Pazartesi, Mart 26, 2018

Mindfuck Beklerken Uyuyakalmak: Annihilation


Meteorumsu bir cisim dünyaya çarpıyor ve çarptığı bölgede bilim insanlarının "shimmer" diye adlandırdıkları bir alan oluşuyor. Burası bir yasak alan ilan ediliyor ve incelemek üzere askeri birlikler içeri yollanıyor. Ama giden kimse geri gelmiyor, Kane (Oscar Isaac) dışında. O da gittiğiyle aynı değil, bedeni çöküş halinde, gelir gelmez hastaneye kaldırılıyor. Kane'den bir yıldır haber alamayan, asker eskisi biyolog eşi Lena (Natalie Portman) da Kane'e ne olduğunu anlamak için bölgeye gidecek bir sonraki gruba katılmaya karar veriyor.



Bir roman uyarlaması olan "Annihilation" bilim-kurguya tutkusu aşina olan Alex Garland'ın yeni filmi. Bir önceki filmi "Ex Machina" gibi "Annihilaton"da birçoklarınca yere göğe sığdırılamadı desek yeri. Ama içinde bulunduğumuz dönemde göklere çıkarılan birçok filmde olduğu gibi bunun da bütününden ziyade sahip olduğu parçalardan ötürü övgüye mazhar olduğunu söylemek mümkün. "Stalker" ile "The Thing" arasında bir şey olmaya öykünen film ikisini de tam beceremiyor. Bir hayli açık uçlu olan "Annihilation", cevaplardan çok sorularla daha çok ilgili ki birçok iyi bilim kurgu filminin de taşıdığı bir özellik bu, buraya kadar bir sıkıntı yok. "Annihilation"ın becermekte zorlandığı şey soru sormaktaki beceriksizliği. Shimmer bulunduğu zemini ve üzerindekileri değişip dönüştüren, daha iyi ya da daha kötüden öte daha farklı bir şey olabilme ihtimallerini sorgulayan bir varoluş. Dolayısıyla insanlar da bu muameleden nasibini alıyorlar. Fakat dönüşüm ihtimalinin olası etkileri üzerine kafa yorabilmek için elimizdeki malzemeyi, yani esas karakterleri iyi tanıyıp anlayabilmemiz gerekiyor ve filmin tökezlediği yer de burası. 5 kadın karakterden oluşan grubun her bir üyesinin bir defosu var, dolayısıyla bu yolculuk bir nevi kendileriyle yüzleşme sürecine dönüşüyor ama bu bireysel yolculukların hiçbiri bende bir izleyici olarak ilgi uyandırmadı çünkü Garland'ın karakterlerini ele alışı öyle klinik ve soğuk, aktörlerin performansları da o kadar mesafeli  ki herhangi birini umursamak çok zor, dolayısıyla başlarına gelen ya da gelecek olan şeylerle de çok ilgilenmiyorsunuz. Bu insanların pişmanlıkları ya da paranoyaları daha derinlikli işlenebilse, onları oldukları şey yapan özün ne olduğuna dair bir izlenim, bir fikir kırıntısı edinebilmiş olsak bu malzemeyle nereye gidebiliriz, buradan ötesi ne olabilir gibi sorular da daha anlam kazanabilir ama film bunu bize veremiyor maalesef. Haliyle geriye kalan genetiği değişen hayvanlardan ya da grubun kendi bedenlerindeki kontrol edemedikleri değişimlerden kaynaklanan terör duygusu oluyor ki aslında bu bile tek başına filmi taşıyabilir aslında ama bu yönüyle de film sınıfta kalıyor. Hem gerilim duygusu uyandıran sahne sayısı çok az, hem de yönetmenin bu sahnelerdeki kurgulama kifayetsizliği herhangi bir dehşet hissetmenize mani oluyor. Halbuki Ron Hardy'nin görüntü yönetimi o kadar başarılı ki bir bakıma harcanmış diye düşünmemek elde değil, keşke film elindeki hikaye fırsatlarını yerinde kullanabilseymiş.