Tony Scott görsel olarak resimlerin hızlı hareket ettiği filmlerin yönetmeni olageldi kariyerinin başından beri. Fakat 2000'ler geldiğinde "Man on Fire"dan başlayarak bunun sınırlarını zorlamaya karar verdi yönetmen -sonrasında "Domino" gibi örneklerde bu görsel agresiflik daha daha da şaha çıkmış okuduğum kadarıyla, izlemedim bilemiyorum-. Filmin uyarlandığı roman esasında 1987'de filme alınmış, başrolde de Scott Glenn varmış. Scott daha o zamandan romanın uyarlamasına talipmiş, hatta yönetmen aranırken adı da geçmiş ama o dönemler henüz sadece bir film yönetmiş bir isim olarak biraz tecrübesiz bulunmuş. Aradan 20 yıla yakın bir vakit geçtikten sonra bir yeniden çevrim fikri ortada dolaşmaya başlayınca önce Michael Bay ya da Antoine Fuqua gibi isimler düşünülse de sonradan Scott'a teklif götürülmüş ve yönetmen de bunca yıldan sonra muradına kavuşmuş.
Kitabı uyarlama işi teslim edilen Brian Helgeland esasında kendi yönetmeyeceği bir filmin senaryosu ile uğraşmak istememiş başta. Scott'ın o an başka bir proje ile haşır neşir olduğu ve muhtemelen "Man on Fire"ı yapamayacağı söylendikten sonra yazıma başlamış ama sonradan diğer proje mort olunca yönetmenlik koltuğu tekrar Scott'a kalmış. Kitap esasında İtalya'da geçiyormuş ama 2000'lerde İtalya'da kaçırıp fidye isteme hadiseleri çok azaldığı için Scott mekan olarak böyle olayların sıklıkla yaşandığı Meksika'nın seçilmesini uygun görmüş.
CIA eskisi kulağı kesiklerden Creasy'nin (Denzel Washington) öyküsü "Man on Fire". Geçmişte bir işlere bulaşmış belli ki, vicdan azabı sıfatından akıyor fakat nedir öğrenemiyoruz, alkolün içinde kaybolmuş halde tanıyoruz kendisini. Eski silah arkadaşlarından biri olduğu anlaşılan Rayburn'ü (Christopher Walken) ziyarete geldiğinde kafasını dağıtacak bir iş teklifinde bulunuyor Rayburn; ülkenin genç zenginlerinden Samuel Ramos'un (Marc Anthony) küçük kızı Pita'nın (Dakota Fanning) korumalığını yapmak. Görünüşe bakılırsa kaçırıp fidye isteme işleri Meksika'da almış başını yürümüş ve baba Ramos da avukatı Jordan'ın (Mickey Rourke) telkiniyle hem tecrübeli hem de kelepir olan Creasy'yi kiralamayı kabul etmiş. Başlarda çok geçinemese de zaman geçtikçe Pita'ya iyice ısınan Creasy beklenen kaçırılma hadisesi gerçekleştiğinde de dünyayı yakmaya hazır hale geliyor böylelikle.
Hayatımda izlediğim kesif biçimde kurgulanımış olmasına rağmen aynı zamanda kurgu masasında acımasızca kıyılmaya ihtiyacı olan nadir filmlerden "Man On Fire". Dominic Sena'nın "Gone In 60 Seconds" ya da "Swordfish" filmlerindeki renk paletinin sorumlularından olan görüntü yönetmeni Paul Cameron ile benzeri bir görsellik tuttursalar da "Tanrıkent"den esinlenerek daha kirli bir görsellik yakalamaya çalışan Scott'ın kamerası hiç durmuyor gibi ama tüm hareketliliğin altında bir mana yok. Bazen hızlıca karakterlerin etrafında dolanıyoruz, bazen kareler donuyor, anlık flashbackler vs. devamlı bir görsel bombardıman var filmde var ama tüm bunlar ne hikayenin daha iyi anlaşılmasına ne de filmin duygusal alt zeminine herhangi bir katkı sağlamıyor. Yaradığı yegane şey filmi uzatmak ki filmin en büyük günahı bu. Neresinden bakarsan bak hiçbir şekilde 2 buçuk saat sürmeyecek, hatta sürmemesi de gereken bir hikaye bu ama Scott'ın kişisel tercihleri nedeniyle aksiyonlu sahneler de karakterlere yoğunlaşan sahneler de sündükçe sünüyor. Radha Mitchell'lı iki seks sahnesi, avukatın öldürülmesi gibi birçok sahne de kesilmiş üstelik, final de Creasy'nin başkötü ile yüzleşmesi ile bitiyormuş sonradan değiştirilmiş. Onlar da kalsa nasıl olacaktı düşünemiyorum.
"Man on Fire"ın lehine işleyen en önemli şey oyuncu kadrosu. O dönemlerin en parlak çocuk oyuncusu olan Dakota Fanning Denzel'ın karşısındaki şaşırtıcı derecede olgun oyunculuğu ile göz dolduruyor. (Küçükken böyle yetkin performanslar sergilemeyi başarmış Fanning'in yetişkinliğinde nasıl bu kadar donuk bir oyuncu haline gelmeyi başardığı da ayrı bir muamma). İkili arasındaki dinamik hikayenin duygusal boyutunun en önemli motoru, beraber oldukları noktalar da filmin zirve yaptığı anlar. Dakota'nın karakteri perdeden kaybolduktan sonra film oluk oluk kan kaybediyor zaten. Fanning dışında kadroda performansı ile en göze batmayı başaran isim dünyaca ünlü şarkıcı Marc Anthony olmuş bence. Sevip saydığımız üstat Christopher Walken da çok görünmese de bir iki belirmesi yetiyor. Aynı şey gene sevdiğim bir başka aktör olan ve bu filmde Denzel ile hiç geçinemediği söylenen Mickey Rourke için de geçerli. Gerçi 80'lerin en baba aktörlerinden birinin 20 yıl sonra böylesi yan rollere kalmış olması da üzücü.
Hikaye olarak sayısız benzerine rastlanabilecek filmlerden biri "Man on Fire", Helgeland'ın senaryosu da insanı gözlerini devirmeye sevkeden birçok ucuz replikle dolu. Belki de hem bu özelliği hem de Scott'ın yönetmenliği sebebiyle birçokları tarafından beğenilen, bir nevi kült bir yapım haline geldi yıllar geçtikçe. Fakat filmi ilk izlediğimde Scott'ın sinemasından buz gibi soğuyan ve "Unstoppable"a kadar olan filmlerini pas geçmiş olan ben kesinllikle bu güruhun bir parçası değilim. Filmi yıllar sonra tekrar ziyaret ettiğimde bir kez daha idrak etmiş oldum bunu.