Pazar, Ocak 31, 2010

Melekler vs. Şeytanlar


Dan Brown’ın “Melekler ve Şeytanlar” isimli kitabı Robert Langdon karakteriyle okuyucuyu tanıştıran ilk kitaptı. Ama ismini asıl duyurması ardılı niteliğindeki “Da Vinci Şifresi”nin tüm dünya çapında yakaladığı akıl almaz başarı sonrası gerçekleşti. Her ne kadar halefi selefinden daha ön plana çıkmış olsa da, son tahlilde “Melekler ve Şeytanlar” daha başarılı bir eserdir. Zaten her iki kitabı da okuduğunuz zaman Dan Brown’ın üslubunun sürekliliğini fark edersiniz. Gerçi Brown’ın yazınındaki bu süreklilik hali sonraki eserlerinde de devam etmiş ve bir nevi kabak tadı vermiş olsa da, dünya çapında bir okuyucu kitlesini bu kitaplara çeken şey de muhtemelen müthiş bir tempo duygusu uyandıran, okuyan kişiyi oturduğu yere çivileyip hikâyenin nereye gittiği hususunda meraka sevk eden bu üslup tercihi olmuştur.


İyi tasarlanmış ve çekilmiş bir Hollywood filmi izlemek gibidir Dan Brown okumak, hatta daha iyisi, zira hikâyenin tüm prodüksiyon kısmının hâkimiyeti size ait olup tüm her şeyi kafanızda tasarlayabileceğiniz için tatmin olmama gibi bir durumunuz yoktur. Zaten edebi eserlerin filmlerden üstün olduğu belki de öne tek taraf budur ve yine bu yüzden kitapların sinema uyarlamaları kitabın hayranlarını tatmin etmez, çünkü her okuyucu kafasında kitabın filmini kendi çeker ve perdede gördüğü şeyin kafasındaki imajlara uygunluğu neticesinde filmi değerlendirir. Sayısız farklı vizyonun söz konusu olduğu böyle bir durumda film yapımcılarının her bir izleyeni tatmin etmesi olanaksızdır haliyle. Muhtemelen bu kulvarda ulaşabileceğiniz en yüksek nokta Peter Jackson’ın mertebesidir ki onun çıkardığı işten de memnun olmayan LOTR hayranları çıkmıştı zamanında. İşbu noktada, hâlihazırda milyonlarca kişi tarafından okunup beğenilmiş, hatta hayran kalınmış “Melekler ve Şeytanlar” gibi bir yapıtı sinemaya uyarlamak işi başka bir uyarlama yapmaktan çok daha çetrefilli bir hal alıyor normal olarak. Üstelik daha önce “Da Vinci Şifresi”ni uyarlamak size nasip olduysa ve o zaman ortaya koyduğunuz iş her ne kadar gişede iyi iş çıkarmış olsa da (ki bu da nitelik hususunda ne derece sağlıklı bir göstergedir tartışılır, sonuç ne olursa olsun yapılan işi görmeye niyetli hazır bir izleyici kitlesi var sonuçta) büyük bir çoğunluğu tatmin etmekten uzak bir seyir izlediyse, üstesinden gelmeniz gereken önyargı katsayısı neticede bir hayli yüksek oluyor. İşte Ron Howard - Akiva Goldsman - Brian Grazer ekürisinin içine düştükleri ya da daha ziyade kendilerini soktukları durum bu.

