Perşembe, Nisan 01, 2021

Godzilla vs. Kong


Marvel herkese nasıl yapılacağını gösterdikten sonra diğer tüm stüdyoların da derdine düştükleri şeylerden biri oldu film evrenleri yaratmak. Herkes elinin altındaki fikri mülkleri karıştırdı, hangilerinden film üstüne film yapabilirim diye düşünmeye başladı. Universal'ın "The Mummy" ile yeltenip yere çakıldığı "Karanlık Evren"i bunun en bilinen örneklerinden. Warner Bros da DC filmleriyle benzeri bir işe girişip davul olduysa da "King Kong"u da işin içine katarak oluşturduğu "Canavar Evreni" ile belli ölçüde bir başarı yakalamışa benziyor, en azından finansal olarak. Filmlerin kalitesi ölçüsünde bakıldığında durum biraz farklı tabii.

Bu karakterlerden bir evren oluşturma lafları Kong'un haklarını elinde tutan Legendary Pictures'ın yeni film "Skull Island"ı 2015'te Universal'den WB'ye taşımasıyla başlamıştı, akabinde de hemen duyurusu yapıldı zaten. 1962 yılında yapılmış bir başka "King Kong vs Godzilla" daha var ama o film Japon işi ve bu yeni filmle isim benzerliği dışında bir bağı yok. Daha önce Peter Jackson'ın "King Kong"u için düşünülen devam filminin potansiyel yönetmenlerinden biri olarak adı geçmiş Adam Wingard projenin dümenini eline alınca senaryo için de TV dizilerinde yapılana benzer şekilde başını Terry Rossio nun çekyiği ve aralarında J.Michael Straczynski'nin de bulunduğu bir yazar odası oluşturulmuş ilginç bir şekilde. Nesi ilginç birazdan eğileceğiz.


Ne gişe ne de eleştirel anlamda çok başarı sağlayamamış bir film olarak hafızalara kazınan "Godzilla: King of Monsters"ın 5 yıl sonrasında geçiyor film. En son 70'lerde gördüğümüz Kong "Truman Show" misali büyük bir kubbenin içine kurulmuş bir kafatası adası simülasyonunun içinde yaşamını devam ettiriyor. Onu kim ne ara oraya getirmiş, kendi habitatında kendi halinde yaşayan hayvanı o ortama hapsetmenin mantığı nedir öğrenme fırsatımız olmuyor. Öğrendiğimiz şey Rebecca Hall'un canlandırdığı bir bilimcinin işitme ve konuşma özürlü üvey kızıyla gayet sıcak bir ilişkilerinin olduğu. Neticede King Kong bu, sarışın bir güzele aşkından zamanında gökdelenlere tırmanmış bir arkadaş, illa bir insanla temas halinde gösterilmezse olmaz. Akabinde Godzilla'yı bir şehre saldırırken görüyoruz, hangisi olduğunu hatırlayamadım şu an, Hong Kong'tu galiba. Bu saldırıyı bazıları Godzilla'nın insanlık için tehdit olduğunun ayyuka çıkması olarak algılarken bir önceki filmde tanıştığımız Madison Russell (Millie Bobby Brown), Godzilla'nın o tarz karakterde bir yaratık olmadığına emin. Godzilla avcısı babası Kyle Chandler'a bunu izah etmekte başarısız olunca derdini dünyaya haykırma yolunda yanına yakın arkadaşı Josh'u (Julian Dennison) alıp olayların arkasında başka olaylar olduğu hakkında podcast üstüne podcast yapan Bernie'yi  (Brian Tyree Henry) bulmak için yollara düşüyorlar. Bulduktan sonra da üçü birlikte askeri bir üsse hiç kimsenin ruhu duymadan sızıp bir yeraltı metrosuyla Hong Kong'a ışınlanmayı başarıyorlar. Öte yandan Kong cephesinde de sular durulmuyor, Demian Bichir'in canlandırdığı evil iş adamı Godzilla'ya karşı Kong'u göreve çağırmanın vaktinin geldiği noktasında Alexander Sarsgard'ı ikna ediyor, Sarsgard da Rebecca Hall'u. Bichir yavrusu Eiza Gonzalez'i bunların başına dikip hepsini donanma eşliğinde Antartika'ya yolluyor, oyuna yeni bir alfanın girdiğini hisseden Godz donanmaya saldırıp Kong'u bir güzel pataklıyor. İnsan karakterler bunun eline çekiç mekiç bir şey tutuşturalım deyip soluğu "Hollow Earth"de alıyorlar. Olaylar gelişiyor.
 
