğun bir biçimde özdeşleştirmesinin sebebi, onun haleti ruhiyesini en iyi şekilde kavramımızı, bu karakterin niye böyle bir eyleme giriştiğini anlamamızı istemesi. Hailey’nin hareket noktası küçük kızına reva görülen iğrenç şeyler değil. Onu harekete geçiren şey, kızına yapılanların adalet sistemi tarafından cezalandırılmayacağına olan inancı.



Bu ayrıntı, entelektüel kesimlerce çoğunlukla tu kaka edilse de genel seyirci kitlesince benimsenen vigilante filmlerinin düşünsel arka planını anlamak için de önemli bir nokta. Bu filmlerde ana karakterler asıl olarak adalet sisteminin işi olan suçu cezalandırma görevinin sistemce tam olarak ifa edilmemesi üzerine harekete geçmektedirler. Hukukun temel görevinin adaleti sağlamak, kasıtlı olarak işlenmiş suçlara caydırıcı cezalar vermek, toplumdaki diğer fertlerin bu durumdan ‘ibret’ almasını sağlamak ve suç işlemenin önüne geçmek olduğu düşüncesindeki vigilante filmleri, merhamet-adalet ikileminde tavrını adaletten yana koyar, yargı sisteminin asıl sorumluluğunun bu olduğunu hatırlatır. Yani genel olarak tüm o kişisel şiddetin arkasında daha adil bir yargı sistemine olan ihtiyaç ifade edilir. ‘A Time To Kill’i diğer vigilante filmlerinden ayıran nokta, meselesini daha derli toplu ve nitelikli bir biçimde ele alması ve aynı zamanda ırkçılık, önyargı gibi başka meselelere de eğilebilmesidir.

Hollywood’un ünlü kalemlerinden Akiva Goldsman tarafından yazılan senaryonun en dikkat çekici tarafı sağlam matematiği. 140 dakikalık süresi boyunca film bir saat gibi işlemekte. Bunda senaryo kadar hiçbir sarkma göstermeden ilerleyen kurgunun payı da yadsınamaz. Schumacher’in buradaki yönetmenliği ‘Phone Booth’daki gibi stilist bir yapıya sahip değil, daha ziyade hikayeye hizmet etme amaçlı bir işçilik söz konusu. Öykü perdede akarken yönetmenin dokunuşuna çok şahit olmuyorsunuz ama özellikle siyahlarla beyazlar arasındaki sokak gösterileri gibi belli başlı bazı sahnelerde kendini belli ettiği söylenebilir. Filmin en önemli kozlarından biri olan Matthew McConaughey, Sandra Bullock, Samuel L. Jackson, Kevin Spacey, Ashley Judd, baba-oğul Sutherland’ler ve Patrick McGoohan’dan müteşekkil oyuncu kadrosu bile filmi izlemek için başlı başına bir neden.