Ron Howard da Akiva Goldsman da filmografileri iniş çıkışlarla dolu isimler. Goldsman hem “I Robot”, “A Time to Kill” gibi başyapıt mesabesindeki filmlerin, hem de “Batman Forever” ve “Batman and Robin” gibi ne idüğü belirsiz iki ucube filmin senaryo hanesinde görebileceğiniz bir isim. Ron Howard da arada “Ransom”, “A Beautiful Mind” (burada da Goldsman’la beraber çalışmışlardı) gibi kalburüstü işler çıkarmış olsa da “Da Vinci Şifresi” örneğinde olduğu gibi birçok filmi hoşnutsuzlukla karşılanmış bir yönetmen. Bu gelgitli kariyerlerine rağmen iki isimle alakalı söylenebilecek nihai şey hikâye odaklı sinema anlayışında belli bir düzeyi tutturacak yeterliliğe sahip oldukları. Dan Brown’ın bu iki eserinin hayranı bir insan olarak kanımca ilk filmde ortaya koydukları performans ortalamayı aşamayan bir seviyede olsa da elhak, yerden yere vurulacak kadar da kötü değildi. İkilinin ilk filmde yaptığı şey kitabın içindeki tüm aksiyon ihtiva eden dramatik öğeleri alıp filme şırınga etmek ve neticede eğlencelik mahiyette, hoş vakit geçirtmeyi vadeden ama çok ciddiye alınma beklentisi olmayan bir film meydana getirmekti. Oysa Brown eserleri her ne kadar best-seller olmalarıyla adlarını duyurmuş olsalar da kilise kurumunun öğretilerini tartışmaya açan bir içeriğe sahiptiler, zaten Vatikan da bu noktada tepkisini ciddi bir biçimde dile getirmişti. Film kitabın içindeki bu spekülatif noktaların üstünde durmaktansa küçük fırça darbeleriyle hikâyeye yedirmek suretiyle bunların üstünü törpülemiş, bir nevi mayınlı bölgenin etrafından dolaşmayı tercih etmişti. İlk filmde kullanılan bu anlatım tercihi birebir biçimde ikinci filme de sirayet etmiş durumda.


Melekler ve şeytanlar kitabı, kadim din bilim karşıtlığı üstüne inşa edilen bir olay örgüsüne sahip. Her iki tarafın da kendi argümanlarıyla yer bulduğu hikâye, belli bir tarafı tutmaktansa bu iki kutbu birleştirme noktasında bir seyir izlemekte. Özellikle bu bağlamda kimi bölümlerin çok iyi yazıldığı kitap, hareket alanının genişliği sayesinde bu hususta etraflıca kelam edebiliyor. Aynı hamleyi hikâyenin film uyarlamasından beklemek çok insaflı bir tavır olmasa da, kitabın barındırdığı bu hazineyi filmde lüzumunca değerlendirememek yapım ekibinin asla affa mazhar olmaması gereken en büyük günahı olsa gerek. Din, bilim, bu ikisinin insan hayatındaki yeri ve ekstradan kilisenin kurum olarak şaibeli tarihi üzerine zihin egzersizi niteliğinde bir film ortaya koyabilecek malzemeye sahipken bunu kullanamamak nerden baksanız kaynak israfı. İnsan ister istemez bu hikâye başka bir yönetmenin eline geçse nasıl olurdu diye düşünmeden edemiyor.

Bahsi geçen hususları kafanıza takmaz, önünüzdeki iki küsur saati iyi geçirmekle ilgilenirseniz film beklentilerinizi tatmin edebilir. İlk filmdeki gibi paldır küldür hikâyeye dalmaktansa daha yavaş bir giriş bölümünün tercih edildiği filmin temposunun iyi ayarlandığı söylenebilir. Kitaptan filme aktarılırken yapılan kimi kesintiler çok gereksiz olup karakterlerin motivasyonlarında boşluklar oluşmasına neden olurken bazı kesintiler de filmin hayrına hizmet etmiş ve finaldeki bomba sahnesi gibi başarılı bazı sinemasal anların ortaya çıkmasına vesile olmuş. Tom Hanks gene başarılı bir oyunculuk sergilemiş olsa da Langdon rolünde başka bir oyuncunun (misal Russell Crowe) yer alması daha başarılı bir kasting hamlesi mi olurdu sorusu zihinlerdeki yerini koruyor.