Buraya kadar anlatıklarımız da çıkarılabileceği üzere yazım kalitesi filmi yapan ekibin öncelikleri arasında değil. Koskoca bir yazar odası yaptık bu film için deyip böyle bir senaryo ile çıkagelmek kendi çapında bir başarı olsa gerek. Gerçi kafalarını insan dramasında ziyade canavarların yollarını nasıl kesiştiririz hususunda yordukları kesin ama gene de takip edelim diye bir sürü karakteri buraya doldurup onları nasıl ilgi çekici kılabiliriz noktasında hiç mi beyin fırtınası yapılmaz... Filmdeki insan karakterlerin her biri o kadar tekdüze o kadar sıkıcı ki geçenlerde yönetmen Wingard'ın "bu filmler sonrasında içinde insanların olmadığı canavar filmleri yapılabilir" şeklindeki açıklamasını düşününce acaba kasıtlı mı yapıldı diye düşünmeden edemiyor insan zira herhangi birini çıkarsanız filmde hiçbir eksikliği hissedilmeyecek piyonlar hepsi, buna küçük ve sağır ve sevimli kız çocuğu da dahil. Özellikle Brown-Dennison-Henry üçlüsünün -ki esasında hepsi birbirinden sempatik oyuncular ve başka bir projede bunları yanyana izliyor olsak tadından yenmez muhtemelen- hikayeleri  devasa mantık hatalarıyla dolu ve son derece sıkıcı, araya biraz mizah yerleştimek bu kadar mı zor bilemiyorum. İnsanın oyuncu kadrosuna acıyası geliyor ama muhtemelen dünyanın parasını kazanıyorlar ve herhangi birinin de Sheakespeare'i canlandırdıklarını düşündüklerini sanmıyorum. Gerçi gerek hikaye gerekse de oyuncuların ciddiyetine bakılırsa, düşünüyor da olabilirler emin değilim. Sonuçta CGI canavarların dövüştüğü bir film, niye kasıyorsunuz kendinizi bu kadar.


Ben Seresin'in ("Unstoppable","Pain&Gain","World War Z","Transformers: Revenge of The Fallen") görüntü yönetmenliğini yaptığı filme dair akılda kalan yegane şey görselliği ki o kısmı da beceremeseler kimse yüzüne bakmaz muhtemelen, özellikle dünyanın merkezinde geçen bölümler. "Hollow Earth" 17.yüzyıl sonlarında ortaya atılmış, dünyanın merkezinin oyuk olduğu ve içinde bambaşka bir dünyanın yer aldığına dair bir tez. Sonraki yüzyıllarda bilimsel bir temelinin olmadığı kanıtlanmış olmasına rağmen bilim kurgu edebiyatında kendine yer bulmaya devam eden bu konsepti gayet şık bir şekilde görselleştirmeyi başarmış Wingard ve ekibi. Bundan ötesi birbiriyle tepişen devasa yaratıklar ve yerle bir olan şehirler. Ne zaman böyle bir filmi değerlendirsem dönüp dönüp aynı noktaya geliyorum ama bu tarz filmlerin bir yıkım pornosuna dönüşmüş olması kadar beni rahatsız eden az şey var modern popüler sinemaya dair. Ve son 10 yıla dair bir fenomen bu. Çok öteye gitmeksizin 2005 tarihli "King Kong"a baktığımızda bile filmin modern kent ortamında geçen kısıtlı bölümünde elbette bir keşmekeş ve kaos hakim ama dön Allah dön yıkılan binaları, paramparça olan şehirleri izleme gibi bir durum söz konusu değil. Teknolojinin ilerlemesiyle perdeye herşeyi koyabilecek olmanın verdiği özgüven bu filmlerin arkasındaki tipleri en ufak bir mantık arayışına girmeksizin görsellik namına türlü saçmalığı filme yedirmeye teşvik ediyor. Sonrasında izleyici olarak biz de kendimizi acaba bunlar burda tepişirken kaç insan telef oldu, bu şehirdeki yıkımın masrafı ne kadar olmuştur gibi sorulara cevap ararken buluyoruz filme odaklanacağımız yerde.
 

Bu canavar evreninde yer alan her yeni filmi izledikten sonra Roland Emmerich'in "Godzilla"sını daha fazla takdir eder buluyorum kendimi. Yıllara dayanan bir Godzilla tasarımını şeyine takmayıp "Jurassic Park" yapmaya yeltenmek gibi türlü kusuru olan bir film olsa da en azından kendini zerre ciddiye almayıp eğlendirmeye bakan, bunu da insanın kulaklarını ve beynini yormayan bir görsellikle kotarmayı başaran bir yapımdı en azından. İnsan özlüyor.